Erden Kıral'ın ardından: Bakkal Defteri'nden notlar

“Sansüre taviz verilmez.” Bunu defalarca söylemiştir. Bizim kuşağımız, onun kuşağının büyük kısmından "uzlaşmayı bilmeli"leri duymaya alışmışken, Erden abi "aman uzlaşmayın, taviz vermeyin" diyordu.

Abone ol

Fırat Yücel

Erden Kıral ile tanıştığımızda çocuk yaştaydım. 1985’in sonları ya da 1986’nın başı olmalı. Yasaklı "Hakkari’de Bir Mevsim"in (1982) Türkiye’deki ilk gösterimi, Emek Sineması. Filmde rol alan babam Erkan Yücel vefat etmiş, Erden abi annem Şükran Yücel’i çağırmış gösterime. 5-6 yaşlarındayım, yine de Emek Sineması’nın neresinde oturduğumuza dair yalan yanlış bir anı kalmış zihnimde. Erden Kıral’ın bu sonradan çok kez izleyeceğim filminden aklımda kalan ise tek bir sahne. Genco Erkal öğrencileri sınıftan dışarı çıkarıyor, parmağıyla gökyüzüne işaret edip “bakın çocuklar bu gördüğünüz güneş” diyor.

Erden Kıral’la yıllar sonra arkadaş olduğumuzda yollarımız bizi yine Emek Sineması’na çıkardı. "Hakkari’de Bir Mevsim"in dışında kim bilir daha kaç yasaklı filmin ilk defa gösterildiği, 12 Eylül’den sonraki ilk 1 Mayıs kutlamasının yapıldığı Emek, bu kez yıkımın eşiğindeydi. Genco Erkal’ın çocuklara güneşi gösterdiği sahneden (bugün deyim yerindeyse fazla aydınlanmacı bulduğum o sahneden) etkilenmiş çocuğun yerini, arkadaşlarıyla birlikte toplumsal gerçekçi sinemaya ve sol mücadelelerle bağına merak salmış, dergi çıkartan bir sinema yazarı almıştı. Bana ve kuşaktaşlarıma tuhaf gelen, 70’ler sinemasının solcu addedilen figürlerinin bu denli sembolik bir değere sahip Emek Sineması’nın etrafındaki tartışmayı politize etme konusundaki çekimserlikleriydi. Aralarından eylemlere gelmeyenler vardı, gelenler de Emek üzerinden bir kamusal alan politikası inşa etmeyi değil de “tarihimizi korumayı” öne çıkaran, önceden kaybedilmiş Beyoğlu sinemalarına hayıflanan; bize ziyadesiyle pasif, nostaljik ve hatta yenilgi-ci gelen bir söylem benimsiyorlardı.

Erden abide böyle bir yılgınlık kesinlikle yoktu. O hep geleceğe bakıyor, geçmişe baktığında da, topyekun yüceltici (ya da kardeşi olan hayıflanmacı) bir bakışla değil, geleceğe buradan ne kalmalı, diye düşünerek bakıyordu. Erden abiyle sinema, siyaset, gündelik hayat, işçi sınıfı, Emek’in nasıl kurtarılabileceği, sansürün nasıl dize getirileceği vb. tüm konularda strateji konuşabilirdiniz mesela. Neyi nasıl yapmalı konuşabilirdiniz. Bana göre her türlü ustalıktan daha büyük bir ustalığa işaret ediyor bu. Annem ve babamın kuşağından yakınlık kurabildiğim tek sinemacı olması da bence bununla ilgili. Erden abinin meselelere çok berrak bir bakışı vardı; kendi yaptıkları ve yapamadıkları dahil. Yapamamaların ardındaki tüm materyal nedenleri tek tek sayar ama bunları birer bahane ya da kaçınılmazlık olarak da sunmazdı. Son filmi olacağını söylediği, Refik Halit Karay uyarlaması "Sus Payı"nı gerçekleştirememe nedenlerini saydığı söyleşileri izleyin/okuyun mesela. Gerçekleştirilebileceklerin sınırlarına dair müthiş bir farkındalığı vardı. Ama bunun tek sonucu küskünlük değildi; sınırları esnetme, zorlama ve üretme arzusunu da hep taşıdı diye düşünüyorum. Şundan eminim mesela: Öykülemeci dilden "Yük" (2012) kadar uzaklaşabilen bir işçi sınıfı filmini sinema yolculuğunun ilerleyen safhalarında çok az sinemacı yapabilir. Daha geniş kitleleri hedeflediği "Vicdan" (2008) ve "Gece" (2014) dahil, hep berrak bir bilinçle yaklaştı kendi projelerine; seyirci potansiyellerini görebiliyor, hangi taraflarının yenilikçi hangi taraflarının konvansiyonel olduğunu ayırt ediyordu. Bir şeyi olduğundan daha büyük gösterme, üstünlük hülyalarına kapılma yoktu onda. Değerleri bilinmez kaygısıyla "Bereketli Topraklar Üzerinde" (1979) ve "Hakkari’de Bir Mevsim"i Türkiye sinema tarihinde ayrı bir yere koyardı ama buna çok kişi itiraz etmez diye düşünüyorum. Hatta ilk gördüğümde çarpıldığım, bu diyarlardan başka hiçbir filme benzemiyor diye düşündüğüm "Ayna"yı (1984) da bu ikisinin yanına koyabiliriz.

