Ercan Kesal: Hatırlamak, seçerek unutmaktır

Ercan Kesal, yeni kitabı 'Hekimlik Sanatları'nı anlattı. Kesal'la hekimlik yıllarını ve o dönemlerinin edebiyat ve sinemaya olan etkisini konuştuk.

DUVAR - Hekim, yazar ve oyuncu Ercan Kesal'ın yeni kitabı 'Hekimlik Sanatları', İletişim Yayınları'ndan çıktı. Kesal, kitabını ve hekimlik yıllarını anlattı, genç hekimlere tavsiyelerde bulundu.

Aslında sizin üslubunuzu tanıyanlar için çok bilindik bir kitap. Yine o naif Ercan Kesal anlatısı diyebiliriz. Ercan Kesal deyince aklıma gelen şu oluyor: Hafıza. Müthiş bir hafızanız var. 6 yaşından başlıyor sizin hikayeniz, anlatmanız. Avanos'taki o çocuk, gazoz satan babası, fedakar annesi ve abileriyle olan ilişkisi. Ve yıllar geçiyor. Artık o çocuk büyüyor; önce Ankara Siyasal'a gidiyor, daha sonrasında ilçesindeki o hekimlik sevdasından bir türlü vazgeçemeyip kendisini tıbbiyede buluyor. Sonrasında 40'lı yaşlarda sinema, senaryo, özel hastane işletmeciliği, hastane, doktor ve sanat, yazma... Tüm bu pratikleri yan yana getirme biçimi. Bunların hepsi aslında sizin hafızanızın çok kuvvetli olmasından kaynaklanıyor. Hafızanızın bu kadar kuvvetli olması ve bu kadar çok şeyi hatırlayıp anlatmak zor mu, yük mü sizin için? Eğer keyifse nasıl bir keyif bu?

"Hatırlamak, seçerek unutmaktır" lafıyla başlamak lazım. Daha önce de kullandığım, yazdığım bir tespit. Çok güçlü, şaşmaz ve bir çeşit kaydedici gibi bir hafızam olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Belki dün akşam ne yediğimi unutmuş bir adam bile olabilirim. Mesele yaşadığım her şeyi kaydetmek değil de seçerek unutmayı bilmek. Hatırladığın şeyleri seçmek, ayıklamak ve onları daha da parlatmak, ortaya çıkarmak. Hakikaten geçen hafta bazen günleri bile karıştırdığım birkaç şeyi yaşamış ve unutmuş olabilirim. Ama mesela 19 Şubat 1987'de öğleden sonra bana gelen hastanın üzerindeki kazağı hatırlıyorum. Bunun sebebi de, bazı şeylerin altını çiziyoruz ve bazı şeyleri bizde kalıcı izler bırakıyor. Her şeyi hatırlamıyorum kuşkusuz, bir sürü şeyi unuttuğum için bence bazı şeyleri daha güçlü hatırlıyorum. O yüzden hatırlamak, seçerek unutmaktır diye kastediyorum. Benimki gibi yazan, çizen bir adam için zaten bu yöntem işe yarıyor. Yani her şeyi hatırlamaya kalkışsam, herhalde içinde boğulurum ve hiçbir şey yazamam, içimden çıkamam diye düşünüyorum. Özellikle bir şeylerin peşine düşüyorum.

Editörüm Tanıl Bora benden böyle bir kitabı yazıp yazamayacağımı sorduğunda yine benzer şeyleri konuştuk üç aşağı beş yukarı. Türkiye'de benim kendi hekimlik tarihimi aslında kendi şahsi tarihimden de ayırt etmeden anlatabileceğimi fark ettim. Onu söyledim. Bu yüzden bir hekimle ya da bir sağlık meselesiyle ilgili "neyi hatırlıyorum" diye baktığımda da zaten kitabın girişindeki o karlı kış günündeki Avanos'ta bana penisilin yapmaya çalışan sıhhiyecinin bendeki travması, iziyle başlıyorum. Onu o kadar iyi hatırlıyorum ki.

