Erdal Rahmi Hanay: Sinemanın tek bir lisanı olduğuna inanıyorum

Yönetmen Erdal Rahmi Hanay ile ilk filmi hakkında konuştuk. Hanay, " Sinemanın da tek bir lisanı olduğuna inanıyorum" dedi.

Abone ol

DUVAR - Yönetmen Erdal Rahmi Hanay ile ilk filmini, bağımsız sinemayı ve sinema - vicdan ilişkisini konuştuk. Kendinden bahsetmesini istediğimizde; şiiri, sinemayı ve edebiyatı çok sevdiğini söyleyen Hanay, “ama en çok kedileri sever”im diye de ekliyor.

Erdal Rahmi Hanay.

Çocukken çok film izler miydiniz?

En doğuda, en uzakta büyüyenlerin öncelikleri vardır ama sinema en sonuncusudur. O yüzden maalesef çocukken sinemadan çok edebiyata ulaşmak daha kolaydı.

İzlediğiniz ilk filmi hatırlıyor musunuz?

İzlediğim ilk film muhtemelen dedemin siyah beyaz televizyonunda denk geldiğim filmlerden birisidir. Ama Kieslowski’nin Mavi filmini seyredene kadar film seyretmediğimi anlamamıştım.

Çocukluğunuzun geçtiği bölgede çok sinema var mıydı?

Ardahan doğumluyum, doğduğum kasabada sinema yoktu ve hala da sinema olmayan birkaç ilden birisidir Ardahan. Terk edilmiş ya da umursanmayan, varlığı yokluğu bir şey ifade etmeyen kentler vardır. Bu kentlerde yaşayan insanların kaderleri de kente benzer. Ardahan da öyle bir kent…

Kısa film sizin için ne ifade ediyor?

Şiir...

Hicaz filmi, aklınızda ilk belirdiği zaman senaryosunu yazarken sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik kaygılarınız ne oldu?

Hiçbir kaygım olmadan çıktım yolculuğa ve aslında olması gereken kaygıları da sonraki filmlerimin ardından deneyimledim. Adına siyasal, kültürel, ekonomik, sanatsal demesek de bir yönetmen ya da senaryo yazarının kaygıları olması gerektiğine inanıyorum. Bu kaygıları bir ya da birkaç kelime altında toplayamam ama kendi açımdan deneyim, tecrübe ya da olgunlaşma diyebiliriz.

Burada bahsettiğim olgunlaşma bireysel bir olgunlaşma değil; yazar, şair, yönetmen, müzisyen yani sanatçının eseriyle birlikte olgunlaşma hali… Bu olgunlaşma ya da demlenme olduğunda eserinizle ilgili sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik olarak hiçbir kaygınız olmuyor, bahsettiğimiz tüm alanlar gelip eserinizi dolduruyor. Kaygıdan ziyade hatalarım ve eksiklerim oldu yaptığım filmlerde, bunun önüne geçmeye çalışıyorum.

Yaptığınız filmleri kategorize eder misiniz? Türk Sineması, Türkiye Sineması, Anadolu Sineması v.s. Ulusal veya bölgesel bir sinema yaptığınızı, bu uluslara ya da bölgelere ait görsel kodlar kullandığınızı düşündüğünüz olur mu? Türkiye Sineması tanımlamasının kavramsal olarak sizde nasıl bir karşılığı var?

Şiir tektir, edebiyat tekdir, müzik tekdir. Daha doğrusu sanatı insanın kendini dünyaya anlatma biçimlerinden birisi olarak görürsek, bu anlatma biçimi evrensel bir lisan olmalıdır. Zira sinemanın da tek bir lisanı olduğuna inanıyorum. Ben yaşadığım, doğduğum coğrafyanın hikâyelerini anlatmayı seviyorum ama bu onun adını; Anadolu sineması, Türkiye sineması, ulusal sinema yapmaya yetmez. Zaten bunun kararını verecek olan tek şey zamandır.

