Ali Suavî'nin düşünceleri tutarsızlıklarla doluydu. Bir yanda Halifeliğin kaldırılması gerektiğini, Arap yazısı yerine başka bir yazı da kullanılabileceğini savunan bir reformcuydu; ama aynı anda -mürekkeplerde domuz yağı bulunduğu gerekçesiyle- Kuran’ın asla matbaalarda basılmaması gerektiğini söyleyen bir muhafazâkârdı. Ama kuşağı da böyleydi.
Sultan Hamid’e karşı gerçekleştirdiği (yurt dışı bağlantılı da görünen) kalkışma nedeniyle Ali Suavî artık tarihin değil günlük siyasetin parçası haline gelmiş durumda. Geçen haftalarda da belirttiğim üzere sağ basın Ali Suavî sanki dün isyan etmiş ve öldürülmüş gibi heyecanlı biçimde onu karalamakta. Muhalif kesim de "bunlar Ali Suavi’ye bu kadar kızdıklarına göre rahmetli iyi bir adamdı’’ herhalde diye onu sahiplenmekte... Ben Abdülhamid dizisini izlemediğimden, daha doğrusu dizinin reklamında padişahın İngiliz elçisini tokatlama sahnesini gördükten sonra izleme gereği duymadığımdan, dizi Ali Suavi’yi nasıl yansıtmış bilmiyorum. Ama sahneleri az çok tahmin edebiliyorum. Tarihten günümüze mesaj aktarma nesnelerinden biri haline getirilmiş olan Ali Suavi muhtemelen bu dönem sona erene dek alakasız övgü ve sövgülerin hedefi olacak gibi görünüyor.
SON KEZ MUHALİF CEPHEDE
Üçüncü yazımızda Ali Suavî’yi Abdülhamid’in en büyük destekçisiyken bırakmıştık. Şimdi ise onu padişahı devirmeye kalkan bir ayaklanmanın önderi olarak göreceğiz. Her şey yolundayken ne oldu da Ali Suavî yeniden ihtilâlci bir yola girdi? Anlaşılan Ali Suavî’nin fikirleri 93 Harbi ile hızla değişmişti. Savaş başladığında Ali Suavî Müslüman kitleleri savaşa teşvik eden heyecanlı yazılar kaleme almaktaydı. Bunlar Rusların iman gücüyle durdurabileceğini savunan fantastik yazılardır. Ali Suavî bunları halka moral vermek amacıyla mı kaleme almıştı, yoksa gerçekten de ‘samimi inancın her meseleyi halleden bir silah olduğuna’ inanan bir idealiste mi dönüşmüştü bilemiyorum. Ama Ruslar hızla İstanbul’a doğru ilerlerken O, “nâümid (ümitsiz) olunmaması gerektiğini, Rusların aslında zayıf olduklarını, bir fiskeyle dağılacaklarını, İstanbul’a girmelerinin mümkün olmadığını, Küçük Çekmece hattındaki savunmayı yıkamayacaklarını” savunmaktaydı. Padişah’a o kadar güvenmekteydi ki “böyle bir metbu’ (lider/Abdülhamid kastediliyor) nice yüz bin müsellâh dilâverin (silahlı yiğidin) başında bulundukça cenab-i müsebbibü’l-esbap (bütün sebeplerin kaynağı yani Allah) yanımızdadır” diye yazmaktaydı. Kars, Ardahan, Batum Rusların eline düşmüşken, Ruslar artık Yeşilköy’e doğru ilerlerken Ali Suavî, “Meğer Moskof dev değilmiş, Moskof ejderha değilmiş, Moskof kof imiş” diye halka moral vermeye çalışıyordu.
