Enver Gökçe şiiri: Panzerler hâlâ üstümüze kalkıyor
Evet, bir sınıf şairidir Enver Gökçe. Ama sadece işçi sınıfının değil, aynı zamanda köylülerin, köylü sınıfının da şairidir...
Gökhan Arslan
Mehmed Kemal "Acılı Kuşak" demişti 40 kuşağını tanımlarken, Attila İlhan ise "Savaş Kuşağı". Türkçe şiirde 40 kuşağı kadar eziyet çekmiş, zorluklara katlanmış başka bir kuşak var mıdır bilmiyorum. Bunu sadece savaş ve yoklukla açıklamak da doğru değil. 40 kuşağı şairleri sosyalist ve toplumcu değerlere bağlı olan, halk için yazan ve büyük oranda Nâzım'ın izinden giden şairlerdi. Bunun sonucunda da ağır bedeller ödediler. Hayatlarını cezaevlerinde ve sürgünlerde geçirdiler. 40 kuşağı şairleri içinde bunları yaşamayan yok gibidir. Oysa 40'lı yıllara baktığımızda şairlerin biraz dağıldığını, farklı yönelimlere gittiklerini de görürüz. Bir yanda Mehmed Kemal, Rıfat Ilgaz, Hasan İzzettin Dinamo, Şükran Kurdakul, Attilâ İlhan, Cahit Irgat, Enver Gökçe, A. Kadir, Niyazi Akıncıoğlu, Ömer Faruk Toprak ve Arif Damar gibi toplumcu gelenekten gelen ve bugün 40 kuşağı denince ilk akla gelen isimler vardır. Ama diğer tarafta da Garip akımına yön veren Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat gibi şairler durur. Garip akımını her ne kadar bu üç şair üzerinden okusak da akıma yakın duran Fethi Giray, İlhan Demiraslan, Halit Şefik ve Baki Süha Ediboğlu'nu da 40 kuşağına dâhil etmek gerekir. 40'lı yıllar, genel anlamda bu iki kulvardan ilerlese de bu iki yönelimin dışındaki isimleri de unutmamak lazım. Toplumcu şairlere göre daha yerel kalmayı tercih eden Ahmed Arif, toplumcu bir bakış açısını benimsemiş olsa da halk şiiri formuyla yazan Hasan Hüseyin ve dönemin serbest şiir denince akla gelen isimlerinden olan Cahit Külebi, Ziya Osman Saba, Suat Taşer, Ahmet Muhip Dıranas ve Cahit Sıtkı Tarancı 40'lı yılların şiir birikimini oluştururlar. Yine de tüm bu çeşitliliğe rağmen 40 kuşağı tanımı genellikle toplumcu şairleri akla getirir.
40 kuşağı şairlerinin isimlerini günümüze kadar taşıyan şeyler biraz da şiirlerinden bağımsızdır aslında. Bu isimlerin şiirlerinin poetik değerini tartışmak haddime değil. Fakat Rıfat Ilgaz 'Hababam Sınıfı' olmasaydı bugüne kadar gelir miydi emin değilim. Ya da Cahit Irgat'ı oyunculuğu olmasaydı kaç kişi hatırlardı? A. Kadir, Nâzım'la bu kadar yakın olmasaydı varlığından bu derece haberdar olur muyduk? Mesela Hasan İzzettin Dinamo'nun 'Kutsal İsyan'ını çoğu insan bilir ama ya şiirlerini? Niyeyse, kuşağın tüm isimleri arasında en çok haksızlığa uğrayanın Niyazi Akıncıoğlu olduğunu düşünürüm hep. Herkes bir şekilde hatırlanmıştır ama Akıncıoğlu hep es geçilmiştir. Kuşağın birçok şairini (Attila İlhan, Arif Damar, Ömer Faruk Toprak) bugüne kadar taşıyan değişik etmenler var. Bu etmenler içinde şiirlerini de sayabiliriz elbette ama bu etmenlerin çoğu şiirin dışında gelişen durumlar. Tam da burada Ahmet Kaya'nın ve birkaç sanatçının Gökçe'nin unutulmamasına yaptığı katkıyı anmak gerek.
