Referandumuna son sayarken bir kitap çıktı İmge Kitabevi Yayınları’ndan. Adı: Seçimlik Demokrasi-Recep Tayyip Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu, Devlet Bahçeli ve Selahattin Demirtaş’ın Demokrasi Söylemi…
İktidarıyla muhalefetiyle herkesin hemfikir olduğu tek konu, pazar günkü referandumdan sürpriz bir sonuç çıkabileceği. Son iki yılın ateşinin yakmadığı kimse kaldı mı çevrenizde bilmiyorum ama ben yakın çevremde ağır bedeller ödemek zorunda kalan bir dostumu teselli etmeye çalışırken kendisinden, “Geçecek bu günler, geçecek de… toplumda bıraktığı izler asla silinmeyecek” sözünü duydum. Sadece bombalar, ölümler değil onlar kadar can yakan sözler var izleri asla silinmeyecekler arasında. Bunların çoğu da ‘siyasetin elitleri’ tarafından söylenen sözler.
Referandumunda son sayarken bir kitap çıktı İmge Kitabevi Yayınları’ndan. Adı: Seçimlik Demokrasi-Recep Tayyip Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu, Devlet Bahçeli ve Selahattin Demirtaş’ın Demokrasi Söylemi… Yazarları, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden OHAL KHK’sı ile ihraç edilen Ülkü Doğanay ve İnan Özdemir Taştan ile halen aynı fakültede öğretim üyesi olarak görev yapan Halise Karaaslan Şanlı… Kendisine siyasal iletişimci diyen bir dolu insanın televizyon ekranlarına hücum ettiği ve yeni bir söz söyleyemediği bugünlerde bu kitabı hazırlayan hocaların sözlerine kulak vermeli.
Halise Karaaslan Şanlı, araştırmayı anlatırken, “Bu çalışmayı 2 yıllık bir sürede, 4 araştırmacı ve 4 bursiyerden oluşan İletişim Fakültesi ekibiyle yaptık. Dayandığımız gelenek, ‘siyasal iletişim’ alanında ilk metinleri çıkaran Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin ve ilk dersleri veren Nermin Abadan Unat, Eser Köker gibi hocaların 40 yıllık geleneğidir” diyor. O geleneği yerle bir eden Rektör’ü ve onun işaretiyle KHK listelerine girerek ihraç edilen hocaları düşünüp akademik üretimin durduğunu sananları yanıltması açısından da sevindirici bir eser bu kitap.
‘Seçimlik Demokrasi’, 30 Mart 2014 Yerel Seçimi ile 7 Haziran 2015 Milletvekili Genel Seçimi öncesindeki bir aylık kampanya döneminde AK Parti, CHP, MHP ve HDP (yerel seçim için ayrıca BDP) liderlerinin ve 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi öncesinde hem seçime katılan adayların hem de aday gösteren siyasi parti liderlerinin yapmış olduğu 28 konuşmanın söylem analizi yapılıyor. O konuşmalarda bugüne dair çok fazla ipucu var. Detaylar, hocalarla sohbetimizde…
‘BİZ’ VE ‘ONLAR’ İKİLİĞİ
Siyasal iletişimciler için liderlerin seçim meydanlarında yaptıkları konuşmalar niçin önemlidir?
Halise Karaaslan Şanlı: Seçim kampanyaları siyasal iletişim çalışmalarının odağında yer alır. Kampanya materyalleri, afiş analizleri, reklamlar, liderlerin konuşmaları… Bunların içinde de en görünen, kitleye ulaşan, herkesin gözüne, kulağına hitap eden, lider konuşmalarıdır.
Ülkü Doğanay: Bugün artık siyaset medya önünde gerçekleştirilen bir olgu ama bir yandan da seçim meydanları hâlâ önemli. Meydanlar, seçmenle bire bir temas edebilen, kısmen de olsa etkileşimin olduğu yerlerdir.
İnan Özdemir Taştan: İşin vaatler bölümü de var tabii. Ülke yönetimine aday olan lider, ülkeye dair öngörüsünü, vaatlerini, vizyonunu kompakt bir şekilde seçmene aktarır. Bu konuşmalardan, Türkiye’de, liderlerin, siyasi partilerin demokrasiden ne anladığını çok net görebilirsiniz.