Ali Suavî bu şekilde gerçek dünyadan kopmuşken; her daim realist bir insan olan Abdülhamid, Rusların Beşiktaş önlerine geldiği esnada Kıbrıs’ın verilmesi karşılığında İngiltere’nin olaylara müdahale etmesi için uğraşmaktaydı (yani televizyon dizisinin aksine tokatladığı elçilerle yardım için görüşmeler yapmaktaydı). Nitekim verilen tavizler karşılığında İngilizler Rusları Yeşilköy’de (Ayastefanos) durdurdular. Bu elbette Ali Suavî ve çevresi için büyük bir hayal kırıklığı idi. Onlar Sultan Abdülhamid’in ataları gibi silah kuşanıp cepheye koşacağını askere moral vereceğini, İstanbul’u elinde kılıcıyla Ruslara karşı savunacağını sanmışlardı. Oysa bunun yerine ticari ödünler ve Kıbrıs’ın terki karşılığında bir kez daha Büyük Britanya’nın kanatları altına girilmişti.
Yenilgi sonrasında yüz binlerce Müslüman göçmen İstanbul’a doluşmuştu. İktidarı boyunca ‘bir karış toprak kaybetmeyen’ (bunu bizzat bir milletvekilinden de duymuştum) Abdülhamid bu antlaşmayla Sırbistan, Karadağ, Romanya’yı tümden kaybetmişti. Kars, Ardahan, Batum, Ruslara savaş tazminatı ödenemediğinden tazminat karşılığı olarak verilmişti. Kıbrıs arabulucu Britanya’ya (elçiye atılan tokadın tazminatı olabilir!) verilmişti.
Halk bir sorumlu aramaktaydı. Ali Suavî’ye göre bu yenilginin mesulü bizzat Sultan Abdülhamid idi. Ali Suavî, Padişahı, başkenti Anadolu’ya taşıyıp savaşa devam etmek gibi radikal bir tutum almaya ikna etmeye çalışmış ancak bilindiği üzere Padişah ağır bir teslim antlaşması olan Ayastefanos’u onaylamıştı. Bunu İslâm davasına bir ihanet olarak gören Ali Suavî de Sultan Abdülhamid’i devirmeyi kafasına koymuştu.
Osmanlı Sarayının son vakanüvisi Abdurrahman Şeref Bey’e göre Ali Suavî’nin asıl derdi kişiseldi. Zira savaş esnasında Ali Suavî önce müşavirlikten sonra da Mekteb-i Sultanî müdürlüğünden atılmıştı. Müdürlükten atılmasının nedeni İngiliz eşiyle okulda gecelemesi (beytutet) imiş. Yani Ali Suavî bir kez daha, gayr-i ahlâki tutum takınmakla suçlanmaktaydı. Abdurrahman Şeref Bey bu kovulma sonucunda Ali Suavî’nin Sultan’dan intikam almaya karar verdiğini savunur. Bu kendi çağının (aslında bugünün de) etkili bir karalama yöntemi olabilir.
Sonuçta Ali Suavî yanına topladığı birkaç yüz Balkan muhaciri ile Abdülhamid’i devirip yerine bir önceki Padişah olan V. Murad’ı geçirmek için bir saray darbesi (komplo) tertipledi. Çırağan Hadisesi olarak bilinen bu kalkışmayı haber alan Beşiktaş Karakolu Kumandanı Yedi-Sekiz Hasan Paşa(1) hemen olaya müdahale etti. Görgü tanıklarına göre Ali Suavî, bizzat Hasan Paşa’nın sopa darbeleriyle öldürüldü. Bu hizmeti karşılığında Hasan Paşa müşirliğe yani mareşalliğe yükseltilmişti (yani bir sopa darbesiyle Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa ile Rusları Erzurum’da durduran Gazi Ahmed Muhtar Paşa’yla aynı rütbeye gelmiş oldu). Denilene göre sopasını da hatıra olarak saklayıp Beşiktaş karakolundaki duvara asmış ve gelen giden misafirlerine de övünerek hikâyesini anlatırmış. Yani bu ‘komplo’ altı üstü 300-400 kişinin katıldığı ve bir karakol komutanın birkaç sopa darbesiyle bastırabildiği beceriksizce düzenlenmiş bir nümayişti. Ama etkileri büyük oldu ve sanki çok güçlü bir ayaklanmaymış gibi görüldü.