Toplumcu şiirin ve 40 kuşağının en önemli temsilcilerinden olan Enver Gökçe, 1920 yılında Erzincan'ın, şimdiki adı Kemaliye olan Eğin ilçesinde doğdu. Dokuz yaşındayken ailesiyle birlikte Ankara'ya taşındı. Cebeci Ortaokulu'nu, Ankara Gazi Lisesi'ni ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nin Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. 1947 yılındaki mezuniyet tezi Eğin türküleri üzerineydi. Gökçe, üniversite eğitimi sırasında Türk lehçeleri üzerinde çalıştı ve Divân edebiyatı alanında uzmanlık derecesi aldı. Dede Korkut masalları başta olmak üzere pek çok masalın derlemesini yaptı. Bu arada sosyalizmle tanıştı ve 1946 yılında kurulan Türkiye Gençler Derneği'nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Siyasi görüşlerinden dolayı öğretmen olması engellendi. Bunun sonucunda uzun süre yurt müdürlüğü yaptı. 1951 yılındaki TKP tevkifatında tutuklanması Gökçe'nin hayatında bir dönüm noktası oldu. Sansaryan Han'daki tabutluklarda iki yıl boyunca ağır işkenceler gördü ve sağlığını kaybetti. Yedi yıl süren hapislik ve iki yıllık sürgünden sonra İstanbul ve Ankara'da işsizlik ve yoksullukla boğuştu. Bunun üzerine Eğin'deki köyüne yerleşti. Fakat hastalığı ilerleyince tekrar Ankara'ya döndü. Yaşamının son yıllarını Ankara'daki Seyranbağları Huzurevi'nde geçirdi ve 1981'de hayata veda etti.
Enver Gökçe, ilk şiirini 1943 yılında Yurt ve Dünya dergisinde yayımladı. Ama esas tanınırlığı, çalıştığı Ülkü dergisinde yayımlanan şiirleri vasıtasıyla oldu. Bu dergide çalışırken Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Ahmet Kutsi Tecer gibi isimlerle tanışma fırsatı buldu. 40'lı yıllar boyunca Ant, Toprak, Gün, Söz ve Yağmur gibi dergilerde hem görev aldı hem de bu dergilerde ürünlerini yayımladı. 50'li yıllar, yaşadığı cezaevi ve sürgün günleri dolayısıyla Gökçe'yi unutulma noktasına getirdi. Fakat 60'lı yıllarda yeniden hatırlanması Gökçe'nin şiirini tekrar gün yüzüne çıkardı. 70'lerde ise dönemin en bilinen dergileri olan Yansıma, Türkiye Yazıları, Yaba, Doğrultu ve Sanat Emeği dergilerinde ardı ardına şiirlerine yer verildi. Ömrü boyunca edebiyat ve şiir için mücadele eden Gökçe, aynı zamanda Şilili şair Pablo Neruda'yı Türkçeye ilk çeviren şairdir. Neruda'nın şiirlerinden seçme çeviriler, ilk kez 1959 yılında Gökçe tarafından yayımlanmıştır.
