Ercüment Akdeniz: Göçmen işçiler, Türkiye işçi sınıfının bir parçası

EMEP Genel Başkanı ve gazeteci Ercüment Akdeniz'in son kitabı 'Göçmen Emeğinin Küresel Devinimi: Sekizinci Kıta' Kor Kitap tarafından yayımlandı. Akdeniz, Türkmenistan'dan Gambiya'ya uzanan göçmen emekçileri ele aldığı Sekizinci Kıta'da, kapitalist sömürünün ortaya çıkardığı yedek işçi ordusunun içinde, sömürülmeye açık, ucuz ve güvencesiz göçmen emeğinin sermaye lehine nasıl kullanıldığını ve sınırların aileleri nasıl böldüğünü tüm gerçekliğiyle ortaya koyuyor.

Abone ol

DUVAR - Dünya üzerinde 272 milyon kişi göçmen olarak hayatını sürdürüyor. Bu 272 milyonun arasında en az 165 milyonluk bir kitle ise kayıtlı ya da kayıtsız “göçmen işçi” olarak yaşıyor. “Göçmen Emeğinin Küresel Devinimi: Sekizinci Kıta” kitabının yazarı Ercüment Akdeniz, Pasifik Okyanusu’nda, 7 milyon ton ağırlığında ve 3.4 milyon kilometrekareye yayılan devasa çöp adasına verilen “Yedinci Kıta” adlandırmasından yola çıkarak, göçmenler için “Sekizinci Kıta” metaforunu kullanıyor.

Türkmenistan, Özbekistan, Gürcistan, Ermenistan, Pakistan, Afganistan, Kongo, Nijerya ve Gambiya’dan Türkiye’ye çalışmaya gelen, Türkiye ile AB arasında pazarlık enstrümanı haline getirilen göçmenlerle bir araya gelen gazeteci Ercüment Akdeniz, bize çarpıcı insan portreleri sunuyor. Sekizinci Kıta, kapitalist sömürünün ortaya çıkardığı yedek işçi ordusunun içinde, sömürülmeye açık, ucuz ve güvencesiz göçmen emeğinin sermaye lehine nasıl kullanıldığını ve sınırların aileleri nasıl böldüğünü tüm gerçekliğiyle ortaya koyuyor.

Göçmen Emeğinin Küresel Devinimi: Sekizinci Kıta,  Ercüment Akdeniz, 196 syf., Kor Kitap, 2021. 

Babanız Hüseyin Akdeniz yurt dışında çalışan bir duvar işçisi. Siz de kitabınızda “İçimde büyüttüğüm göçmen işçi sevgisini  küçüklük günlerimden alıyorum” diyorsunuz. Göçmen işçi çocuğu olmak nasıl bir şey?

Çocukluk yıllarım İskenderun’da geçti. 1980’li yıllardı, yani cunta ve cunta sonrası yıllar. Kentin temel olarak iki iş kapısı vardı. Torpili ya da vasfı olanlar İskenderun Demir Çelik fabrikasına girerlerdi. Geriye kalanlar çaresiz gurbetin yolunu tutarlar, Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap ülkelerinde inşaat işçiliğine giderlerdi. Babam iyi bir duvarcı ustasıydı. Suudi Arabistan’a gitti, çöl ortasına dikilen yapılarda çalıştı: Dile kolay tam 9 yıl. İskeleden düşüp bacağını kırdığında yahut şirket iflas gösterip 3 yıllık emeğine el koyduğunda savunmasız, güvencesiz göçmen işçilerden biriydi.

Gurbet iki ucu keskin bıçak gibidir: Bir yanda emekçi babayı hasretle kanatır, diğer yanda eşi ve çocuklarını. Gazetecilik günlerinde yaptığım göçmen işçi haberlerinde, sadece emekçi göçmenleri değil onların çocuklarını da düşünmüşümdür. Hangi milliyetten olurlarsa olsunlar, göçmen işçilere olan sevgim sanırım o küçüklük günlerimden. Onların ucuz iş gücü olarak çalıştıranlara öfkem de öyle. Kitabımı bu yüzden babama adadım.

'MÜLTECİLER 'MALİYETLİ' VE 'KALICI SORUN' GÖRÜLÜYOR'

Göçmenlik, mültecilik, sığınmacılık… Bunlar çoğu zaman yanlış olarak birbirinin yerine kullanılan kavramlar. Ülkelerin göçmen ve mülteci kabul etme tercihleri arasında da çok çarpıcı farklar var. Siz de “Sekizinci Kıta” kitabınızda verilerle bunu ortaya koyuyorsunuz. Bu tutumun, sermayenin lehine kullanılma biçimini bize resmeder misiniz?