ÖLÜMÜNDEN SONRA
Tahmin edileceği üzere ölümünün ardından Ali Suavî, bir nevi vatan haini ilân edildi. Bu kadarla da kalmadı ve hakkında haysiyetine yönelik bir karalama kampanyası başlatıldı. Çırağan Hadisesi’nden sonra Tercüman-ı Şark gazetesi Ali Suavî hakkında hayal mahsulü bir hayat hikâyesi kaleme aldı. Buna göre “Ali Suavî, Bursa’daki muallimlik görevinden çocuklara sarkıntılık ettiği için kovulmuştu (bu suçlamadan sonra tekrar nasıl müderrislik yapabildiği de başka bir soru), para arsızı biri olduğundan Avrupa’da nice kişileri dolandırmış hatta bu yüzden Sainte-Pélagie hapishanesinde yatmıştı. Dolandırıcılık suçundan mahkûm olduğundan hapishaneden çıktıktan sonra İngiltere’ye gitmek zorunda kalmıştı. Ülkeye döndüğünde Galatasaray Sultanî’sindeki Avrupalı hocaları kovması bu yüzdendi.” Tercüman-ı Şark’ın isimsiz yazarı şunları eklemekteydi: “Merkumun (merhumun) vücudunun kalkması (yani ölmesi) yalnız bizim için bir nimet olmayıp bütün âlem-i insaniyete (tüm insanlık âlemine) bir hayr-i azimdir (hayırlı olmuştur)." Ancak Tercüman-ı Şark, yazarı yine de Ali Suavî’nin ölümüne hayıflanmaktaydı, zira komplonun ardındakiler bu nedenle ortaya çıkarılamamıştı. Dönemin yazım diliyle aktaracak olursak: “Yalnız merkumun şu vak’a arasında gebermiş olmasına teessüf ediyoruz (üzülüyoruz), isterdik ki alçak hayyen tutulsun (sağ yakalansın), her birinde nice ibret alınacak ef’al-i seyyiesi (bütün kötü işleri) birer birer söyletilsin de, (sonra) yüzlerce kurşuna hedef olsun”.
Gazeteler bir yandan Ali Suavî’nin kalkışmasının boyutunu abartırken; bir yandan da onu küçültmek için yazılarının on beş kişi tarafından bile okumadığını iddia ediyorlardı. Hâlbuki devlet raporlarında Ali Suavî’nin Londra’da çıkarttığı Muhbir’in yok sattığı ve bu nedenle kara borsada 1 liraya (o gün için büyük bir fiyat) alıcı bulabildiği belirtilmekteydi.(2)
Hakkında yazılan ağır ithamları arasında şüphesiz en ilginci çalıştığı son gazete olan Basiret’in başyazarı Ali Efendi’nin çalışma arkadaşı Ali Suavî hakkında kaleme aldığı yazıdır. Ali Efendi kendisinin bu ihtilâlde bir payı olmadığını kanıtlamak maksadıyla Ali Suavî için “alçak, hain, ırzsız, akılsız, edepsiz, dinsiz”, suçlamalarında bulunmuştu. Geçenlerde bir belgeselde Mussolini’nin ölü bedenini tekmeleyerek yüzünü tanınmaz derecede ezerek bir pelte haline getiren yığınların görüntüsünü izledim. Halbuki aynı meydanlarda üç beş sene önce yüzbinlerce kişi yaşa Duçe diye bağırıp durmaktaydı. Sonra bu tekmecilerin kim olduklarını düşündüm. Mussolini’nin ölüsü karşısında bu denli cesur olanlar acaba bu cesareti o yaşarken de gösterebilmekte miydiler? Hatta gerçekten de Duçe karşıtı mıydılar? İsa Peygamberin dediği gibi aralarında acaba hiç günahkar yok muydu? Yoksa ilk tekmeyi en masumu mu atmıştı. Ben bu olaya şahit olan yetkili biri olsaydım Mussolini’nin ölü bedenini tanınmaz hale gelinceye kadar tekmeleyen bu adamların hepsini inceletirdim. Hislerim bana bunların ekseriyetinin kendini temize çıkarma gayretiyle en okkalı tekmeyi savurma yarışına girmiş yerel Faşist Parti sorumluları çıkacaklarını söylemekte. Hatta bundan eminim zira İtalyanların da bizimle aynı kumaştan olduğunu düşünüyorum.
