Enternasyonal akademisyenlerin kendilerini savcılığa ihbar etmesi üzerine
Erdoğan rejiminin devlet aparatı üzerinde hâkim olmak için tekrar tekrar tasfiye hareketlerine rağmen, devlet aparatının Erdoğan rejiminin siyasi direktifleri dışına çıkması, Erdoğan’ın hedeflediği emirlerine sonuna kadar itaat eden devlet aparatının bu rejim içerisinde mümkün olmadığını gösteriyor.
Halis Yıldırım*
Aralarında Seyla Benhabib, Naom Chomsky, Etienne Balibar, Nancy Fraser, Bertell Ollmen, Fredric Jameson, Warren Montag ve Saskia Sassen gibi isimlerin de bulunduğu yüzden fazla profesör Barış Akademisyenleri'ne desteklerini açıkladılar. Bu isimler kendilerini 7 Temmuz günü Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na ortak bir metin ile e-posta aracığıyla ihbar ettiler.
Açılan davaların sayısı, devletin kendisine çeşitli derecelerde muhalif gördüğü insanları kamu alanı dışına itmeye çalışması, KHK yoluyla neoliberal ekonomi siyasetini sertleştirmesi ve bonapartik rejimin kendi içinde cenah çatışmalarında tasfiye imkanlarını kullanması, Türkiye’deki akademisyenlerle olan dayanışmayı uzun bir süreye ve çeşitli bölümlere ayırmış durumda.
Erdoğan rejiminin devlet aparatı üzerinde hâkim olmak için tekrar tekrar tasfiye hareketlerine rağmen, devlet aparatının Erdoğan rejiminin siyasi direktifleri dışına çıkması, Erdoğan’ın hedeflediği emirlerine sonuna kadar itaat eden devlet aparatının bu rejim içerisinde mümkün olmadığını gösteriyor. ‘‘Tüm sınıflar üzerinde durma ve tarafsız bir konumda olma hedefini Erdoğan, yani bir Bonapartın ödül ve ceza ile ikna yeteneği, ekonomisi zayıflamış, Arap Baharı sonrası başarısız dış siyasetinden köşeye sıkıştırılmış ve bölgesel güç olma hedefine stratejik bir hat çizemeyen bir durumda olmasından dolayı gerçekleştirememiştir. Bu dönemle devlet aparatı sınıflar ve fraksiyonları arası bu ‘tarafsız’ görünürlükten çekilip şiddetli bir siyasallaşmaya girmiş ve baskıcı siyaseti ile bu durumla baş etmeye çalışmaktadır.’’[1] Böylelikle devlet aparatının elinden yasalar ve bunların suç kabul ettikleri konusundaki yetkisinin alınması ve bir kişinin görüşlerine göre kendini tanımlaması süreci ortaya çıkmıştır. Somut olarak şu duruma geçilmiştir, ya yasal temeli hiç olmayan ya da birçok çelişkileri birden taşıyan kararlar ortaya çıkmıştır. Mevcut anayasal haklara ve Türkiye devletinin imzalamış olduğu hukuki metinlere doğrudan karşı gelen hapis cezaları ve mahkeme kararları var. Bu kafa karışıklığı Erdoğan rejiminin tüm çabalarına rağmen Burjuva sınıfı içindeki bölünmelerin sonucudur. Bu bölünme sürekli bir şekilde devlet aparatı içerisinde kendisini tekrar tekrar yeniliyor, bu da Erdoğan bonapartizminin bunlara karşı acizliğini gösteriyor.
Hukuki olarak aynı metine imza atmış Barış Akademisyenleri’nin aldıkları cezalar birbiriyle tamamen çelişmekte. Yani mevcut yasalar çerçevesinde bile suç olmaması gereken açıklama var iken, 15 ay ertelemeli cezalardan 36 ay ertelemesiz hapis cezalarına kadar, hapiste tutulan iki akademisyen Füsun Üstel ve Tuna Altınel’den, Anayasa Mahkemesi'nin bireysel başvurularının kararını beklemeye kadar çelişkili kararları uygulanmakta. Ayşe öğretmenin başından itibaren suç teşkil etmeyen açıklamalarına rağmen Anayasa Mahkemesi’ndeki bu açıklamaların ifade özgürlüğü olduğu kararına kadar iki defa hapse girmesi ve mesleğinden ihraç edilmesi bu çelişkiye örnek bir durum. Ayşe öğretmenin durumunun tüm Barış akademisyenleri kararına örnek teşkil etme durumu apaçık. AİHM’nin Selahattin Demirtaş'ın ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine hükmetmesi, sırf onun için değil, tüm HDP milletvekilleri, üyeleri ve CHP eski Milletvekili Eren Erdem için de aynı zamanda geçerli duruma geçmemesi sadece Türk hukukunun siyasal yapısındandır.