Mülteciler savaş ya da başka nedenlerle yer değiştirip iltica başvurusunda bulundukları için kapitalist devletler tarafından hem “maliyetli” hem de aileleriyle birlikte “kalıcı sorun” görülüyor. 1951 Mülteci Sözleşmesi’nin birçok devlet tarafından fiilen uygulanmamasının nedeni de bu. Kapitalistler mülteci haklarını olabildiğince rafa kaldırarak göçmen işçiliğini teşvik ediyorlar. Son dönemde imzalanan “AB Göç ve İltica Paktı” da bu stratejiyi temel alıyor. Çünkü anlaşmayla göçmen işçi alıp bunları iş bitiminde geri göndermek onlar için daha kârlı. Üstelik işçilerin örgütlenmesi ve hak elde etmesi de böylece daha zor hale geliyor. Türkiye gibi “mülteci/göçmen deposu” haline gelen ülkelerde ise kayıt dışı emek sömürüsü baskın durumda. Kitabın çektiği fotoğraf da bu zaten. BM dahil uluslararası devletler buna bilerek, isteyerek göz yumuyorlar.

Bakın, göçmen işçilerin ülkelere dağılımı da hayli ilginç: 111.2 milyon göçmen işçi (yüzde 67.9) geliri yüksek kapitalist ülkelerde çalışırken, bu ülkeler mültecilerin sadece yüzde 2.7’sini kabul etmiş durumda!

Kitapta Karl Marx’tan yaptığınız alıntıyla ifade edersek, “yedek sermaye ordusunun” kullanılış biçimleri ülkelere ne kazandırıyor? Suudi Arabistan, Kuveyt, ABD, Almanya gibi çeşitli ülkelerdeki farklı uygulamalardan bahsediyorsunuz; tüm bu ülkeleri birleştiren ortak nokta nedir?

Karl Marx Kapital’in 1. cildinde göçmen işçilerin de olduğu güvencesiz emek için şöyle der: “Bu artık nüfus, sanki üretilmesinin bütün masraflarını o karşılamış gibi mutlak olarak sermayeye ait olan bir kullanılmaya hazır yedek sanayi ordusunu oluşturur.” Bir buçuk asır sonra bu sömürü yönteminin hâlâ dimdik ayakta olduğunu, hatta daha merkezileşmiş ve kurumsallaşmış halde yerküre üzerinde uygulandığını görüyoruz.

Kapitalizm sadece ucuz, güvencesiz göçmen emeği üzerinden kasasını doldurmakla kalmıyor, göçmen işçileri işçi sınıfı ve sendikalar üzerinde baskı kullanmanın bir aracı olarak da kullanmaya gayret gösteriyor. Pandemi koşullarında Avrupa tarlalarında kalan hasadın göçmen işçilere “özel izin” çıkarılarak toplatılması bunun tipik örneklerinden biriydi. Kanımca bir sömürü mekanizması olarak kapitalist emperyalizm, göçmen emeği konusunu daha çok Körfez Arap ülkelerindeki model uygulamalar üzerinden geliştirdi. Kriz ya da salgın zamanlarında milyonlarca göçmen işçiyi birkaç hafta içinde “deport” edebilen pratik şimdi tüm küre üzerinde uygulanıyor. Göçmen emeğiyle inşa edilen “Sekizinci Kıta” kapitalistler için kıtalararası bir sömürü cenneti aynı zamanda. Göçmenler ise bu yeni kıtada cehennemi yaşıyorlar. Kitapta yer verdiğim 10 farklı ülkeden göçmenin hikâyesi de bu saptamayı doğruluyor.

Suriye’den yaşanan göçe ve göçle birlikte gelen emek sömürüsüne odaklandığınız, “Mülteci İşçiler” ve “Sığınamayanlar” adlı iki kitabınız daha var. “Sekizinci Kıta” ise Suriyeli olmayan göçmenler üzerine bir kitap. Araştırmanızdan yola çıkarak, diğer ülkelerden gelen göçmen işçilerin Suriyeli göçmenlere bakışını tarif eder misiniz?

Öncelikle kitabın editörü Fulya Alikoç’a bir büyük teşekkür. Çünkü Suriyeli emekçiler dışında kalan göçmenleri yazmama o neden oldu. Kitap onun teşvikiyle ortaya çıktı.