Hepimizde vardır böyle şeyler. Sonra da sırasıyla kendi ailemi, beni hekimlik arzusuyla buluşturan sebepleri, babamın gizliden gizliye belki benim hekim olmamla ilgili üzerimdeki etkileri... Bütün bunları yazmaya çalıştım ve ortaya böyle bir kitap çıktı. Bu yüzden hafızayla ilgili söyleyeceğim şey, "Ya bende müthiş bir hafıza var, hiçbir şey unutmuyorum" değil de, "Ya ben aslında bir sürü şey unutuyorum." Bu yüzden bazı şeyleri çok iyi hatırlıyorum.

'BÜTÜN KİTAPLARIMI ANNEM YAZDIRMIŞ GİBİ GELİYOR'

Hayatınızdaki dönüm noktası olan hikayeleri hiç unutmuyorsunuz. Diğer kitaplarınızda baba figürünü çok ciddi okuduk. Aslında hayranlık duyulan da bir baba gördük ama bu kez anneniz ve yazı üzerinden bir ilişki kuruyorsunuz. Annenizin ölümünün sizin üzerinizde bıraktığı etkiyle yazıyı bir araya getiriyorsunuz. Bu kitapta anne ve yazı var. Yazı da burada metaforik olarak yeniden doğmak ya da büyümek ve gelişmek anlamına mı geliyor? Annenizin özellikle yazıyla olan ilişkinizdeki etkisi hakkında ne söylersiniz?

İnsan kendi anne babasını seçemez, kendi doğumuna karar veremez ve kendi doğumuyla ilgili ve sonrasıyla ilgili çok fazla bir şey söyleyemez. Bir iradesi, müdahalesi yoktur kuşkusuz ama insan kendisini yeniden doğurabilir, inşa edebilir. Hep buna inandım. Bu kendini yeniden inşa etmek ve kendini bir kez daha doğurmakla ilgili yine vazgeçilmez sebebiniz, neşet ettiğiniz yeri yine sizi ilk kez doğuran annenizmiş meğer. Onlarsız hiçbir şey yapamadığımı, onlarsız hiçbir şey olduğumu fark ettim.

Annem okuma yazması olmayan bir kadındı ama samimiyetle hep söyledim bunu, bir çeşit tuhaf bir metafor olsun falan diye de değil bu. Bütün kitaplarımı annem yazdırmış gibi geliyor bana. O olmasaydı ne yapardım falan diye düşünüyorsunuz. O yüzden annemin temsil ettiği şeyin de sadece bir ebeveyn olmanın ötesinde, bir Anadolu hafızası olduğunu. Yani annemin okuma yazmamış olmakla değişmeyen bir birikimi vardı. Bu birikimin farkında değildi belki ama onun bir taşıyıcısı olarak da bana el verdi diye düşünüyorum. Çok aklı karışık bir adamım, bir sürü okullarda okumuşum, bitmeyen de bir öğrenme merakına sahibim ama eninde sonunda yine anamın söylediği üç beş kelimeye dönüyorum. Acaba bütün bunları abartıyor muyuz falan diye de düşünmüyor değilim. Bu eğitim, öğretim meselelerine, müfredat konularına bir kere yeniden, başka bir gözle yeniden mi bakmalıyız acaba? Acaba bilgiden daha çok bir bilgelik mi ihtiyacımız olan şey ve biz bu bilgelik denilen şeyi ihmal mi ediyoruz, gözden mi kaçırıyoruz? Artık bir kıymeti harbiyesinin olmaması mı bu kadar çaresizliğimizin sebebi?

Bilgelik bir toplumun çok uzun yıllara yayılan hafızasının bir araya gelip aslında o ortak değerleri anlatması, belki de sizin kendinize yakın gördüğünüz nokta olabilir. Aslında annenizin sesinde bütün o Anadolu'nun söylemek istediği o kadim meseleyi duyuyor olabilirsiniz. Belki bu yüzden bizim ihtiyaç duyduğumuz ya da özlediğimiz şey o bilgeliktir.