Halise Karaaslan Şanlı: Mitinglerde liderler kendi seçmenine, yüz yüze hitap eder. Kampanyalar, konuşmalar ‘biz’ ve ‘onlar’ ikiliği üzerinden kuruluyor ve miting konuşmalarında ‘biz’e sesleniliyor. Orada ‘onlar’a yönelik eleştirilerini net bir biçimde ifade ediyor. Dolayısıyla bir partiyi en iyi analiz edebileceğimiz yerlerden bir tanesi de miting alanlarıdır.
İnan Özdemir Taştan: Liderler, ‘biz’ ve ‘onlar’ ikiliğini bu kadar keskin kurgulamayabilirler ama Türkiye gibi fay hatlarının çok derin olduğu bir yerde maalesef böyle oluyor.
Ülkü Doğanay: ‘Biz’ ve ‘onlar’ ikiliği konusunda Selahattin Demirtaş’ı ayrı tutmak lazım.
Demirtaş’ın konuşmalarının diğer liderlerinkinden farkı nedir?
İnan Özdemir Taştan: Diğer partilerin seçim kampanyasında ‘milli irade’ vb. seçmen kitlesini tekçi bir yaklaşımla ele alan tanımlamaların aksine HDP’de “Bizler Meclis’e” tabirini görüyoruz. O ‘bizler’in altında farklı kesimler var.
Ülkü Doğanay: Demirtaş’ın ‘bizler’inin altında çok kültürlülük, azınlık hakları, kadın hakları var ve bunun için bir radikal demokrasi talebiyle ortaya çıkıyor. Bunu bir pozitif dil içinden kuruyor. ‘Bizler’i bir ezilenler olarak, ‘ezilen emekçi, ezilen kimlik, ötekileştirilen mazlumlar, yoksullar’ olarak tanımlıyor. Tabii ki sol popülist bir retorik var. Ancak temel ayrımı ezenler ve ezilenler üzerinden kurması önemli. Böylece kutuplaşma yerine hak taleplerini koyabiliyor ve hak taleplerini sadece Kürtlerin değil dindar seçmenin, Alevilerin, kadınların da bir arada yaşayabilme talebi üzerinden kuruyor.
‘ERDOĞAN’IN KONUŞMALARININ KURUCU BİR İŞLEVİ VAR’
Erdoğan’ın hep iyi bir hatip olduğu konuşulur ama en önemli özelliği ‘oyun kurucu’ olması sanki.
Ülkü Doğanay: İncelediğimiz üç seçimde de Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarının diğer liderler açısından da kurucu bir işlevi olduğunu gördük. Çerçeveyi çizen ve üslubu belirleyen Erdoğan. İncelediğimiz son seçim 7 Haziran 2015 seçimiydi. Hemen arkasından yapılan 1 Kasım seçimini kitapta ele almadık ama bu devamlılığı orada da gördük. Nitekim bugünkü referanduma da aynı hat üzerinden gelindi.
Bütün bu politik söylemler içinde Erdoğan’ı belirleyici kılan, son derece kutuplaştırıcı bir söyleme dayanması. Tüm siyasal vaatlerini ‘biz’ ve ‘onlar’ ayrımı üzerine kurdu. Tamam, seçim dönemlerinde bu beklenir ama burada siyaseti dışarıda bırakacak bir kutuplaşma yaratıldı. ‘Onlar’ olarak adlandırdıkları, her türlü muhalefetti. Bugün nasıl FETÖ, PKK, DHKPC, CHP, HDP yan yana telaffuz edilerek ‘hayır’ı talep eden toplumsal kesimleri aynı potaya koyup düşmanlaştırdıysa bizim incelediğimiz üç seçimde de düşmanlaştırma, marjinalleştirme var. Bu tutum, siyaset yapmanın kendisini ortadan kaldırıyor. Kutuplaştırmanın vardığı noktada, ‘biz’in dışındaki herkes terörist ve siyasal arenanın dışında, gayrimeşru gösteriliyor. Kendi partisi dışında meşru hiçbir güç, görüş tasavvur etmemek; bu çok tehlikeli! Bunu Devlet Bahçeli’nin konuşmalarında da gördük.
