Vaşington’daki görevime 2008 Ağustos ayında başlamıştım. Büyükelçilikteki müsteşarlardan biri olarak Irak ve terörle mücadele dosyaları bendeydi. Sonra bir arkadaş ayrıldı onun baktığı dosyalardan İran’ı da ben aldım. Derken dönemin başbakanı Erdoğan’ın, 2009 Kasım ayındaki Bağdat ziyaretinde “Erbil Başkonsolosluğu’muzu açıyoruz” diye açıklama yaptığını gördüm. Hemen Ankara’da Irak Özel Temsilcisi’yken yardımcılığını yaptığım o zamanki Bağdat Büyükelçisi Murat Özçelik’e telefon ettim. “Çizmelerimi giyeyim mi” diye sordum. Büyükelçi Özçelik her zamanki kocaman kahkahalarından birini attı, “derhal” dedi. Ertesi gün yine o dönemki Dışişleri Müsteşarı Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu beni aradı, “seni Murat mı kandırdı, bana doğru söyle” dedi. “Yok vallahi ben kendim istiyorum” deyince, “iyi o zaman benim de içim rahat eder sen Erbil’e gidersen” deyip kapattı.
Hakkını teslim edelim, o zamanki Başbakan Erdoğan’ın bastırıp kurulu düzenin direncini kırması ve çalım çalım gidip taca çıkan neo-Osmanlıcı ve İhvancı soslu ümmetçilik yapmayı Hamidiyen diplomasi sananların işi sulandırmasını kararlı tavrıyla aşması olmasa, Erbil Başkonsolosluğu açılmaz ve alınan karar bu denli çabuk uygulanmazdı. Uygulamada, Müsteşar Büyükelçi Sinirlioğlu’nun (halen New York’ta BM nezdinde Daimi Temsilci) ve Bağdat Büyükelçisi (daha sonra Kamu Güvenliği Müsteşarı, CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Milletvekili) Özçelik’in de zamanına göre cesur, sessiz ve olumlu katkıları olduğu da yadsınamaz. Velhasıl, Başbakan Erdoğan’ın Şubat ayında “neden hala Erbil Başkonsolosluğu açılmadı” diye konuyu bilinen stiliyle “takibi” üzerine, ben 2010 Mart ayı başında apar topar Vaşington’dan ayrılıp, Ankara’ya gittim.
Ankara’dayken, Erbil’e yola çıkmadan son talimatları almak üzere, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu makam odasında bir toplantı yapıldı. Odada benden başka, Müsteşar Büyükelçi Sinirlioğlu ve (şimdi FETO davasından tutuklu bulunan) Özel Kalem Müdürü Gürcan Balık vardı. Sözün bir yerinde ben, böyle taze bir açılım yaparken Türkiye Başkonsolosu’nun Irak anayasasında yazılı olduğu şekliyle “Kürdistan Bölgesi” yerine bizim kullandığımız “Kuzey Irak” ibaresinde ısrar etmesinin beni gülünç duruma sokmanın ötesinde, ülkemizin itibarını zedeleyip, açılım siyasetinin samimiliğini sorgulatacağını belirttim. Uzun meşveret sonunda “bana özel” olmak kaydıyla yazışmalarda ve temaslarda “Irak Kürdistan Bölgesi” terimi kullanma izni verildi. Sayın Bakan ve Müsteşar ayrıca, görevimin hassasiyeti hasebiyle, medyanın üzerime gelebileceğini, hakkımda şikayetler olabileceğini, bunlara aldırmamamı, her zaman ulaşılabilir ve arkamda olacaklarını da belirttiler. (Gerçekten öyle mi oldu, o başka hikaye.)