Tam olarak öyle ve el vermek dediğim de işte bu galiba. Yani bir master ya da doktora eğitimi de yapabilirsiniz, kendinizi bu anlamda yetkin düşünebilir ve böyle iddia edebilirsiniz ama el almak diye bir şey var sanki ve ben bu Anadolu kadınından el aldım galiba. Yani anam bana böyle bir şey bağışladı. Bir de şu, ben anama bir şey sorduğumda, bir sorunun cevabını beklediğimde o bana direkt cevap vermezdi. Bir hikaye anlatırdı. Ben o alakasız gibi gözüken o hikayeden zaten sorunun cevabını bulurdum. Bu anlatı geleneğini de sanki yine ondan öğrendim ben. 'Peri Gazozu'ndan beri kitaplarımdaki, dil, üslup ya da biçem anlatma yöntemim tam bir hikaye türüne girmiyor. O yüzden bir anlatı diye tarif edebileceğimiz, Galeano'dan mülhem, biraz Galeano'ya da benzetebileceğimiz tarz, anamın sanki bir armağanı gibi geliyor.

'ÇOK OKUMAZSAN YAZAMAZSIN'

Evet, Galeano o Latin Amerika'nın kendine özgü kadim anlatısının peşinde, siz Anadolu'nun kadim anlatısının peşindesiniz. Ama bence ortaklaştığınız başka bir nokta daha var. O da o dinleme arzusu. Evet bir anlatan var ama dinleyebilmek de çok büyük mesele. Siz bunu nasıl yaptınız? Yıllarca önce annenizi dinlediniz, sonra Anadolu'nun ücra bir köşesinde hastayı dinlediniz, sonra kendi özel hastanesi açtınız, orada belki çalışanınızı dinlediniz. Setlere çıktınız, belki yönetmeni dinlediniz, oradaki ışıkçıyı dinlediniz. Ama bu kadar şeyin birikmesinin aslında başladığı noktalardan birisi de o dinleme arzusu.

Yazmakla ilgili ilk öğrendiğim şey şu olmuştu, çok okumazsan yazamazsın. Bunu kavrayınca asıl işimizin okumak olduğunu, yazmak denilen işin ancak okumakla başlayan bir şey olduğunu fark ettim. Konuşmak da dinlemekle başlayabilen bir şey. Dinlemeden konuşmaya başlarsanız ya da kalkışırsanız aslında kendi kendinizle konuşursunuz -ki bu budalalıktan başka bir şey değil.

Bir başkasını, başkalarını dinlemeden konuşmaya kalkışmak kibirden öte bir sıfat kazandırmaz. Yine hakikaten şükran borçluyum. Demek ki annemi, ebemi, benden öncekileri dinlemekle başlayan şey alışkanlık. O durum hekimlikle güçlü bir şekilde devam etti, çünkü bizdeki anamnez dediğimiz, hastanın hikayesini almak, hastanın hikayesini dinlemek, esasında teşhisle ilgili yüzde 50-60'lık bir kolaylık sağlar size.

Rahmetli -kitabın içerisinde de var- İsmail Ulutaş hocamız, anatomi hocamız Ege Tıp'tan. "Oğlum" derdi, "Hasta kapıdan gelip masanızın önündeki sandalyeye oturuncaya kadar eğer teşhisini üç aşağı beş yukarı koyamıyorsanız kötü bir hekimsiniz.". "Ya hocam daha dur bir otursun sandalyeye, bize bir şey söylesin, hasta ağrıyan yerinden bahsetsin, derdini anlatsın." Ya bile müsaade etmeyen bir hekimlik yaklaşımıydı ve çok doğru bir yöntemmiş meğer bu, çok doğru bir yaklaşımmış. Çünkü hakikaten her hastanın ayrı bir kafa açışı, bakışı, yürüyüşü, kokusu varmış. Bunu yaşadıkça görüyorsunuz. Üzerine bir de hasta size kendi derdini anlatırsa, çekinmeden, sakınmadan, günümüzde çok yaygın ve pek moda olan MR'lara, tomografilere, biyokimya tekniklerine gerek duymadan da pekala hastanıza teşhis koyabilirsiniz. Bunu yaşadım sahada. 