Aslında bu hukuki süreçte, Türkiye burjuvazisinin birbiriyle çatışmaları olduğu alanların üzerinden bir hat çizmek ve bunun Erdoğan aleyhine sonuçlanmasıyla, eski çalışma süreçlerine geri dönüşlerin olabileceğini düşünenler de tabi mevcut. Bu kendiliğinden iki durum getirmektedir, ya pasif olarak Erdoğan şahsi döneminin kendi kendisini tüketerek bitmesini beklemek ya da seçimlerin getireceği değişikliklerden bu süreçlerin biteceğini düşünmek. Buna karşı örnekler mevcut, Mahmut Konuk’unda aralarında bulunduğu bir grup KHK’lı insan Ankara’da mücadelelerinde soluksuz bir şekilde sokakta devam etme dirayetinde. Toplumsal aktif mücadelenin sokak ve grev deneyimlerini geliştirerek haklarını geri almasının temelindeki kazanım, kendi içerisinde vasıfsız, yok etme güdüleri, pratikleri ve demokratikleşmeyen bir burjuvaziye güveni reddetmek anlamına geliyor. Hele ki Osmanlı’da 1830’lardan itibaren muhalif güçlerin ana şiarı olan eşit haklar (yurttaşlık) fikrini aynı temelde temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp öne sürmeye gerek yok, ki bu Türkiye burjuvazisinin boyunu aşan bir görev durumunda. Erdoğan öncesine geri dönüş çabaları, Erdoğan’ı ortaya çıkartan sebepleri, burjuva ittifaklarını ve ihtiyaçlarını görmezden gelmek anlamına gelmektedir. Ehvenişer bu dönemin klasik siyasal strateji olarak konuşulmakta. Nancy Fraser’e bu noktada her ne kadar Demokrat ve Cumhuriyet parti arasındaki siyasetine dair söylemiş olsa da katılmamak mümkün değil, ‘Ehvenişer siyaseti çok az orijinal bir düşünceye sahip.’[2]
Türkiye’deki değişimlerin ana hattını seçimler veya geriye dönüş içerisinde aramak yerine, ki burada toptan bir reddetmek söz konusu değil, demokratik mücadelenin derinleştirilmesi zorunluğuna vurgu var. Bu demokratik mücadelenin kendi dahilinde toplumsal bir değişimi aramaya gitmesi gerekmektedir. Analog kurmak gerekirse, bu noktada siyasal bir tartışmayı hatırlamakta fayda, değişimlerin ana odağını hangi noktalarda ve stratejiyle kurmak gerekir sorusu gibi. Bu kökeninde Kautsky ile Rosa ve Lenin arasındaki bir tartışmasında ögelerini taşımakta. Kautsky devrimci olmayan süreçlerde seçimlere odaklanılması ve beklenilmesini önerirken, devrimci durumda ofansif bir siyasete geçilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Bu ilk duruma Clausewitz’den aldığı bıktırma (yorma) stratejisi adını vermişti. Kautsky bu düşünceyi Rosa Luxemburg’un 1910’da seçimleri merkeze almayan bir genel greve gidilmesi gerektiğini söylediği için kurgulamıştı. 1910’daki seçimde Parlamento’da bir mevzi kazanımı gerçekleşmiş olacaktı. Gerçekten de 1910 seçimlerinde Alman SPD tarihi bir zafer kazanmış ve bu tarihi kazanım ile birinci dünya savaşını desteklemişti. Rosa ve daha sonra Lenin böylesi dönemsel ayrımın olmadığını, siyasetinin karakterinin böylesi bir bekleme ve mevzi kazanma anlayışını reddettiğini söyler. Bu sorunun Clausewitz’den daha çok, ki başta Lenin olmak üzere Marx, Engels, Mehring, Troçki Clausewitz’i dikkatle okudular, Kautsky’in kendisiyle alakası var. Birbirinden bu kadar ayrılmış bir mevzi kazanma ve devrim stratejisinin kopukluğunda, devrimci durum geldiğinde, çoğu zaman hazırlıksız, kapasitesi aşılmış bir sol ortaya çıkmakta. Türkiye siyaseti şu an itibariyle Kautsky’ci bir bekleme içindedir. Seçimlere olduğundan çok fazla önem verilmesi ve hayali kahramanlar yaratılması ve Erdoğan cephesinin çökmesini pasif bir durumda beklemek gibi.