İlk uzun metrajı "Kanal"ın 1979 yapımı olduğunu unutmamalı. Sansüre karşı büyük Ankara yürüyüşünün (1977) sonrası, 12 Eylül askerî darbesinin öncesi. "Bereketli Topraklar Üzerinde", "Hakkari’de Bir Mevsim", "Ayna" ve diğerleri hep bu coğrafyaya, bu zamanlara doğdu. Yıllarca yasaklı kalan, gizlice kaçırılıp yurtdışında gösterilen filmler… Sınırlar metafordan ibaret değildir Erden Kıral için. "Hakkari’de Bir Mevsim" ülkeden gizlice çıkartılıp ilk kez Berlin Film Festivali’nde gösterilmişti, çoğu yerde hâlâ Almanca afişi asılıdır. "Bereketli Topraklar Üzerinde"nin kopyası yıllar sonra İsveç’te bir depoda bulunmuş, Kıral kendi filmini satın almak durumunda kalmıştı. İlk kez bir sinema perdesinde o zaman izledik babamın Yusuf karakterini canlandırdığı filmi. Yenilenen kopyasıyla, 2008’de, yine Emek Sineması’ndaydı.

“Sansüre taviz verilmez.” Bunu bana defalarca söylemiştir. Bizim kuşağımız onun kuşağının büyük kısmından “devlettir, bu sansür yapar”ları, “boykotla olmaz”ları, “uzlaşmayı bilmeli”leri duymaya alışmışken, Erden abi “aman uzlaşmayın, taviz vermeyin” diyordu. Belki başka konularda, özellikle de tekil projelerde taktiksel tavizler verilebilirdi, kişinin politik çelişkiye düşmesi de mümkündü, olabilirdi böyle şeyler, ama sansür o konulardan biri değildi. Taviz verildiği noktada herkes kaybederdi. Erden abi bu konuda, 1988 yılında yapılan 8. İstanbul Film Festivali’nde olanları örnek verirdi. Jüri başkanı Elia Kazan. Erden Kıral da jüri üyelerinden biri. Beş yabancı filmin sansürlenmek istenmesi üzerine İstiklal Caddesi’nde bir protesto yürüyüşü yapılıyor ve Kültür Bakanlığı uluslararası festivalleri sansürden muaf tutan bir yönetmelik düzenlemesi yapmak durumunda kalıyor. Önemli bir kazanım evet, ama Erden abi şunun altını özellikle çiziyordu: Daha kararlı bir duruş sergilenmiş olsaydı, sadece yabancı filmlerin festivallerde sansürden muaf tutulduğu yönetmeliğe yerli film ibaresi de eklenebilirdi. 1988’de bu yapılsaydı, 14 yıl sonra Erden Kıral’ın jüri başkanı olduğu Ulusal Yarışma’dan üç film birden çıkartılamazdı (2002 yılının 21. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışması’na alınan Büyük Adam Küçük Aşk, 9 ve Hiçbiryerde denetime tabi tutulup ancak bir sonraki yıl festivalde gösterilebildiler). 24. Adana Altın Koza Film Festivali'nde, Erden Kıral’ın başkanı olduğu, benim de üyelerinden biri olduğum Ulusal Yarışma jürisinden Hüseyin Karabey festival tarafından çıkartılmak istendiğinde, nasıl kafa kafaya verip adımlarımızı hesaplayıp festivali bu yanlıştan döndürdüğümüzü unutamam. Erden abinin etrafını dinlemeye öncelik veren bir tavrı vardı, jüri üyelerini tek tek aradı, nabız yokladı, süreci ortaklaştırdı.