Tıbbın aslında bir sanat olduğunu söylüyorsunuz. Tabii kitabı okuyanlar da fark edeceklerdir. Bugünkü o kapitalizmin içerisindeki sağlık hizmetine dair de bir eleştiriniz var. Tıp nasıl sanat oluyor? "Hasta vardır, hastalık yoktur" diyorsunuz bir de. Tamamıyla o ikili doktor ve hasta arasındaki o çok özel ve mahrem ilişkiyi çok insani bir noktaya çekmeye çalışıyorsunuz.

Çok eski bir düstur bu. Hastalık yoktur, hasta vardır. Bunun anlamı, her hastanın hastalığı kendine özgüdür. Bu yüzden biz her hastamızla yeniden yeni bir maceraya gireriz. Yine bu yüzden birtakım cetveller, birtakım formüller, birtakım kurallar bütün hastalıklar için uygulanabilir değildir. Sizin gribiniz ve nezleniz bir başkasına uymaz belirtileri açısından da, tedavi yöntemi açısından da. Ona her seferinde ayrı, yeni bir hastalıkla bir kez ve ilk kez karşılaşıyormuş gibi davranmak zorundasınız. Bu da beraberinde başka müspet bilimlerdeki, fizikteki, kimyadaki, hukuktaki ya da mimarlıktaki gibi kadim kurallar bizim mesleğimizde, hekimlikte her hastayla esasında yeniden keşfedilen, yeniden öğrenilen de bir yolculuğu size zorlar, o yolculuğu sunar. Yaptığımız iş bu yüzden öncelikle hastayı dinleme sanatıdır.

Sonra ona yaklaşma, onu anlama, onunla diğerkâm olma, sonra ona şefkat gösterme ve belki, onu tedavi etmede sonuçlanan bir yolculuk. Öncelikle hastalarımıza, onlarla olan ilişkilerimizdeki o mesafeyi, o bize hekimliğin ya da bilginin sunduğu iktidarın arkasına sığınmadan, o mesafeyi kaldırarak, sadece ve her seferinde onlara şefkatten başka bir şey veremeyeceğimizi de bilerek yaklaşmayı öğrenirsek biz de kendi pozisyonumuzu daha doğru bir yerde tutmuş oluruz. Orada hekim arkadaşlarıma, sonlara doğru kendimce naçizane bir dertleşme ve öğüt bahsi var. Bizim de potansiyel hasta olacağımız aşikar, biz de herhangi bir günde, yaşımızın herhangi bir zamanında bir hekim arkadaşımızın dudaklarından bizim için söyleyeceği şeylere korkuyla, kederle bakmak durumunda kalabiliriz. Hastalarımıza öncelikle vereceğimiz şey, şefkatten başka bir şey değil. O size bütün silahlarından arınmış ve çok aciz bir şekilde gelir ve sizden duyacağı her şey çok kıymetlidir onun için. Böyle birisine bir iktidarın arkasından birtakım tetkiklerle ve onun bilmediği cümlelerle yaklaşmak ve onu her istediğimiz zaman istediğimiz gibi eğip bükebileceğimiz, içine girip bakacağımız bir nesneye indirgemek çok ayıp. Bu yüzden yaptığımız şey çok hassas bir şey, hata kabul etmeyen bir şey. Bir ev yaparsınız, duvarını beğenmezsiniz, yıkarsınız ama hastanıza bunu yapamazsınız.