Hicaz, Erdal Rahmi Hanay, 2011.

Zaman bir eseri bireysellik ve yöresellikten çıkarıp evrenselleştirdiğinde eser dünyadaki tüm insanların anlayacağı tek bir lisana dönüşüyor. Fuzuli bilmiyordu Farsça şiirlerinin dünyanın her diline çevrileceğini. Hayyam tahmin edebilir miydi, rubailerinin bestelenip gece kulüplerinde dahi okunacağını. Burada bir gün ben de onlar gibi olacağım gibi büyük cümleler kullanıp kendimi onlarla bir araya koymak istemiyorum ama sanat dedikleri ve benim de kendimi anlatma biçimim olan o kavramın mutlak evrenselliğine inanıyorum.

Politik sinema yaptığınızı söyleyebilir miyiz?

Bir şiir yazmak, bir film yapmak, bir beste yapmak zaten insanın en politik halidir. Bu kavga ve arayış insanın kendisiyle kavgasında başlar ve içinde yaşadığı ev, kasaba, ülke, dünya ile olan çatışmalarına dönüşür. Bu da insanın sanatla politik olma halidir.

Güçlü bir dağıtım ağından uzakta kalarak sinema yapan bir yönetmen olarak, bir sonraki filminizi finanse etmenin ne gibi zorluklarıyla karşılaşıyorsunuz?

Ayağımı yorganıma göre uzatan birisi olarak bir film yaparken çok büyük bütçeler arayışına düşmedim. Ne dağıtım ağını bilir ve merak ederim ne de dağıtımcıları tanırım ya da merak etmişliğim vardır. Kendi küçük dünyamda mutluyum. Kendi kazancımı ya da kendi emeğimi, bana, yapacağımız projeye inanlarla yola çıkıp yapıyoruz. Karşılığında tabii insan istiyor daha çok gösterilsin, daha çok insana ulaşsın ama çok da ağrısını çektiğim durumlar değil.

Bizde ve dünyada izleyici, okuyucu tembelliği oluştu. Ama Türkiye’de adına “bağımsız sinema” ya da “sanat sineması” dedikleri filmlerin dağıtımda zorlandığı artık tartışılmayacak kadar nettir. Bunun da önümüzdeki yıllarda kırılacağına inanıyorum. Zira bu sene Cannes’da yarışan iki film de dağıtım ve gösterime girmeyen Netflix yapımıydı. Netflix ve bunun türevi gösterim ağlarının oluşacağından, bu sebeple de dağıtım meselesinin zamanla çok büyük bir dert olmayacağına inanıyorum. Alternatif platformlar kuruluyor ve daha da güçlenecektir çünkü bu ambargo bir yerde kırılır dayanamaz.

Bir hikâye aklınıza geldiğinde, o hikâyenin senaryolaştırması aşamasına nasıl karar veriyorsunuz? Senaryolarınız, ne tür çalışmalarla ortaya çıkıyor?

Kıymetli olanın bir hikâye arayışı değil herhangi bir durumu ya da hikâyeyi filme aktarırken süzgeçten geçirmek olduğunu çok geç öğrendim. Edebiyat ve yazma geleneğini bildiğim ve oradan yetiştiğim için demlenme sürecine çok önem veriyorum. Önce zaman, sabır ve disiplin… Zaman ve sabır yazdığınız şiirle, hikâye, öykü, beste ile yüzleşmenizi sağlar. O yüzleşmede çok şey çıkar ortaya. Öyle ki ben Erkan Oğur’un yolundan gideyim de diyebilirsiniz, Serdar Ortaç’ın da. Sonrası disipline girer ve burası çok önemlidir… Albert Einstein’ın dediği gibi yüzde doksan dokuzu terdir.

Festival filmi ya da gişe filmi ayrımı yapmak ne kadar doğru? Filmlerinizin, senaryolarını kaleme alırken bu ayrım sizin için bir anlam ifade ediyor mu?