Sorunuza gelince; Suriyeliler göçün 10. yılını yaşıyor ve bu süreç boyunca mülteci statüsüne kavuşamadılar. Vatandaş da değiller. Geri dönme koşulları olgunlaşmış değil, olgunlaşsa bile birçoğu dönmeyecek. Dolayısıyla devletler eliyle oluşturulmuş akut bir kriz söz konusu. Bu belirsizlik yerli topluluklarda Suriyelilere yönelik endişe ve maalesef nefret duygusunu da artırıyor. Diğer ülkelerden gelen göçmenler “geçici koruma” kapsamında değiller ve aslında Suriyelilerden dezavantajlı durumdalar. Buna rağmen Suriyeliler herkesin ötekileştirdiği ortak bir payda. Emek sömürüsünde en altındakilerin de altında olan Afganistanlı, Pakistanlı, Ermenistanlı, Afrikalı göçmenler, “Bizim Türklerle sorunumuz yok, Türkler bizi seviyor, sorun Suriyeliler” diyebiliyor. Yerli topluma kendini kabul ettirme çabası çoğu zaman alta itilecek bir “öteki” topluluk arıyor. Ve maalesef bugünün “ötekileri” Suriyeliler.

TARIM ALANLARINDAKİ SÖMÜRÜ ZİNCİRİ... 

Göçmen işçilik meselesinde “komisyonculuk” önemli bir yer tutuyor. Kitabınızdan öğreniyoruz ki, Ermenistan göçmenlerinde böyle bir mekanizma yok, üstelik komisyonculuğa da iyi bakılmıyor. “Komisyonculuk” ve ülke içinde “ustabaşılık” dediğimiz iki aracı sistem arasında nasıl bir fark var, siz nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz?

Öncelikle belirtmeliyim ki, bana komisyonculuğa prim vermediklerini söyleyenler bir grup deri ve ayakkabı işçisi Ermeni’ydi. Fakat bu tutum bütün Ermenistanlı göçmenleri kapsar mı, bunu doğrulayacak durumda değilim.

“Dayıbaşılık” ya da “elcilik” tarım alanında kullanılan bir sömürü zinciri. Bunu yerli aracılar kadar Suriyeliler de kullanmaya başladı. Deri sektöründe ise Suriyeliler, çocuklar için dahil toplu pazarlık yapıp kendi aralarında en büyük kişiye komisyon verebiliyorlar. Ama bu çok yaygın bir uygulama değil. “Komisyonculuk” daha çok eski Sovyet cumhuriyetlerinden gelen, Türkiye’de hizmet ve bakım işlerinde çalıştırılan göçmen işçilere uygulanıyor. İşçiyi pazarlayan ya da kiraya veren aracılar ilk maaşı cebe indiriyor. Son dönemde Afgan çoban talebinde de görmeye başlıyoruz. Pandemide bu uygulama daha da arttı. Özel istihdam büroları yasal ya da korsan olmak üzere bu işin içinde. Türkiye’de medya ve kamuoyu insan kaçakçılarına ya da göçmen tacirlerine odaklanıyor. Ama artık bu şebekeler göçmen emeği transferi ağı ile de iç içeler. Yani patronların göçmen emeği talebini onlar aracılık ederek karşılıyorlar. Dolayısıyla Van’da batan teknede yahut memleketin farklı yerlerinde yaşanan iş cinayetlerinde ölen göçmenlerin vebali, patronların ve “komisyoncuların” üzerinde.

Kitaptaki konu başlıklarınızdan biri göçmen işçilerin nasıl örgütlenebileceği... Göçmen saya (ayakkabı, deri) işçilerinin 2017 ve 2019’daki grevlerinin öneminden yola çıkarak bu konuda ne söylemek istersiniz?

Mülteci haberciliği ya da göçmen hakları sadece olgulara dayanmamalı. “Bu durum nasıl değişir” sorusu üzerinden gitmeliyiz. O zaman göçmen işçiler sadece acınacak insanlar değil, yerli emekçilerle birleşerek hak talep eden özne durumuna gelirler. Ki doğrusu da budur zaten. “Sekizinci Kıta” Türkiye’de 2017-19 Saya grevleri deneyimine dayanarak yerli ve göçmen emekçilerin ortak hak mücadelesine dair bir rota sunuyor. Çünkü göçmen işçiler uluslararası proletarya kadar Türkiye işçi sınıfının da bir parçası. Yerlisi göçmeniyle 50 bin sayacının iş bırakıp parça başı ücretleri arttırdığı bu hareket, modern üretim alanları için de incelemeye değer.