Enver Gökçe'nin Mustafa Gökçe adıyla yazdığı iki biyografisi var. İkisi de 1958'de yayımlanmış. Bunlardan ilki Kemâlettin Kamu, ikincisi ise Ömer Bedrettin Uşaklı üzerine. Bunların haricinde, yakın zamana kadar yayımlanmış üç kitabı daha vardı Gökçe'nin: 1973'te basılan 'Dost Dost İlle Kavga' (ilk baskısı Yücel Yayınları), 1977'de basılan 'Panzerler Üstümüze Kalkar' (ilk baskısı Doğrultu Yayınevi) ve 1947'de tez olarak yazılmasına karşın ancak ölümünden sonra 1982'de basılan 'Eğin Türküleri' (ilk baskısı Yaba Yayınları). Eylül 2021'de Manos Kitap tarafından yayımlanan ve "Bütün Şiirleri" alt başlığını taşıyan 'Panzerler Üstümüze Kalkar' ise büyük bir açığı kapatıyor. Kitabın hemen başında kendi yazmış olduğu yaşamöyküsü ve ilk kez 1951'de Yeryüzü dergisinin 3. sayısında imzasız olarak yayımladığı "sanat ve sanatçı üzerinde" isimli makalesi karşılıyor bizi. Şairin 1951'deki TKP tevkifatında tutuklanmasından sonra kaybolan ve normalde 30 şiirden oluşan "yusuf ile balaban destanı"nın bazı parçaları (4 parça) 'Dost Dost İlle Kavga' kitabında vardı. Manos'un hazırladığı kitabın da ilk bölümünde ('Dost Dost İlle Kavga') yer alan bu destana "bu yusuf'un dünyaya bir hoş geldiğidir" isimli bir şiir daha eklenmiş. Ki kitabın arkasındaki notlardan, bu şiirin 1979 yılında Doğrultu dergisinde nasıl yayımlandığını Mehmet Ergün'ün söylediklerinden anlıyoruz.
Kitabın ikinci bölümünü, aynı 'Dost Dost İlle Kavga'da olduğu gibi dergilerde kalan şiirler oluşturuyor. İlk kitaptan farklı olarak bu bölüme altı şiir eklenmiş: Ülkü dergisinde yayımlanan "ağıt" ve "bir alıp satıcı gönül", Yaba dergisinde yayımlanan "türkiyem" ve "yapabilsem", Türkiye Yazıları'nda yayımlanan "ayaklar baş olacak" ve Sanat Emeği'nde yayımlanan "hastir lan!" Kimi şiirlerde Enver Gökçe zaman içinde değişiklikler yapmış. Bazı şiirlerin başlıklarıyla oynamış, bazı şiirlerin de dizeleriyle. Zaten Manos Kitap'ın bastığı toplu şiirlerin bir özelliği de bu. Yani tüm bu değişiklikleri ve önemli bilgileri dipnotlarda ve kitabın en arkasında notlar hâlinde vermesi. Böylelikle içinde soru işareti barındıran birçok konu da aydınlığa kavuşmuş.
İkinci bölüm kitaba da adını veren "panzerler üstümüze kalkar". 22 şiirden oluşan bu bölümden sonra, "yarım kalanlar" isimli üçüncü bölüm geliyor. Notlardan okuduğumuza göre buradaki şiirler İhsan Atar'ın, şairden kalan elyazmaları üzerinde yaptığı çalışmalar sonucu ortaya çıkmış. Buradaki şiirlerden bazılarının Yarın, Yaba ve Yazko Edebiyat gibi dergilerden alındığını görüyoruz. Ama bu bölümü asıl kıymetli kılan, Gökçe'nin Sansaryan Han'daki 3 no'lu hücrenin duvarına yazdığı şiirle, Mehmed Kemal'e verdiği 1938 tarihli bir fotoğrafın arkasına yazdığı şiir. Bu iki şiir, şairin şiirleriyle nasıl direndiğini ve hangi şartlarda olursa olsun, şiirden asla vazgeçmediğini göstermesi açısından oldukça önemli.
Enver Gökçe'nin bugüne kadar gelmesinde ve şiirinin hâlâ hatırlanmasında elbette Ahmet Kaya, Grup Yorum, Zülfü Livaneli, Sadık Gürbüz ve Timur Selçuk gibi sanatçıların katkısı yadsınamaz. Fakat Gökçe'nin şiiri sadece yapılan bestelerden ibaret değil. Gökçe, üç aşamalı gördüğüm bir şiir anlayışının merkezinde duruyor. Bir yandan toplumcu, bir yandan halkçı, bir yandan da politik bir şiiri var Gökçe'nin. Yani 40 kuşağının o bildiğimiz toplumcu geleneğine yaslanırken bunun yanına halkçı bir söylemi de alıyor. Daha da ileri giderek bu toplumcu-halkçı anlayışı kimi şiirlerinde politik bir düzleme taşıyarak evrenselleştiriyor. Bu açıdan bakıldığında, kuşak içinde poetik bağlamda Nâzım'a en yakın bulduğum isimdir Enver Gökçe. Zaten birazdan aşağıda değineceğim makine vurgusu, bu yakınlığı daha da görünür kılıyor.