Demirtaş’a yönelen bu öfkenin bir sebebi de Erdoğan’ın kurduğu dilin dışına çıkması mı?
Halise Karaaslan Şanlı: Demirtaş’a yönelen tepkinin altında biraz da bu yatıyor. Farklı bir dilin kurucusu oldu. Erdoğan tarafından kurulan ve onun atadığı kutuplar arasındaki gerilimin dillendirilmesiyle oluşan bu arenanın dışında, etkili bir dil kurduğunu düşünüyorum, kendi politik gücü çerçevesinde.
SAĞ VE SOL RETORİK ARASINDA GİDİP GELEN KILIÇDAROĞLU
Ülkü Doğanay: Kutuplaştırıcı, ‘onlar’ı düşmanlaştırıcı söylemin nüveleri, tümüyle olmasa da Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşmalarında da var. İbadet özgürlüklerinden, kültürel haklardan söz etse de hep bütünleştirici taleplerden yola çıkıyor. ‘Ben hiç kimsenin kimliğini, inancını, yaşam tarzını siyasete alet etmedim’ diyen Kılıçdaroğlu üç seçim döneminde de hiç ‘Kürt’ ve ‘Alevi’ demiyor. Kürt ve Alevi demeden, hak taleplerini siyaset konusu yapmadan bir siyaset öngörüyor. Kılıçdaroğlu sağ ve sol retorik arasında gidip geliyor. Bahçeli Aleviler, cem evi diyor ama o da Alevilerin din âlimlerinin ilahiyat fakültelerinde eğitim görmesini öneriyor.
Halise Karaaslan Şanlı: Erdoğan gerçekten güçlü bir hatip. Konusal çeşitlilik içinde konuşuyor. Diğer liderlerin dillendirmediği pek çok hakkı dile getiriyor. Hepsine yer ayırıyor konuşmalarında. Üslup olarak çok kutuplaştırıcı, ötekileştirici bir dil kullanıyor ama onun yanında kapsayıcı, samimi, sağ popülist söylemin içinden bir halk dili de kullanıyor.
İnan Özdemir Taştan: Bu arada Erdoğan’ın konuşma metinlerini, kalabalık bir profesyonel kadronun hazırladığını da belirtelim.
Ülkü Doğanay: Erdoğan için sandık -kendi sözleriyle- ‘bir istiklal savaşı, bir ölüm kalım meselesi’. Kutuplaşma gibi sandığı ölüm kalım meselesi olarak sunmak da siyaset yapmayı ortadan kaldırır. Siyaset yapılamadığında ne yapılır? Çatışma! Seçim sonuçlarını da zafer olarak görüyor. Meydanlara da bu şekilde sunuyor. Karşı taraf kim olursa olsun tümüyle Türkiye karşıtı bir ittifak olarak sunuyor.
ERDOĞAN’IN ‘BAHŞEDEN’, ‘BEN’ DİLİ
Erdoğan kendisini Türkiye ile özdeşleştirdi. Bunu 15 Temmuz’dan sonra çok açık biçimde gösterdi. Seçim konuşmalarına nasıl yansıyor bu?
Ülkü Doğanay: Sandıktaki oy çokluğunu, kendi seçmenini, ‘milli irade’ ile milletle özdeşleştiriyor. ‘Milli irade-millet-AK Parti- lider’ arasında bir özdeşlik var. Bunun dışındaki herkes milli iradenin, siyasal arenanın dışında! Bu referandumda da bir ‘tek başlılık’ talep ederken istediği şey teklik, hiçbir farklılığa kendi bünyesinde yer vermeyen, yekpare, kendi başına hareket eden, özdeşleşmiş bir bütün. Bu da toplumsal olanı ortadan kaldırıyor. Seçmenle kurduğu ilişki de böyle bir ilişki.