Neyse öldükten sonra tüm eski yoldaşları Ali Suavî hakkında menfi bir şeyler söyleme yarışına girmişlerdi dedik. Sadece Namık Kemal, Ali Suavî’nin ölümünden on beş gün sonra yazdığı bir mektupta İngilizlerin böyle bir macerayı destekleyeceklerini sanmadığını yazmıştır.
“Hain, ahlâksız, başıbozuk, dinsiz” Ali Suavî imajı Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar devam etti. Neden sonra politik ortamın değişmesi ile Ali Suavî’nin fikirleri dikkat çekmeye başladı. İsmail Hami Danişmend, 1942 yılında Ali Suavî’nin Türkçülüğü adlı çalışmasında onun milliyetçi fikirlerini incelemiş onun, Türkiye adını kullanan ilk yazarlardan biri olduğu saptamıştı. Mithat Cemal Kuntay da 1946’da kaleme aldığı, Sarıklı İhtilalci, Ali Suavî adlı eserinde Ali Suavî’nin makalelerini genç kuşaklara tanıttı.(3) Ardından 1951’de Falih Rıfkı Atay, Baş Veren İnkılâpçı adlı çalışmasıyla düşünürün hakkını teslim etmiş ancak o da Ali Suavî’yi biraz efsanevileştirmişti.(4) Ali Suavî hakkında ilk ciddi bilimsel çalışmalar ünlü tarihçimiz İsmail Hakkı Uzunçarşılı(5) tarafından yapılmıştır. Burada ulaşılan kanaat Ali Suavî’nin aslında bir darbe yapmayı düşünmediği, V. Murad’ı Boğaz’da bekleyen bir İngiliz gemisine kadar götürüp oradan Londra’ya kaçırmayı ve burada meşrutiyet için Sultan Abdülhamid üzerinde bir baskı kurulmasını sağlamayı amaçladığı yönündedir. Zaten herhalde Ali Suavî de birkaç yüz adamla Sultanı deviremeyeceğini bilmekteydi. Enver Ziya Karal(6) ve Abdülhamid’in bir biyografisini kaleme almış olan ünlü tarihçi François Georgeon(7) da benzer bir görüştedir.(8)
Neticede Ali Suavî’nin İngilizlerle, irtibat hâlinde olduğu doğru. Ama o dönemde İngilizler zaten Osmanlıların dostu ve müttefiki görünümdeydiler. Sultan Abdülhamid de dâhil olmak üzere devlet erkanının hemen hepsi Rus tehdidine karşı İngiltere’nin desteğini ve dostluğunu kazanma derdindeydi. “Ali Suavî İngilizlere çalışıyordu” diyenler, o dönemde Osmanlının yıkılmasını engelleyen en önemli dış gücün İngiltere olduğu gerçeğini de es geçiyorlar. Zaten İngilizlerin kendilerine Kıbrıs’ı vermeye hazır olan Sultan Abdülhamid’i devirmek isteyeceklerini düşündürecek bir durum da yoktur. Savaşın bir an önce sona ermesini isteyen İngilizlerin, Sultan Abdülhamid’i devirip, savaşa devam etmek isteyen Ali Suavî’yi desteklemelerini düşündürecek hiçbir mantıkî sebep de bulunmamaktadır. O dönemde Britanya için ‘yarı deli ve fanatik bir İslamcı’ olarak görülen Ali Suavî yerine Sultan Hamid’i desteklemek için daha geçerli sebepleri vardı.