Gökçe'nin şiirine baktığımızda nasıl ki bir bayrak gibi sallanacak ya da bir marş gibi söylenecek dizelere rastlıyorsak, aynı şekilde bir çiftçinin sessizce söylediği türkülere de rastlıyoruz. Kimi zaman bir halı dokuma tezgâhının sesini duyuyoruz onun şiirlerinde, kimi zaman da büyük fabrikalarda gürültüyle çalışan makinelerin sesini. Hatta zaman zaman aynı şiirin içinde bu iki sesi birden duyuruyor bize. Şiirlere dikkat edildiğinde, yerelin ve evrenselin bir potada nasıl birbirine eklemlendiğini kolaylıkla görüyoruz. Buradan hareketle şunu söylemek gerekiyor: Gökçe, bütün her şeyin ortasındadır; makinelerle sabanların, köyle kentin, azınlıkla çoğunluğun, içerisiyle dışarısının arasında. Bu yüzden her şeye eşit bir mesafeden bakar. Her şeye aynı yakınlıkta ve aynı uzaklıktadır. Bu her şeyin ortasında olma durumu, sınıf bilinciyle de kendini belli eder. Evet, bir sınıf şairidir Enver Gökçe. Ama sadece işçi sınıfının değil, aynı zamanda köylülerin, köylü sınıfının da şairidir. Bu nedenle en mekanik şiirlerinde bile köye/köylüye ait bir kavram çıkar karşımıza. Gökçe, işçi sınıfıyla köylü sınıfının tam ortasındadır ve her ikisine birden aittir. Çiftçilikle fabrika işçiliğini ayırmaz birbirinden.
Gökçe'nin şiirinde geçen meri keklik, traktör, başınan, kirkim kirt, de gayri, ömrübillah, he oğul, yarpuz, ko desinler, düşende ve yesirdiler gibi ifadeler onun yerele olan bağlılığını gösterirken; madde, türbin, Marx, rotatif, grayder, dozer, endüstri, bobin, entertip, kömür, çelik ve demir gibi sözcükler de sosyalist geleneğe olan inancını gözler önüne seriyor. Bu inanç her ne kadar içselleştirilmiş bir inanç olsa da aynı zamanda bir yönlendirme amacı da taşıyor. Bu noktada, 40 kuşağının yaratmaya çalıştığı toplumcu-poetik düzlemin, kitleleri etkileme ve olası değişime zemin hazırlama niyetinde olduğunu ve buna bağlı olarak birçok yerde sloganlaştığını da belirtmek gerekiyor. Yukarıda saydığım sözcükler içinde, özellikle "madde" sözcüğüne dikkat çekmek istiyorum. Gökçe'nin birçok şiirinde karşımıza çıkan bu sözcük, ister istemez sosyalizm ve materyalizme götürüyor bizi. Sözcük o kadar çok tekrarlanıyor ki bunun bilinçli bir şekilde yapıldığını kitap bittiğinde kolaylıkla fark ediyoruz.