Erdoğan duygusal bir dil kullanıyor, ‘Ben size aşığım’ diyor. Hep ‘ben’ dili var ve bu, bahşeden bir dil. Sevgiyi şefkati bahşediyor. ‘Bizde ayrımcılık yoktur, hiçbirinizi ayırt etmiyorum, yaratılanı Yaratandan ötürü seviyorum’ diyor. Yurttaşı bir özne olarak değil lider tarafından ayrım gözetilmeksizin sevilen ve bunun karşılığında da lidere oy vermesi gereken kişiler olarak görüyor. Toplumla devlet arasındaki haklar ve özgürlüklerin çerçevesini bir şefkat ve merhamet ilişkisi olarak kuruyor. Toplumla devlet arasındaki ilişkinin demokratik temellerini yok sayan bir çerçeve.
Erdoğan kendisini tüm toplumun ‘babası’ olarak görüyor. Yeri geldiğinde bağıran, yeri geldiğinde seven…
Ülkü Doğanay: Erdoğan, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli… Üçünün de siyaset anlayışı da kullandığı dil de paternalist. Yurttaş ile lider arasında kurduğu ilişki böyle. ‘Ben sizin sorunlarınızı bilenim ve sizin sorunlarınızı ben çözeceğim’ dili hâkim. Yurttaşı koyduğu yer bu mesafe üzerinden anlaşılabilir. Erdoğan bunu şefkat, sevgi ilişkisi üzerinden tanımlayan paternalist bir konumlanma ile yapıyor.
CHP’nin klasik çizgisiyle halkla kendisi arasına koyduğu çizgiyi düşünürsek… Kılıçdaroğlu’nun sol retorikten aldığı sözlerle ‘Birlikte mücadele edeceğiz’ diyor ama devamında seçmene/ yurttaşa düşenin sandığa giderek oy vermek olduğunu söylüyor; onun dışında herhangi bir hareket alanı tanımıyor. ‘Birlikte hareket edeceksek sen beni seç, ben de senin sorunlarını çözeyim’ dediğinde burada bir temsil, vesayet ilişkisi var, birlikte mücadele değil. Özellikle gençlere sandığı işaret ediyor Kılıçdaroğlu, ‘gidin sandığı koruyun’ diyor.
Halise Karaaslan Şanlı: Gençlerin tek siyasal katılımı bu mudur? Kadınların tek katılımı, kendilerine ayrılan kotalar içinde aday olmak mıdır? Siyasetin alanını daraltıyor. Sivil toplum örgütlerine, yerel yönetimlere bunun dışındaki gençlere, kadınlara sadece sandığa gitmek değil farklı seçenekler sunmak yok bu konuşmalarda. Partiyle daha organik bağlar kurmalarına olanak sağlayacak bir takım mekanizmalardan söz edilmiyor.
Ülkü Doğanay: Kılıçdaroğlu hem 30 Mart 2014 yerel seçimi ile 7 Haziran 2015 genel seçimi öncesi AKP seçmenine de sesleniyor. ‘Helale mi ortak olacaksın, harama mı?’ diye soruyor ve AKP seçmenini elini vicdanına koymaya davet ediyor; ‘Harama, dini duygularını sömüren partiye oy verme’ diyor. Seçmene şunu söylemiş oluyor, ‘Bundan önceki seçimde elini vicdanına koymadın, kandırıldın.’ Seçmeni çocuklaştırıyor. Paternalist anlayış bu. Seçmenle kendisi arasına koyduğu mesafenin ne kadar geniş olduğunun kanıtı. CHP’nin en önemli problemlerinden biri bu olmaya devam ediyor. Bu yaklaşımla karşı tarafın seçmeninden oy alması mümkün değil.
İnan Özdemir Taştan: ‘Bu bizim mücadelemiz, gelin partimize katılın. Bize fikir verin’ gibi bir dil de olabilir ama ‘seçilmiş elitler arasındaki mücadele’ tam da bu. ‘Siz beni seçin, ben de gidip sizin için orada mücadele edeyim’ diyorlar.
‘SEÇİLMİŞ ELİTLER ARASINDA BİR MÜCADELE’
İçerik analizine tabi tuttuğunuz 513 konuşmadan çıkan sonuç nedir?