Hekimlik Sanatları, Ercan Kesal, 151 syf., İletişim Yayınları, 2023.

1985, Keskin Devlet Hastanesi önünde, pos bıyıklı genç bir hekim, Ercan Kesal, kitabın kapağında da var. Sizin deyiminizle anlatmaya çalışayım, soğuk ve yorgun bir Anadolu kasabasında. Nasıldı o günler?

Bir kere çok ümitli günlerdi. Bunu özellikle şimdi ümitsiz olduğumuz anlamında söylemiyorum ama koşulsuzca, hesapsızca bir ümit vardı. Biraz da hiç ölmeyecekmiş gibi, sonsuz bir yaşam hayal ederek başlıyorsunuz o yaşlarda. Dünyayla daha cesur ve daha kendine güvenen, daha atak ve çıkarsız ve hesapsız bir ilişki kuruyorsunuz. Bu çok temiz, çok güzel bir şey. Daha sonra epeyce yoruluyor ve kirleniyorsunuz ister istemez. Üzerinize bir sürü şey yapışıyor. Bazılarına bilerek müsaade ediyorsunuz, bazıları kendiliğinden yapışıyor.

Yaşlılıkla ilgili söyleyeceğim şey, aslında bitmeyen telaş. O yılların hesapsız kitapsız, çıkarsız şeylerine geri dönme telaşı. 'Çapaklardan nasıl temizlenirim, o masumiyet günlerine nasıl dönerim' telaşından başka bir şey değil aslında bir süre sonra yapmaya çalıştığınız şey. O yüzden Anadolu'da öyle bir kasabada, üstelik bana çok yakın, bildiğim, çocukluğumun geçtiği, insanını tanıdığım, hemşerilerim, yakınlarım olan insanlarla, bu sefer hekim olarak ilişkiye geçmek beni çok mutlu ediyordu. Çok heyecanlıydım, çok özveriliydim, biliyorum o yılları. Dinlemeye çok meraklıydım. Dinlediklerimi de yazma hevesim o yıllarda başlamıştı. Günce tutmak, şiir yazmak, o günleri kaydetmek... İleride çok işimi kolaylaştırdı. Şimdi yaptığım işle ilgili geri dönüp baktığımda oyunculuk ve senaristlik eğitimini almadığım, yönetmenlik eğitimini almadığım bir iş olmasına rağmen sanki bu o ilk hekimlik yıllarının kayıtları...

Bitmeyen hasta hikayeleri, bitmeyen geceler, otopsiler, raporlar, cezaevi hekimlikleri, o yolculuklar hem kendi kendimle karşılaştırdı beni, hem Anadolu'yla, Anadolu insanıyla, bilmediğim taraflarıyla. Bazen öyledir ya hani, derya içredir balıklar deryayı bilmez. Biraz da onları yeniden, farklı bir yerden bir kez daha tanımama vesile oldu. İyi yıllar, önemli yıllardı Ankara. Ankara bu yüzden sadece hekimlik anlamında değil, entelektüel anlamda da, politik anlamda da ilk beslendiğim ve güçlü anlamda etkilendiğim bir kenttir.

'ÖZEL HASTANECİLİĞİN BİTECEĞİ GÜNLERİ ÖZLEMLE BEKLİYORUZ'

O zaman biraz İstanbul'a gelelim. 90'ların sonu. İstanbul'dasınız, Okmeydanı'ndasınız. Uğraşarak bir özel hastane inşa etmeye çalışıyorsunuz, boşaltılan düğün salonu, kıraathaneler, zor boşaltılan yerler... Bunları görüyoruz. Bakınca Türkiye'de özel hastane dediğimiz kavram, aslında o sermayenin bir yerde o kapitalizmi de devam ettirmek için tıbbı kullandığı bir nokta. Fakat hep şu anlatılır sizinle ilgili: Yoksulların, solcuların kapısını rahat çaldığı bir hastanedir orası. Bir odanız vardır sizin ve o odada çok sanatçıyı tedavi ettiğinizi, bazılarını kaybettiğimizi de biliyoruz. Sizinle ilgili böyle bir anekdot da var. Önce bunu sormak istiyorum. Gerçekten böyle bir durum var mı? Bunu sizden duyalım. İkincisi de özel hastane işletmek, o 1990'ların zor döneminde Okmeydanı'nda olmak sizin dünyaya bakışınızı nasıl değiştirdi?