O arada nedense Bakan’ın aklına geldi, dönüp Müsteşar’a “bizim Bakanlık’ta Kürt var mı” diye sordu. Feridun Bey bana baktı, bir sessizlik oldu. Neden sonra bıyıkaltından gülerek, muzip bir ifadeyle “yok” dedi. Doğrusu, hep beraber gülüştük. Olsa da kimsenin “ben Kürdüm” diye ortaya çıkmayacağını konuştuk. Ben Aleviler için de aynı yaklaşımın geçerli olduğunu ekledim. Yeri gelmişken nakledeyim, yabancı heyetlerle yapılan müzakerelerde yeri gelip Bakan’ın (mesela Gül veya Davutoğlu) “ben heyetimde kim Alevi bilmem, sormam bile” dediğine tanık olmuşumdur. Evet böyledir, ama ABD silahlı kuvvetlerinin zamanında (şimdi terk ettikleri) eşcinsellik politikasında olduğu gibi “sorma, söyleme” kuralı da yazılı olmadan geçerlidir. Yani, önemli olan o heyetteki Kürt veya Alevi memurun “evet Sayın Bakanım, misal ben Kürdüm/Aleviyim” diye gönül rahatlığıyla ortaya çıkabileceği hukuk ve özgürlük ortamını sağlayabilmektir.
Sonuçta 10 Mart 2010 günü, TRT Şeş’in kurulmasında büyük emeği geçen (ve değişmeyen “dokunan yanar” kuralı gereği bu yüzden bilahare başı derde girmiş olan) Bakanlık’ta Kürtçe ve Arapça’ya hakim tek kişi İdari Memur Sinan İlhan’la birlikte Erbil’e indik. Benim zaman içinde “mamosta” lakabını taktığım ve IKB makamlarından muhataplarımızın da ağız alışkanlığıyla “mamosta” diye hitap etmeyi benimsediği İlhan’ın o ilk dönemki olumlu katkısı unutulmaz. Neyse, İlhan’la ikimiz “Çakma Sheraton” olarak bilinen Erbil International Oteli’nde (üç ay orada kalacağımızı bilmeden) kendimize birer oda, bir de ofis diye kullanırız düşüncesiyle bir suit tutup, yerleştik. O suiti de çoğunlukla otel lobisinde yaptığımız görüşmelerden ziyade, sadece resmi yazışma yapma amacıyla kullandığımızı görüp, bir süre sonra bıraktık. Aracımız da yoktu ama ilk günden eski Başbakan (o dönem IKB Başbakanı Dr.Berham Salih’ti) Neçirvan Barzani’nin talimatıyla “protokolden” bize iki araç tahsis edildi. Yine ilk günden, ben “ne zaman bizi kabul eder” diye kaygılanırken IKB Başkanı Mesud Barzani’nin hemen ertesi gün bizi Erbil dışındaki Selahaddin’deki karargahında beklediği haberi bize iletildi.
Selahaddin, Erbil’e yakın bir tepelik. Hayal gücünüzü zorlarsanız Ulus ile Çankaya gibi. Eskiden orada Saddam’ın yazlık saraylarından biri varmış. Şimdi yerinde IKB Başkanlık Sarayı ve yerleşkesi bulunuyor. Hatırlayacaksınız, o dönemlerde İsrail’de bir yapay “koltuk krizi” yaratılmıştı. Ulusalcı kısmı başta basın her türlü protokoler ayrıntıya şahin gibi atlıyordu veya kurulu düzenden talimat öyle geldiği için AKP iktidarını oradan vurmaya çalışıyordu. Ben de Mesud Barzani hep şeytanlaştırıldığı, Kürtler genel olarak düşmanlaştırıldığı için içimden bir tatsızlık çıkmasa diye dua ediyordum. Yol boyu, Bizans Sarayı’na giren Kara Murat gibi zihnimde acımasız bir hükümdar ve “ühühehaha” diye Erol Taş kahkahaları atan muhafızlar canlandırıp, Pembe İncili Kaftan’daki gibi onurlu bir çıkış yapan elçi benzeri kareler kurup durdum. Mesud Barzani, yanına girdiğimde beni oturarak karşılarsa, hakir muamele görürsem, bunları nasıl aşarım, işi kişiselleştirmeden nasıl gerilimi yumuşatır, açılım siyasetinin kesintiye uğramasını önlerim diye kara kara düşündüm.