İnan Özdemir Taştan: Siyaset dediğimiz şeyi tam da elitist demokrasi yaklaşımıyla yani ‘seçilmiş elitler arasındaki bir mücadele’ olarak gören, aslında buna bile uzak olan liderlerin konuşmalarından siyaset, katılım dendiğinde ne anladıklarını görüyoruz. Katılım dendiğinde sadece sandığa gidip oy atmayı anlıyorlar. Seçmene diyorlar ki, ‘Karşınızda bir seçim var ve ben adayım. Size düşen gidip oy kullanmak ve beni seçmek.’
Sandığa gitmek dışında katılımdan söz eden yok mu?
İnan Özdemir Taştan: 513 konuşmanın yüzde 25’inde konuşmalarda gösteri ve protestoya değinilmiş, ama nasıl? Yüzde 87’sinde bu hakkın neden ve nasıl sınırlandırılması gerektiğini anlatıyorlar. Erdoğan, Davutoğlu ve Bahçeli bunu en çok tekrarlayanlar. Bahçeli, ‘sokak kirlidir’ diyor.
Halise Karaaslan Şanlı: İncelediğimiz üç seçimde de konuşulan protesto ve gösterilerin Gezi eylemleri olduğunu hatırlatalım.
‘SOKAĞA ÇIKMAYIN, SANDIĞA GİDİN!’
İnan Özdemir Taştan: Evet, Gezi eylemleri 80 ilde gerçekleşti ve 1 milyonun üzerinde bir katılımın olduğu söyleniyor. Erdoğan, Davutoğlu ve Bahçeli’nin konuşmalarında gösteri ve protesto hakkı, iç ve dış mihrakların kışkırtması, hükümeti yıkmaya dönük darbe girişimi, kamu düzenini bozmak, illegal eylemler ve polisin müdahale etmesi gereken olaylar olarak karşımıza çıkıyor.
Ülkü Doğanay: Kılıçdaroğlu sokağa çıkmayı kötü bir şey olarak görmüyor ama o da bunun ‘gençlere özgü bir şey’ olduğunu söylüyor. ‘Onlar delikanlı, kanları kaynıyor o yüzden sokağa çıkıyorlar, gençler istedikleri gibi enerjilerini boşaltabilirler, hiçbir meydan gençlere yasaklanmayacak bizim iktidarımızda’ diyor. Yani gösteri ve protesto hakkı ona göre bir muhalefet etme aracı değil gençlerin enerjilerini boşaltabilecekleri bir iş. Bahçeli de gençliği bir delikanlılık hali olarak görüyor ve o da gençleri sandık başına çağırıyor. Gösteri ve protesto hakkından söz ettiği zaman, ‘dikkatli olun sokak kirlidir, sokak karanlıktır’ diyor. Yani ‘sandığa gidin, sokağa çıkmayın’.
LİDERLER ‘PROTESTO VE GÖSTERİ HAKKI’NDAN OLUMLU SÖZ ETMİYOR
İnan Özdemir Taştan: Erdoğan’ın üç, Bahçeli’nin ise bir konuşmasında gösteri ve protestonun bir hak olarak tanımlandığını görüyoruz. Bunlar Filistinlilerin İsrail Devletine karşı gerçekleştirdiği eylemler. Referandum sürecinde Hollanda’da yaşananları düşününce anlıyoruz ki ancak yurt dışında başka hükümetlere karşı yapıldığında bir hak olarak görülüyor protesto ve gösteriler.
Halise Karaaslan Şanlı: Kitabın sonunda yer alan “Lider konuşmalarında demokrasi temasının ele alınmasına aracılık eden temel hak ve özgürlüklerin dağılımı” tablosunda, ‘protesto ve gösteri hakkı’, sondan ikinci sırada. Ondan bir sonra da ‘çevre hakkı’ var. Seçim konuşmalarında iyi bir çevrede yaşamaktan kastedilen de ‘TOKİ konutlarında yaşamak’.
Konuşmalarda en çok dillendirilen ‘hak’ hangisi?
Halise Karaaslan Şanlı: En fazla dillendirilen ‘siyasal haklar’. Burada kast edilen ‘sandığa gitmek’. İkinci sırada ise ‘sosyal ve ekonomik haklar’ geliyor. Burada da icraatlar sıralanıyor. ‘Yol yaptık, köprü yaptık, yoksulluk yardımları yaptık…” Sosyal ve ekonomik haklar birer projeye dönüştürülmüş. AK Partilisi de CHP’lisi de MHP’lisi de bunu bir yurttaş hakkından çok hükümete geldiklerinde yapacakları bir vaat olarak ifade ediyor.