Ben bana hitap eden sinemayı seviyorum. Festival filmi, sanat filmi ve gişe filmi garip bir süreçte çıkan bir grup garibin uydurduğu bir şey... Romanda da oluştu bu ayrım… Yakında şiirde de oluşacak! Sanat şiiri ve tüketici şiiri diye bir şey çıkacak. Garip bir ayrım… Sinemada iyi film- kötü film ayrımı yapılabilir ki, buna da kişisel olarak karşıyım. Tercihlerin ayrımı modern çağın sanatsal faşizmidir bana göre…

Bir yönetmen için siyasi koşullanma ve vicdan, bir sinema filminin tam olarak neresinde yer alır? Sinema toplumsal duyarlılıkları gündeme getirme açısından işlevsellik taşır mı?

Vicdanı olmayanın bırakalım sanatı, hayatın hiçbir alanında olmamasına inanıyorum. Soruya soruyla cevap vermek istemiyorum ama Dostoyevski’nin Raskolnikov üzerinden tüm insanlığa yönelttiği soru sizin de sorunuzun cevabı… Ülke ya da dünya siyaseti, sanatın her alanını her zaman etkilemiştir. 13. yüzyıl sonrası resim tarihi, 17. yüzyıl itibariyle edebiyat tarihine bakalım, o dönemler büyük kırılma noktaları... Nerede bir yürek yakan türkü varsa, o coğrafyada bir acı vardır. Batıda Blues deriz, Anadolu’da türkü… Bu sesi takip etmek kâfi... Takip ettiğimizde vicdan yoksunu insanların; vatan, millet ya da kendi çıkarları derdine yaşattıkları acıların tırnakla tarihe ses, söz, şiir ve kan olarak kazınmış halini görürüz… Ortaya çıkan eserler de bu acımasızlıkları farklı yollardan anlatmaya çalışan bir avuç vicdanlı insanın çığlıklarıdır.

Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?

Ben elime kameramı alıp gönül bağım olan ve bana inanan birkaç kişiyle yola çıkıp, hatasıyla eksiğiyle bir şeyler yapmaya çalışan biriyim. Buna “bağımsız sinema” diyorlar. Bağımsız sinemaya inanmıyorum. Sinema bir şiir, bir müzik gibi değildir. Bir müzisyen mutlak yalnızlıkla üretir ve bunu dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir insana ulaştırabilir. Ama sinema öyle değildir. Sinema; edebiyat ve müzikteki mutlak yalnızlık duygusundan uzaktır. İçine diğerleri girer. Üretme süreci hem pahalıdır hem kalabalık… Dolayısıyla, sinemadaki “bağımsızlık” kavramı en çok kullanılan ama en uzak alandır bana göre. ‘’Bağımsız, genç sinemacılar’’ diye bir kavram oluştu.

İnsanları bu kavramın içine sıkıştırıyor ve kibritin ucunu yakıyorlar. Genç sinemacı ne demek, böyle saçmalık mı var? Puşkin 14 yaşında Rusçayı geçelim, Fransızca şiirler yazmaya başlamıştı. Genç yazar Puşkin mi dendi! Saymakla bitmez! Mozart kaç yaşında bestelerine başladı? Yaşı epey olup da bir tane içimize işleyen dizesi olmayan şairler var, yine tek filmini hissetmediğimiz yaşı epey olan yönetmenler... Bunları da bir cümle içinde kullanıp kibritin ucunu mu yakalım? Kimseye bir tavsiye verecek, ne haldeyim ne de hadde ama inandığım tek şey kendi sesini dinlemeleri. Akordu bozuk, notaları yanlış olsun, alsınlar ellerine sazlarını yorumlasın, bestelesin, çalsınlar. Doğru nota yanlışa basıla basıla bulunuyor…

Etkilendiğiniz yönetmenler var mıdır, varsa kimlerdir? En beğendiğiniz yönetmen kimdir? En beğendiğiniz film nedir? Bir filmin tek bir sahnesi çekmek isteseydiniz bu sahne hangi filmin hangi sahnesi olurdu?

