Korona günlerine denk gelişine sevinmiştim ramazanın. Oruç zira
içe dönmeyi, özben ile hemhal olmayı mümkün kılan ibadetlerden
olduğu için karantinaya pek yakışacaktı bence. Son beş altı yıldır
mümkün mertebe kapanırdım da içime. İftar daveti vermez,
ziyafetlere gitmez, dünyevi işlere de zorunlu olanlar haricinde
tatil ilan ederdim kendimce. Sadece okumalarımı hem dini hem
dünyevi olanlara dair ayrımsız sürdürür ve yazmaya çalışırdım. Bu
yıl herkesin ister istemez böyle kendi içine kapanma mecburiyeti,
reddetmek zorunda kaldığım iftar davetleriyle karşılaşmayacağım
için sevindirmişti. Ne büyük yanılgı!
Tiksindirici provokasyonlarla oruca, oruçluya saygısızlık
ithamlarını duymak ihtimali karantina günlerinde mümkün değil
şükür. Ancak tabiat boşluk kabul etmez misali “kendine Müslüman”
olan dindarların, ibadetlerine saldırı hissetmeden ibadet
edemeyenlerin, kışkırtılma açlığını doyurma işini üstlendi Diyanet
İşleri Başkanı. Başkan zan ve ithamlarını toplumun en kırılgan
kesimlerini hedef gösterecek şekilde hutbesine yerleştirince artık
ne ramazanın huzuru ne orucun sekineti söz konusu. Yeme içmeyi
kesince çatışmadan beslenmeyi seçenlere gün doğdu böylece. Özben,
muhasebe filan hak getire…
Devlet memuru başkan ve memuriyet görevini yerine getirerek
iktidarın beden ve nüfus politikalarını destekleyecek bir nefer
kıldı dini. İslam tarihinde ilk örnek değil tabii tersine son
derece sık rastlanan sıradanlaşmış din-devlet ilişkisi
örneklerinden birisi. Laik devlet desek yok öyle bir dayanak. Hukuk
devleti desek yine elimiz boş. Öyleyse Ali Erbaş’ın iddialarına
dinden itiraz yükseltmeye devam. İşin tuhafı çok yüksek bir bütçeyi
yöneten, Diyanet ve Başkanı devletin en güçlü kurumlarından birisi
olduğu halde hayli de alıngan. Hedef gösterme yoluyla fiilî linç
çağrısı sayılacak sözlere yükseltilen itiraz, başkanın, sosyal
medyada sözlü olarak linç edilmesi sayılıyor. Gerçeğin bu denli
ters yüz edilişine şaşırdık mı? Hayır.
Her gün şiddetle burun buruna yaşayıp çoğu zaman seçtiği yaşamın
bedelini canıyla ödediği halde devletin şiddetten koruma görevini
yerinde getirmediği, basının dahi haberleştirmediği cinayetler
nedeniyle LGBTİ+ bireyler, toplumun en kırılgan kesimlerinden.
Ancak en kudretli devlet memuru onlar kadar dayanıklı değil
anlaşılan ki koruma kampanyası başlayıverdi. Köprülerin altından
çok sular aktığı için şimdi vatandaş başkanı koruma yarışında
halkın hak savunusunu engelliyor. Devletlüler boş durur mu hemen
davranmışlar klavyeye. Örneğin devletin sözcüsü İbrahim Kalın
başkanın, “İlahî hükmü” dile getirdiğini söyleyivermiş. Hadi canım
sende! Gerçekten hadi canım sen de! İlahî hükümmüş, gerçekten İlahî
hükümse göster kitaptaki yerini! “Eşcinsellik ve zina salgın
hastalıkların sebebi” sözü, Kur’an’ın neresinde geçer, Başkan ya da
Kalın göstersin bir zahmet. Ama gösteremezler çünkü bu iddia “bâtıl
itikat”lardan.