İstanbul'a geldiğimde kamudan istifa etmiş işsiz bir hekimdim. Ama işsizdim yani sonuçta. Artık sağlık ocağı yoktu, sağlık merkezleri yoktu hayatımda. Ve düzenli aldığım bir maaşım da yoktu Sağlık Bakanlığı'ndan. İstanbul'da tutunmaya, yaşamaya gayret eden bir adamdım. O yüzden bir süre sinemayı da çok isteyip uğraşmama rağmen olmayacağını görünce tekrar hekimliğimi, mesleğimi yapmak durumundaydım ve gidecek hiçbir yerim yoktu özel sağlık kuruluşlarından başka.

Orada şunu fark ettim ki, hızla büyüyen, metropolleşen bir kent var ve bu çok düzensizce ve kamu buna sağlık anlamında cevap vermiyor. Çünkü çok fazla öngörülemeyen ve plansız. Gecekondu bölgelerine de hızlıca hastane kurmak, kamusal bir plan olamayacağı için herhalde, oralarda hızla dispanserler, sağlık merkezleri, özel tıp merkezleri özel hastaneler -özellikle 84'ten sonra- Özal'lı yılların da getirdiği bir açılımla çoğalmaya başlamıştı. Ben de onlardan birinde çalıştım. Birkaçında çalıştım hatta. Sonra bir araya 95-96 Paris girdi. Döndüğümde yapabileceğim bir şey vardı. Kafamdaki kuruluş hayallerine ayak uyduracak birkaç arkadaş bulmak ve onlarla özel bir kurum oluşturmak, bir hastane. Ama farklı bir özel hastane. Nasıl olacak yani? Kamunun ücretsiz sunduğu ve sizin de gayet yıllardan beri inatla inandığınız, "bu işin özeli olmasın, sağlık bir hizmet değildir, haktır" inancınızla tenakuza düşen bir işin içerisine giriyorsunuz.

"Tamam ben böyle bir şey yapayım ama benzersiz bir özel hastane olsun." Ben hep buna uğraştım. Bir suçlu duygusuyla yapmadım bunu. Sadece hem İstanbul'da yaşayabilmek hem de o benzersiz özel hastaneciliği yapmak için çok çaba sarf ettim. 25 yıl kadar da yaptım bu işi. Geride böyle anılar, böyle anekdotlar kaldı. Bence eksiği var fazlası yok. Söylemekten hicap duyarım. Ama geriye doğru baktığımda özel hastanesinin web sitesinde yönetim kurulu başkanı olarak yazdığı yazıda (benim yazdığım yazıda), "özel hastaneciliğin biteceği günleri özlemle bekliyoruz" diyen bir yönetim kurulu başkanıydım ben. Bunu cesaretle yazmaktan da, söylemekten de hiç imtina etmedim. Elbette sağlık alınır satılır bir şey değildir. Elbette sağlık bir haktır, doğar doğmaz insanın sahibi olduğu. Hizmet olduğu zaman paraya tahvil edilir. Bu yüzden de alınır satılır bir şeye dönüştürülür ve pazara döner bu iş. Ne yazık ki sadece sağlıkla ilgili değil, hayatın her alanındaki bu globalizasyon, bu kapitalistleşme, her şeyin parayla ölçülebildiği bir dünyanın ortasında sağlığın da buradan etkilenmesi kaçınılmazdı. Ben kendi meşrebimce orada bunu, üstelik Okmeydanı gibi, Kağıthane, Çağlayan gibi, İstanbul'un hala periferi sayılabilecek yerlerde, küçük Anadolular'ın kuşattığı yerlerde, Sivaslılar'ın, Erzincanlılar'ın bulunduğu yerde yaptım bu işi. Hemşehrilerimle buluşmaya devam ettim. Keskin'den, Kırıkkale'den, Bala'dan farklı değildi benim özel hastanecilik yaptığım yerlerde.