Öyle dalmışım ki bizi Başkanlık Sarayı’na götüren araç durduğunda irkildim. Başım önümde idama giden bir mahkum gibi ağır adımlarla basamaklardan çıkarken, kafamı kaldırınca baktım ki Mesud Barzani alamet-i farikası peşmerge üniformasını giymiş, güleç bir yüzle merdivenin başında beni bekliyor. Bu defa basamakları ikişer, üçer atlayıp “niye zahmet ettiniz” yollu bir giriş yaptım. Flaşlar patladı, karşılıklı sırıtarak uzun uzun el sıkıştık. Bir yerlerde, Mesud Bey’in temastan hoşlanmadığını okumuş olmasam, abartıp sarılıp yanaklarından bile öpmeyi aklımdan geçirmedim değil. İçeride Erbil’e giden yola tepeden bakan kabul salonunda (aslında kütüphane odası), sıcak bir sohbet yaptık. Sohbetin sonuna doğru bir ara, Mesud Barzani kişisel bir isteğim olup olmadığını, not tutanlara yazmayı bırakmalarını söyleyerek, sordu. Ben de Erbil’deki görevim boyunca ailemin güvenliğinin ona emanet olacağını belirttim. Cevaben elini başını üzerine götürerek daha sonra üç yıl üç ay boyunca pek çok örneğini göreceğim Kürt ev sahipliğini yansıtan şekilde “başım, gözüm üzerine” dedi. Duygulanmam bir yana, üç yıl üç ay boyunca ailecek kapımızı dahi kilitlemeden yaşadığımızı eklemeliyim.
Kendime sekiz yıldır Türkiye’yi ziyaret etmemiş Mesud Barzani’yi ilk üç ayım dolmadan Ankara’ya götürmek hedefi koymuştum, gerçekleşti. O yılki 29 Ekim kutlamasına da geldi. Ev sahibi IKB bayrağı bayrağımızın yanına asıldı. IKB’nin (Mahabad’dan kalma) “Ey Reqib” marşı çalındı. Şimdi gülünç gelen pek çok takıntı aşıldı. THY seferleri başladı, bankalarımız şubeler açtı, Ticaret Ataşeliği faaliyete geçti. Diplomasi esasen işadamları, müteahhitler, petrolcuların açtığı yoldan yürüdü, sonra onların önünü açar oldu. IKB’de FETO okulları, hastanesi 1994’den bu yana faalken (o da ayrı bir fasıl olsun), İhsan Doğramacı’nın Erbil kökenli olmasıyla Bilkent Okulu da açıldı. Karşılıklı Bakan düzeyinde üst düzey ziyaretler alışılageldik hal aldı. Türkiye-Irak tarihinde Erbil’e ilk Başbakan düzeyinde ziyareti de Sayın Erdoğan 29 Mart 2011 tarihinde gerçekleştirdi. Kent, Türk bayraklarıyla donandı.
Bana mı ne oldu? Ben önce Kürtçü, sonra Barzanici, nihayet Neçirvancı ilan edildim. Hatta PKK’lı bile oldum. Rüşvetçiliğim de kalmadı, din düşmanlığım da. Ankara’ya –sümmehaşa (!)- “Başkonsolos basbayağı Kürt, bu nasıl kepazelik” yollu jurnallendim. Son dönemlerimde hem Kürt siyasal hareketi hem AKP’ye yakın çevreler “Fethullahçı” olduğumu dahi yayar oldu. Özelde Erbil, genelde Irak Kürdistanı Ankara’yla o denli doğrudan bağları olan bir yer ki, arka kanallar sonsuz ve tezviratın önüne geçmenin imkanı yok. Bakanlıkla sözlü mutabakatımıza göre iki yılda Büyükelçi atanacaktım, olmadı iş uzadı üç yılı geçti. Araya bir de “kaset işi” (onu da ayrıca anlatırım) girdi. Beni karanlıkta onca sene kim(ler) dövdü, bilemedim. Anlayacağınız, dışarıda IKB açılımı ve içeride barış süreci dönemi sürerken bile Kürt meselesi için bürokraside geçerli “dokunan yanar” kuralı tıkır tıkır işledi. Neticede merkeze dönme talimatı alınca, 2013 Mayıs ayı sonunda Erbil’den döner dönmez istifa ettim, yirmi yıllık meslek hayatımı bırakıp, hariciyeden çıkıp gittim.