Ali Suavî'nin düşünceleri tutarsızlıklarla doluydu. Bir yanda Halifeliğin kaldırılması gerektiğini, Arap yazısı yerine başka bir yazı da kullanılabileceğini savunan bir reformcuydu; ama aynı anda -mürekkeplerde domuz yağı bulunduğu gerekçesiyle- Kuran’ın asla matbaalarda basılmaması gerektiğini söyleyen bir muhafazâkârdı. Ama kuşağı da böyleydi. Nitekim Namık Kemal, Ziya Paşa hatta bir yere kadar Şinasî dahi zaman zaman birbiriyle çelişik tutumlar ve fikirlere savrulmuşlardı. Ama öz olarak kurmak istedikleri yapı, toplumsal kesimlerin çoğunluğunun ve demokratik gelişmenin yararınaydı. Daha ziyade kurumları düzeltmeyi hedefleyen Tanzimatçıların aksine onlar halkın da reformlara kazanılmasını arzu ediyorlardı. Bu nedenle zaman zaman halkı kazanmak adına kitleleri galeyane getirecek fantastik söylemlere başvurmaktaydılar. Bu çizgileriyle Tanzimatçıların gerisine düşmekle birlikte savundukları fikirlerin çoğu sonradan kabullenilmiş ve yaygınlaşmıştır. Ali Suavî’de embriyo hâlinde olan Türkçülük ve İslâm’ın modernist yorumu sonraki dönemlerde Türk siyasetinin ana eğilimi olmuştur. Din ve devlet işlerinin ayrılması ve yahut da artık halifeliğe ihtiyaç olmadığı konusundaki fikirleri Cumhuriyet devrinde uygulama bulacaktır. Mesela temel taleplerinden biri olan camilerde Türkçe hutbe bugün yerleşmiş bulunuyor. Öyle ki daha önce bir yazımda değindiğim üzere ezanın Türkçeleşmesine dönük tepkiler hutbelerin Türkçeleşmesine yönelmiyor. Oysa ikisi arasında teknik olarak ne fark var? Alo Fetva hattına sormak lazım.
Yazıyı Alî Suavî’nin ölümü üzerine Tercüman-ı Şark’ın isimsiz yazarının kaleme aldığı makaleyle bitirelim. Meçhul yazar “Suavî’nin aslında ölmediği dedikodularına değinirken, bu söylentilere hak vermekte zira vücudu münadim (yok) olduysa da nâm-ı rezail-ittisâmı (rezil nişaneli ismi) bevval-i çeh-i zemzem (zemzem kuyusuna işeyen adam) gibi kim bilir nice yüz mezelletle (aşağılanmalarla) baki kalacaktır” demekteydi. Tercüman-ı Şark en azından Suavî’nin ölümsüz olduğunu teslim etmekteydi.
NOTLAR:
(1) Okuma yazma bilmediği için sadece Hasan adının harflerine benzeyen yedi sekiz rakamlarıyla٧٨ imza attığından bu adla tanınır.
(2) Lütfi bey’den aktaran Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK, 2004, s.154
(3) Mithat Cemal Kuntay, Sarıklı İhtilalci, Ali Suavî, 1946. Kuntay’ın bu eseri Ali Suavî’nin kendi yazılarına yer vermesi açısından eşsiz bir kaynaktır. Ancak yazıların hiç biri günümüz Türkçesine çevrilmediği için anlaşılması oldukça zor. Buna karşı oldukça objektif bir dili var.
(4) Falih Rıfkı Atay, Baş Veren İnkılâpçı, 1951, yeni baskıları da var. Dili oldukça sade ve kronolojik kaygı güdülmüş ancak romantik bir üslupla Ali Suavî’ye olan hayranlık gizlenmiyor ve yalnızca savunduğu ilerici fikirlere odaklanarak son dönemindeki değişimi üzerine fazlaca durulmuyor. Bir de mizanpaj sorunu var. Ali Suavî’ye ait yazılar sadeleştirildiği ve alıntılar belli olmadığı için çoğu yerde anlatılanların yazarın mı yoksa Ali Suavî'nin mi olduğu anlaşılmıyor.
(5) Ali Suâvi ve Çırağan Sarayı Vak’ası”, Belleten, VIII/29, Ankara, 1944
(6) Enver Ziya Karal, Büyük Osmanlı Tarihi, VI. Cilt, TTK, 1989, s.501
(7) F. Georgeon, Sultan Abdülhamid, Homer Kitabevi, İstanbul, 2003, s.107-108
(8)Hüseyin Çelik’in, Ali Suavi Ve Dönemi, İletişim yayınları, İstanbul 1994, şu ana kadar bu konu hakkında yazılmış en kapsamlı eserdir.