Altyazı’nın İzliyorum köşesi için Cihangir’deki evinde buluşmuşuz, yıl 2014. Biz seçtiğimiz filmlerden sahneler göstereceğiz, o hangi film olduğunu tahmin edecek, üzerine laflayacağız. Erden abi iyi bir izleyicidir, bunu biliyoruz. Sinemayı, edebiyatı, sanatı takip eder; yeni olana burun kıvırmaz, merakla yaklaşır. Bir gün telefonunuz çalar, mühim bir konu zannedersiniz, yine bir sansür vakası mı oldu ya da yeni filminin yapımı için bir şey mi soracak diye düşünürsünüz, oysa Erden abi festivalde yeni bir Güney Amerika filmi görmüştür, estetiği üzerine ve sinemada gerçekçilik üzerine yarım saat laflar; yönetmenin önceki tüm filmlerini de izlemiştir, üstelik size konu hakkında soracakları da vardır. Evet bunu çekinmeden söylemeli, kendinden sonraki kuşakların sinemaya bakışıyla Erden Kıral kadar ilgili olan bir yönetmen tanımadım ben. Erden abi soru sorar ve sizi dinlerdi. Dergileri, eleştirileri, internette yazılıp çizileni takip ederdi. Entelektüelliği sadece izlemeye, okumaya dayalı da değildi. Fikir takibi yaptığını, okuduğu kadar ve gündelik hayatı gözlemlediği kadar zihinlerden geçenin de gözlemini yaptığını, bunu entelektüel pratiğin önemli bir unsuru saydığını görürdünüz. Kuşağından pek çok sinemacının kapıldığı şovenizm sanrılarına kapılmaması da bununla ilişkilidir kanımca. Soru sormayı sever, başkalarını dinler; o köye giden cumhuriyet öğretmeni gibi değildir, daha çok "Hakkari’de Bir Mevsim"in hocası gibidir; deneyimini, bilgisini paylaşırken bu tek taraflı aydınlatma uğraşının iflasını da içten içe görür; çocukların, Halit’in ve diğerlerinin hikâyelerini dinlerken onların görmezden gelinmiş özneliğini de fark eder, dillerini işitir. Kürtçe “na” (hayır) kelimesinin filmde nasıl olup da kendine yer bulabildiğini heyecanla anlatır; coğrafyalara, mahallelere, siyasetlere, dillere, jargonlara, düşüncelere karşı merakını hep dinç tutardı.

İzliyorum söyleşisinden. Soldan sağa: Fırat Yücel, Berke Göl, Erden Kıral.