Ülkü Doğanay: Tabii ki seçim vaatleri olacak ama bunun ardında yatan -özellikle AKP, CHP ve MHP için- siyasetin apolitikleştirdiği bir popülizm çizgisinden söz ediyoruz. Hizmet söylemine bakın. Bu, klientalizmdir. ‘Biz sizin hizmetçiniziz’ diyor ama yurttaş-devlet ilişkisinde hak taleplerini bir kenara bırakıp siyaseti bir takım hizmetleri almaya indirgediğinizde bu ilişki müşteri-patron ilişkine dönüşüyor. Bu problemli ve demokrasiye dair bir şey söylemeyen bir anlayıştır. Bunlar zaten devletin görevleridir ama bahşedilen bir ayrıcalıkmış gibi sunuluyor. Yine Demirtaş’ın konuşmalarında bu vaatler sınırlı olarak yer alıyor.
Kitabın adının neden ‘Seçimlik Demokrasi’ olduğunu anladık anlattıklarınızdan.
Halise Karaaslan Şanlı: ‘Seçimlik Demokrasi’ çünkü liderlere göre demokrasi sadece seçimlerde görülen bir olgu ve onlar için bir zorunluluk değil ‘seçimlik’.
DEĞİŞEN RETORİĞE SEÇMEN NASIL İKNA EDİLİYOR?
Süleyman Demirel’in “Dün dündür, bugün bugündür” sözünü her seçimde hatırlatan bir retorik değişimi var liderlerde. Seçmen buna neden tepki göstermiyor?
Ülkü Doğanay: Bu sağ pragmatizmin tipik bir yansıması. İç tutarlılık veya daha önceki bir seçimde yaptığı konuşmayla sonraki seçimdeki konuşması arasında bir tutarlılık aramaya gerek yok. Erdoğan dinsel retorikten dışarı çıkmıyor ama laikliğin güvencesi olduğunu da söylüyor. Birbiriyle çelişen unsurları aynı anda kullanabiliyor. Ankara’daki konuşmasında milli mücadelen söz ediyor, İstanbul’daki konuşmasında Fatih’ten, Abdülhamit’ten… Abdülhamit’i bir mağdur olarak kuruyor, bir padişah olarak yüceltiyor ve onunla bir özdeşlik kuruyor ama 30 yıllık istibdat rejiminin sorumlusu olduğuna dair bir ifadesi yok.
Halise Karaaslan Şanlı: Üç seçim ve bugün söylenenleri arka arkaya koyduğunuzda hepsini aynı kişinin söylediğine inanmak şahit ister. Retorikteki tutarsızlıklar, birbirleriyle çelişen ifadeler çok fazla. Ancak hepsinde ülkenin bekası meselesi öne sürülüyor. Çözüm sürecine ilişkin meselelerde din kardeşliği üzerinden ortaklık kuruluyordu, sonra ‘Türkiye’nin güçlenmesini, bekasını talep etmeyen iç düşmanlar bunu engellediler, bu süreci sabote ettiler’ diye anlatıldı. Bir şekilde seçmen ikna ediliyor.
Ülkü Doğanay: Bugün bakınca en dikkat çeken Bahçeli’nin 7 Haziran seçimi öncesi başkanlık sistemine hayır demesi. Bahçeli, Erdoğan ile Davutoğlu’nun taleplerini ‘rejimin tasfiyesi, bölünme, sistem değişikliği, T.C.’nin çökmesi, Türk Milleti’nin bölünmesi’ olarak aktarıyor. Tehdit algısı, korku retoriği, dini sembolizm, sürekli bir düşmanlaştırma eğilimi var. Öyle bir tanımlıyor ki sürekli nereden geleceği belli olmayan bir tehdit var. Kaynağın belirsizleşmesi, korkuyu daha da arttırıyor.