Enver Gökçe'nin şiirinde dikkat çeken noktalardan biri de sık sık başvurduğu tekrarlar. Halk şiirinin de en baskın özelliklerinden olan bu tekrar olgusu, Gökçe'nin şiirine çok belirgin bir ritim duygusu katıyor. Aşağı yukarı her şiirde bir tekrar çıkıyor karşımıza. Bu da Gökçe'nin sadece şair değil, aynı zamanda türküler söyleyen bir halk ozanı olduğu gerçeğini getiriyor akla. Bir türkünün nakarat kısmı gibi zihinde iz bırakıyor onun tekrarları. "başlangıç" şiirinde "içinde", "uy kirpi kız kirpi" şiirinde "yok", "kirkim kirt" şiirinde "döne döne" ve şiire adını veren "kirkim kirt", "ağıt" şiirinde "ölüm", "yerine" ve "değil", "vatandaş" şiirinde "görmüşüz", "ömrümüzü" ve "bir yanda", "ilk adım" şiirinde "ilk mermi", "dost" şiirinde "biz olmasak" ve "gel", "39 harbi" şiirinde "ettin", "karlı kabalaklı dağ" şiirinde "şu" gibi sözcükler sürekli tekrarlanıyor. Gökçe, bu tekrar olgusunu bazen öyle yerlere götürüyor ki "sağda gider" ve "onlar yoksul eti yerler" gibi şiirler sadece tekrarlardan oluşuyor. Bu yüzden, sık sık yinelenen tekrarlar şiirin duygusuna göre bizi bazen bir türkünün bazen de bir marşın ortasına bırakıyor.
Tekrarlar, halk şiirinin vazgeçilmez öğelerinden biri. Ahenk duygusu, tekrarların yarattığı o ritimden kaynaklanıyor çünkü. 40 kuşağına baktığımızda birçok şairde tekrarların yoğun olarak kullanıldığını görüyoruz. Buna en sık başvuranlar ise Enver Gökçe ve Cahit Külebi. Kuşak içinde, çok uzak olmasa da farklı yerlerde duran bu iki şairi buluşturan tek şey var: halk şiiri. Bu gelenek, bu iki şairi yakın kılıyor bir noktada. Buradan hareketle Nâzım Hikmet ile Enver Gökçe arasında kurduğum akrabalık ilişkisine Cahil Külebi'yi de dâhil ediyorum.
Enver Gökçe, çok da uzun sayılmayacak yaşamına sadece iki şiir kitabı sığdırdı. 40 kuşağının birçok şairi gibi zaman içinde unutuldu, unutturulmaya çalışıldı. Zaten politik düzlemde ilerleyen şairlerin sıklıkla unutulduğunu, kalıcı olanların ise türlü bedeller ödediklerini tarih bize öğretti. Şiirimizin tarihine bakıldığında, unutulan birçok şairin politik ya da toplumcu şiir yazdığını görürüz. Toplumcu şiirin bu kadar dışlanmasında hatta günümüzde yok sayılmasında şairlerin de büyük rolü var elbette. Poetik olarak tekrara düşmeleri, toplumun ve dünyanın değişen dinamiklerine ayak uyduramamaları, çoğu zaman slogana yaslanmaları ve kendilerini yenileyememeleri gibi nedenlerin bir noktadan sonra onları unutulmaya ittiği aşikâr. Kuşkusuz aralarından sıyrılanlar da var. Fakat bu unutuluş sürecinde, şairlerin ne kadar payı varsa, devlet politikalarının ve bu politikayı benimseyen bireylerin de payı var. Nihayetinde politik şiire karşı daha en başından kendini belli eden bir önyargı söz konusu. Enver Gökçe ve Niyazi Akıncıoğlu gibi şairlerin unutulmasında bu önyargının daha baskın olduğu kanaatindeyim.
40 kuşağının yaşadığı dönemi ve dönemin politik ortamını ancak anlatılanlardan ve okuduklarımızdan biliyoruz. Ve toplumcu şairlerin şiirleri o dönemdeki politik atmosferi ve toplumsal sorunları anlamamıza ışık tutuyor. Günümüzde politik şiirin ne kadar az yazıldığını hesaba katarsak, bu şairlerin gerçekten de nasıl bir kavgaya giriştiklerini anlayabiliyoruz. Oysaki değişen pek bir şey yok politik olarak. Panzerler hâlâ üstümüze kalkmaya devam ediyor. Ve buna direnebildiğimiz kadar direnmek zorundayız.