'EMEKLİLİĞİ OLMAYAN BİR İŞİN SAHİBİYİZ'

Yönetmenliğini de yaptığınız, aynı zamanda İletişim Yayınları tarafından basılan 'Nasipse Adayız', o günleri anlamak için, belki iyi de bir izleme ve okuma olabilir. Son olarak size şunu sormak istiyorum çünkü kitapta çok konuşulacak şey var. Sizin hocalarınızla kurduğunuz çok ciddi bir ilişki var. Yine kendi doktorlarım dediniz, Che'ye gönderme yaptınız, doktorlarınızı saydınız ve onların tıbba, sağlığa baktığı noktaları irdelediğiniz anekdotlar var. Bir de kitabın en sonunda öğütler kısmı var. Sanatla ilgilenen genç doktorlara, çok uzun yıllardır çok zor durumda olup, kimisi yurt dışına çıkmış, kimisi burada zor şartlarda çalışan doktorlara ne söylemek istersiniz?

Hekim kardeşlerim sadece bir meslek gibi, sadece para kazandıkları bir iş gibi bakmasınlar işe. Diğer mesleklerden ayıran çok önemli hasletleri olan, şanslı bir işin, mesleğin sahibi onlar. Bütün hekimlerin çok şanslı olduğunu düşünüyorum. Kendime geçmişime baktığımda da 'iyi ki hekim olmuşum, yoksa nasıl sinemacı olurdum' falan derim. Her anlamda beni koruyan, bana hikayeler bağışlayan, bana sinemada da rahatça bir konfor sunan, oynayacağın filmlerde, senaryolarla ilgili bana seçme şansı veren bir meslek oldu.

Bu arkadaşlarımın yurt dışına da gittiklerini biliyorum çoğunluğunun ama geleceklerine eminim. Çünkü bir parça dışarıyı da bilen birisiyim. Gelecekler, işlerini yapmaya devam edecekler. Bu günler gelir geçer ama hekimlikle ilgili sahip oldukları haslet onların içinden çıkmayacak. Ölünceye kadar hekim onlar. Yani emekliliği olmayan bir işin sahibiyiz. Kendilerini gündelik hayat, gündelik politikanın hayhuyu içerisinde hakları yenilmiş, kıymetleri bilinmemiş gibi addettiklerini biliyorum ama bunların geçici olduğuna eminim. Yaşlandıkça bunu da görecekler inşallah. İyi şeyleri yapmaya, iyi hekimlik yapmaya devam etsinler. Sanat meselesiyse hakikaten onarıcı, sağaltıcı bir iş. Ben sanatla meşgul olmayan, hemhal olmayan, bir şekilde ona bulaşmayan bir hekimin de eksik kalacağını düşünürüm. Bunu da defalarca söylemişimdir. Okumaya, yazmaya, çizmeye, seyretmeye, çekmeye, yapabilecekleri ne varsa sanat anlamında, onlara devam etsinler. İyi hekim olsunlar.

Prashad'ın Washington Kurşunları: Emperyalizmin günümüzdeki çehresi Melikşah Altuntaş: Önyargılar beni tedirgin etmiyor, korkmuyorum Timur Soykan: Türkiye'yi bataklığa çeviren şey sessizlik ve korku Selçuk Şirin'den 7 reçete: Ya Adalet Ya Sefalet Bekir Ağırdır: İki yıl sonra daha otoriter bir iktidar gelebilir Ahmet Tulgar'a veda...