O sahneye dönelim. Evindeyiz. Söyleşi öncesi, Gezi sürecinde evinin tam karşısında, Cihangir Parkı’nda yapılan forumlardan bahsediyoruz. Babamın, "Hakkari’de Bir Mevsim"in setinde çekilmiş bir fotoğrafını armağan ediyor bana, siyah beyaz bir fotoğraf. Kaçakçı Halit’in hocaya Oramar’dan bahsettiği sahnelerden biri olsa gerek ya da filmde yer bulamamış bir sahne. Söyleşiye Güney Amerika faslıyla başlıyoruz, "Fırınların Saati"nden bir sahne izliyoruz önce. Aynadan Yansıyan Hatıralar’ı okumuşum, Üçüncü Sinema’dan, özellikle de Glauber Rocha’dan ne kadar etkilenmiş olduğunu biliyorum. Muhabbeti buralardan açıp önce "Bereketli Topraklar Üzerinde"ye, sonra "Hakkari’de Bir Mevsim"e taşıyoruz. Erden abi, “Hakkari’de Bir Mevsim’in başarısını, başta Kenan Ormanlar’a ve kamerayı koyduğumuz yere borçluyuz,” diyor. O an söyleşinin kaydını alan arkadaşlar, kameralarından birinin yerini değiştirmeyi düşünüyor. Erden abi muhabbete dahil oluyor, ‘kameranın nereye konulacağı’ ile ilgili tartışmayı ortaklaştırıyor. Kamera açısı biraz yassı, düzeltilmeli ama Berke’yi (Göl) de görmeli, diyor. Biz kameranın yeri değişirse devamlılık sorunu olur mu olmaz mı diye konuşurken hemen konuyu sinema pratiğine bağlıyor, artık filmlerinde devamlılık tutmadığından, bunu önemsemediğinden bahsediyor, “ben onu çok seviyorum, bırak ya atlasın” diyor. Erden abinin sinemada aradığı gerçeklik devamlılıkla ilgili bir şey değildi; eli cebinde olan karakterin bir sonraki planda elinin aynı yerde olması değildi. Çekilen planın güçlü bir duygusu varsa, atlamalar görmezden gelinebilir, devamlılık feda edilebilir, varsın seyircinin gözüne batsın. Geleneğe büyük önem verirken, kanıksanmış olanı reddedebilme gücüne de sahipti. Böylesi bir bakışa sahip olmasa "Yük"ü çekemezdi diye düşünüyorum. Ama daha da önemlisi Erden Kıral, tam da bu sahnenin anlattığı bir sinema ustasıydı: Kameranın nerede duracağı, nerede durursa neyi kaybedeceği, neyi kazanacağı üzerine ve dahası montaj üzerine uzun uzadıya laflayabileceğiniz bir ustaydı.

Geleceğe dönük yaşarken geçmişe karşı merakını da hep korudu. Yıllar sonra, pandeminin ilk ayları beni arayacak, Fırat diyecek, “Bill Douglas filmlerini yeniden izliyorum, Bakkal Defteri’ne notlar aldım, yayınlamayı düşünür müsünüz?” Defterin kapağının fotoğrafını e-postalıyor ve görüyorum ki bu sahiden de bir Bakkal Defteri. “Esnafın ismi” yazan yerin yanına kendi ismini yazmış: Estetiğin değerini, içeriğin estetikle varolduğunu çok iyi bilirdi. Defterin fotoğrafı bunun simgesi. O hem bir esnaf hem de bir estet.

.

Pandeminin ilk süreçlerinde tuttuğu Bakkal Defteri notlarında tavsiyelerini genç yönetmenlerle paylaştı. Bundan da öte, Metin Erksan ve Ömer Lütfi Akad gibi önemsediği sinemacıların eserlerine bugünden tekrar baktı. Bir yerde şunu yazmış genç sinemacılara tavsiye olarak… Bu bakışın, onun nasıl tüm hayatı boyunca yeniliğe açık kalabildiğine, nasıl küskünleşmediğine ve üretmekten nasıl hiç vazgeçmediğine dair önemli bir ipucu olduğunu düşünüyorum: “Her şey değişiyor. Bizim de değişmek için başarısızlığı göze almamız gerekiyor. Belki de başarısızlığı ilke edinmeliyiz.”

Emek Sineması’nın sokağının başındayız. Yanımda Erden Kıral. Bana göre Türkiye’de üretilen sinemanın en büyük ustalarından. İstiklal Caddesi’nin Yeşilçam Sokağı’na bakan kısmı tıka basa dolu. Sokağı AVM işgalinden geri almaya çalışıyoruz. Ülkeyi yönetenlerin, devlet ve sermayenin görmezden geldiği, ilerleyen on yıl boyunca da siyasi iradesini bastıracağı, yok sayacağı kritik bir kalabalık. Erden Kıral’la, büyük ustayla yan yanayız, omuz omuza. Bana aynı anda hem fikir hem eylemin yanında durulabileceğini ve bu ülkede bu duruşu sürdürmenin mümkün olduğunu gösterdi her şeyden öte. Düzenli olmasa da bir şekilde sürdürdüğümüz telefon konuşmalarının, kuşakları, yenilgileri, yılgınlıkları ve beraberinde getirdikleri uzaklıkları aşıp da yaptığımız kısa paylaşımların, bizden esirgemediği filmlerin, yazıların, eylemlerin, günlüklerin ve mevsimlerin anısına, minnetle…