Korona karantinasında artan cinsiyet temelli şiddet karşısında
kılını kıpırdattığına dair, somut ve acil önlemler almayan, bu
konuda tek kelam etmeyen ve işin garibi eşcinselleri şiddetten
koruma görevini de üstlenmiş olan AÇSH Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk
da geri durmamış. Tabii ki eşcinsellerin değil Başkan'ın yardımına
koşup “yanlız” değildir diyenler kervanına katılmış. Şiddetle
mücadele görevini ihmal eden bakan, şiddete açık hedef göstereni
destekliyor. Dinler tarihi açısından vakayı âdiyeden olsa da ülke
siyaseti açısından ibretlik olaylar yaşıyoruz şu ramazanda.
Yetmiyor devletin yargısı giriyor devreye ve halkı kin ve
düşmanlığa sevk ederek toplumun bir kısmını diğerine karşı şiddete
açık hedef haline getirecek sözleri sarf eden başkana değil ona
itiraz eden baronun açıklamasına yönelik “halkın bir kesiminin
benimsediği dini değerleri aşağılama” suçundan soruşturma
başlatıyor. Her şey tepe taklak.
Diyanet İşleri Başkanı'nın sözü, İlahî hüküm sayılıyor! İmam-ı
Âzam Ebu Hanife, Kur’an ve Peygamber dışında sahabe dahil herkesin
ve akıl yürütme yoluyla tespit ederek mütevatır hadis kabul ettiği
17, yazıyla tekrar edeyim on yedi hadis dışındaki her sözü,
eleştiri ve sorgulamaya açık görürken Hanefî mezhebine tabi olduğu
söylenen Diyanet İşleri Başkanı'nın sözü İlahî hüküm sayılıp,
tartışılmaz kılınmaya çalışılıyor. İktidar gücüyle, zoruyla,
baskıyla, İslam’ı devlet dinine dönüştürme çabası bu. Hakikati ters
yüz etme yöntemiyle yapılan böylesi baskılar tarihteki ilk örnek
değil maalesef. Bizzat İmam-ı Âzam’a, zamanın devleti sırf bu
nedenle ne eziyetler etmiş, zindanda öldürmüştü. Tıpkı Katolik
Kilisesi'nin engizisyonu gibi tövbe etmeye zorlamışlardı, Ebu
Hanife’yi. Devletten tövbe etmeyi kabul etmemiş olacak ki zindanda
öldü.
Devlet dinine itirazları, dinin muktedirin emrine girmesini
kabul etmeyişi, öldürülme nedenlerinden sadece birisi olan İmam,
içtihatlarıyla yaşadı. Muhalif yorumlarına son vermek isteyen
Hanife'nin Bağdat Kadılığı görevini kabul etmeyişi, susturmak için
öldürmek yoluna gidildiği yorumlarına yol açmıştı. İslam’ın erken
dönemlerinde, Hicretin 150’inci ve Miladın 767’inci yılında onu
öldürenlerin yolundan gidenler, bugün onun içtihadını içten
çürüterek bir kez daha öldürmeye çalışıyor. “Eşcinsellik ve zina
salgın hastalık sebebi” gibi gösterilmek yoluyla kanırtılan
ataerkil zihniyet göreve çağrılıyor. Kitapta yeri olmayan bu bâtıl
iddia karşısında Müslüman teologlardan ses çıktı mı bilmiyorum.
Bildiğim şu ki İmam-ı Âzam’ın bile içtihatları tartışılabilir, onun
yöntemi gereği tartışılmalıdır ama onun iktidar karşısındaki
dirayetli duruşu taklid edilmelidir. Hanefi olduğunu söyleyenin
yapması gereken budur. Kısacası eşcinsellere nefret yüklü söyleme
en çok itiraz etmesi gerekenler dindarlardır. Başka bir söyleyişle
bugün eşcinsellere ve nikahsız birlikteliklere dair Kitabın
dışından edilen sözlere Kitabın ortasından itiraz, dindarın dinini
ve aklını, akıl sağlığını koruma görevi kabul edilmeli. Hem insan
hakları savunuculuğunun hem Allah’ın ipine sarılarak, ataların
dinine itirazın gereğini ve yöntemini de bin iki yüz yıl önce Ebu
Hanife göstermiş.