Yönettiğim üç filmimde de şiirsel atmosfer arayışında olup, bu arayışlarım üzerinden kamera dili olarak da bu atmosfere hizmet edecek üsluplar kullanmayı denedim. Hata, yanılgı, yanlış notaya basmışlığım da çok oldu ama öğreniyorum… Bu doğrultuda sevdiğim edebiyatın ve müziğin sinemadaki gövde bulmuş halleri Bela Tarr, Miklos Janso, Kieslowski, Yasujiro Ozu, Abbas Kiarostami, Metin Erksan, Nuri Bilge Ceylan ve Tarkovski yarattıkları atmosferlere hayranlık duyduğum, kendime en yakın hissettiğim yönetmenlerdir.

Daha birçok yönetmen ve film var… Bela Tarr’ın yönetmenliğini yaptığı, The Torin Horse benim için sinemada yapmak istediğimin karşılığıdır. Sevdiğim ve hayran olduğum bir yönetmenin bir filminden bir sahne çekmek hiç aklıma gelen bir şey değildi inanın. Ama sanırım buna ne cesaret ederdim ne de hadsizlik …Terrence Malick’in görüntü yönetmenlerini dünyanın farklı yerlerine gönderip görüntüler çektirdiğini ve filmi sonra bu görüntüler üzerine kurguladığını biliyorum. Bu ekipte olmak isterdim, farklı bir deneyim olurdu.

Sinema okullarında verilen sinema eğitimini yeterli buluyor musunuz?

Sanat okullarının kaderleridir biraz. Özellikle sinema okulları… Teorik eğitim pratikten uzak başlar. Ve bir bakarsınız teorik eğitim almış başını gitmiş ama ortada pratikte hiçbir deneyim yok. Dolayısıyla okul bitince de bir kaos oluşur. Söyleşilere gidiyoruz bazen üniversitelere. Daha sinema televizyon bitirip ışıkçı, sesçi, focuspuller olmak isteyene denk gelmedim. Herkes yönetmen, senaryo yazarı olmak istiyor bu da teorik eğitimin pratikten uzaklığının verdiği özgüven sayesinde oluşuyor. Bu süreç ve deneyimden dolayı hayal kırıklığı yaşayan birçok arkadaşım var.

Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime nedir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen- yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?

Hikâye oluşup senaryoya, oradan sete, oradan kurguya ve en sonunda da ete kemiğe bürünmüş hali olan filme dönüştüğünde yönetmen filmiyle vedalaşır. Yönetmen, şair, müzisyen heyecanla yaşar ve beslenir. Yapımcı işte orada girer devreye. Film onun için yeni başlıyordur. Doğumundan itibaren vaftiz babasıdır çocuğun. Korur, kollar, uğruna savaşır, mücadele eder. Gerektiğinde öz babasıyla kavga eden tek kişi olur. Yapımcı sinemada çok kıymetli bir şeydir. Medici ailesi olmasaydı Da Vinci olur muydu, evet ama üretmeye ne kadar devam ederdi başlı başına bir konu…

Son yıllarda özellikle festivallerde baş gösteren sansür meselesine dair, sinemacıların alması gereken tavır sizce nedir? Yanı başımızda yıllardır sansüre karşı mücadele eden ve başarı gösteren İran

Sineması örneği varken, sizce Türkiye Sineması sansüre karşı bir başarı sağlayabilecek mi?

İnsanlar mağara duvarına resimler çizmeye başladığı andan itibaren sansür denilen kavramın binlerce farklı türüyle karşılaştı. Bu da kırılır, hep kırıldı. Memleket ve dünya garip bir süreçten geçiyor. Hızlandırılmış bir süreçteyiz. Kimse şiirin, sinemanın, müziğin önüne barikat kuramaz. Bu da geçecek, zaman, sabır…