Tüm bu süreçte benim de aralarında bulunduğum yurt dışındaki akademisyenler birçok sefer kampanyalar, kongreler ve dayanışma etkinlikleri düzenledi ve açıklamalarda bulundu, Türkiye’de akademik özgürlüğün kısıtlamasını uygulayan kurumlarla ilişkilerin kesilmesine kadar geniş bir yelpazede bir ağ oluşturuldu. Bu her bir etkinliğin kendine has imkanları ve gerçekleştirebileceği hedefleri var. Noemi Levy-Aksu’nun 30 ay ceza alması ve bu tür ertelemesiz cezaların 40’a yakın diğer akademisyene de verilmesi üzerine, şimdiye kadar atılan adımların bir üst noktaya çekilmesi konusunu ortaya çıkarmıştır. Bu dönemde aralarında Arat Dink’in de bulunduğu, Barış Akademisyenleri’yle dayanışma için kendilerini savcılığa ihbar edenlerin mahkeme önüne çıkartılmaya başlanmasıyla, enternasyonal çapta çok da kullanılmayan bir dayanışma yöntemi kendisini belli etti. Michael Löwy ve Eleni Verikas’ın kendilerini Barış akademisyenleri ve Noemi Levy-Aksu ile dayanışma için savcılığa ihbar etmeleri[3] ile açıkça radikalleşen ve sürecin getirdiği yeni şartlara uygun bir dayanışma yöntemi de ortaya çıktı. Hem daha önce kullanılan yöntemlerin belirli bir yere kadar etkili olması hem de Erdoğan rejimin kendi içindeki krizin daha net ortaya çıktığı dönemde, bu Türkiye’deki yargı sistemine siyasal ve hukuki olarak meydan okunması anlamına geliyor. Bu anlamıyla, bu adım aynı zamanda pasif bir bekleyiş yerine, taleplerin kendi içeresinde bir üst noktaya giden geçiş karakterini taşıması gerektiği gibi.
Entelektüellerin bu döneme dair refleksleri, sadece Türkiye’deki uygulamalara yönelik bir gelişim hattı değil, dünyanın belirli yerlerinde gerici, sağcı, Bonaparte’ler kendi hükümlerini uygulamaktalar, Seyla Benhabib bu durumu ‘‘Güvenlik devletinin dünya çapındaki gelişmeleriyle ve terörizme karşı sürekli olağanüstü halin ideolojisinin yayılması’’[4] olarak değerlendirmekte. Entelektüeller bu süreçte kendi konumlarını yeniden gözden geçirmek zorundalar. Michael Löwy buna dair şunu söylemişti: ‘’entelektüel görev, hakikat için dövüşmektir’’[5] Bu dövüş ciddi bir şekilde entelektüellerin önünde bir görev olarak durmaktadır. Burada şuna dikkat çekmek gerekir diye düşünmekteyim. Dünya çapında tanınmış entelektüellerin büyük bir çoğunluğu üniversite içerisindeki akademisyenler oluşturmaktadır. Michael Löwy, Noam Chomsky, Jürgen Habermas, Seyla Benhabib, Judith Butler, hatta Angela Davis vs. gibi isimler akademik dünyanın organik bir üreteni durumundalar. Tarık Ali mesela bu konuda bu örneklerin dışında durmakta ve Türkiye’deki örneklerine daha çok benzemekte. Türkiye’de ise bu entelektüel kavramı ile üniversite birbirine ters düşmekte. İsmail Beşikci, Fikret Başkaya, Sait Çetinoğulu, Temel Demirer, Recep Maraşlı gibi örnekler ise ya akademik kariyeri çok erken bitirildi ya da direk siyasal mücadelenin içinde gelişimlerini yaptılar.
Yeni dönemin getirdiği sorunları, bir tek Barış Akademisyenleri’ne indirgemeden, bunun dünya çapındaki bir gelişimin, yani Bonapartlar döneminin, bir evrensel sorun olduğunu görerek, entelektüel duruşun tekrar tartışılması gerekmektedir. Aralarında Seyla Benhabib, Noam Chomsky, Etienne Balibar, Nancy Fraser, Bertell Ollman, Fredric Jameson, Warren Montag ve Saskia Sassen gibi isimlerin de bulunduğu yüzden fazla akademisyen Barış Akademisyenlerine desteklerini açıkladılar. Bu akademisyenler kendilerini 7 Temmuz günü Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na ortak bir metin ile e-posta aracığıyla ihbar ettiler
*Halis Yıldırım, LMU Münih Üniversitesi’nde felsefe doktorası yapmıştır. Bu alandaki çalışmalarını sürdürüyor. Hegel, Gramsci ve Benjamin’de tarih anlayışı ve Ermeni soykırımı konuları ile ilgileniyor.
[1] https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/07/05/durum-uzerine-tezler-ii-tarihi-dogru-okumak/
[2] https://www.blaetter.de/archiv/jahrgaenge/2017/februar/fuer-eine-neue-linke-oder-das-ende-des-progressiven-neoliberalismus
[3] https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2019/06/25/michael-lowy-ve-eleni-varikas-baris-icin-akademisyenlere-destek-icin-kendilerini-savciliga-ihbar-ettiler/
[4] Seyla Benhabib, exile, statelessness, and migration, Princeton University Press, 2018 S. 122
[5] https://www.artigercek.com/haberler/michael-lowy-entelektuel-gorev-hakikat-icin-dovusmektir