'YENİ BİR KURUCU DİL GEREKİYOR'
İnan Özdemir Taştan: Karizmatik liderlerle özdeşleşen seçmenin, hayranı olduğu, güvendiği lidere manevra kabiliyeti sunduğunu görüyoruz. Bunun da kuşkusuz sınırları var ki 7 Haziran’ı yaşadık, sonrasındaki travmaları yaşadık. Bugün bütün bu adaletsiz seçim yarışına rağmen ‘evet’in bu kadar rahat olmaması, Bahçeli’nin kendi tabanını o kadar rahat konsolide edememesi bunu gösteriyor. Liderler ne derse oraya giden bir seçmen kitlesi olduğuna da inanmıyorum. Yeni bir kurucu dil gerekiyor. Siyaset arenasına yeni sözü olan, yeni vaatleri olan bir dille çıkılması gerekiyor. AK Parti ilk çıktığında böyleydi. Şu an mesele bu kurucu aktörün kuruculuğuna çok teslim olmuş bir politik söylem dünyasıyla karşı karşıya olmamız.
‘Yeni Türkiye’ söylemini çekici kılan ‘yeni’ olması mı?
Halise Karaaslan Şanlı: İncelediğimiz üç seçimde AK Parti liderlerinin konuşmalarında öne çıkan ‘Yeni Türkiye’ söylemiydi. Zaten Davutoğlu’nun konuşması selefiyle çok benzer; ‘eski Türkiye’nin karşıtı yeni bir Türkiye tarif ediliyor, yeni millet, yeni devlet deniyor. Eski Türkiye, AKP iktidarının öncesindeki Türkiye; yeni Türkiye, AKP İktidarıyla başlıyor. Mekânsal sınırları her konuşmada çok açık işaret ediliyor, Osmanlı imparatorluğunun toprakları. Buralarda yaşayan tüm Müslüman halklar ‘yeni Türkiye’nin milleti olarak tarif ediliyor ve bunlara sesleniyor Erdoğan. Müslüman coğrafyayı sayıyor ve kendisini dünyanın tüm mazlumları, mağdurları, yetimlerinin kurtuluş ümidi olarak sunuyor.
‘KENDİSİYLE ATATÜRK ARASINDA PARALELLİK GÖRÜYOR’
Ülkü Doğanay: ‘Yeni Türkiye’ söylemiyle ‘yenilik’ vaat ediyor, siyasi arenada bir alternatif sunuyor. Peki neden şimdi değil de ‘Yeni Türkiye’ için 2023’ü, 2071’i işaret ediyor? Niye hep ileri tarihte bir ‘yeni’yi vaat ediyor? Oy tabanını koruyabilmek için yapıyor bunu. Kendisine sürekli bir ‘kurucu iktidar’ konumu atfediyor. CHP’yi, Kemalist tek parti dönemini, İsmet İnönü’yü eleştiriyor ama ‘yozlaşmayı’ hep Atatürk’ten sonra başlatıyor. Atatürk’ü kurucu iktidar olarak görüp söylemsel düzeyde kendisine yüklediği kurucu misyonla Atatürk’ün kurucu misyonu arasında bir paralellik görüyor.
‘KORKU, SEÇMENDE KARŞILIK BULUYOR’
Vaatler kadar etkili bir yöntem de korkutmak. 1 Kasım’da sonucunu gördük. Retorikle beslenen korku seçmeni nasıl yönlendiriyor?
İnan Özdemir Taştan: İkna ile propaganda arasındaki farkı görmek lazım. Eğer bir metin dinleyiciyi müzakereye çağırıyorsa, onunla karşılıklı tartışma kurabiliyorsa bu ikna edici bir konuşma sayılır. Propagandanın taktiği ise şudur: korkut, ödünü kopar, bir çözüm önerisi ortaya at ve bu senin istediğin öneri olsun, en iyi yolun bu olduğunu söyle, karşındakinden de bunu seçmesini iste. ‘Sanki Türkiye yarın işgal altına alınacak gibi’ söyleminde neyi görüyoruz? Türkiye yok olma tehlikesiyle karşı karşıya ve bunun önündeki tek engel güçlü lider ve istikrar. Güçlü lider de ben olduğuma göre, çözüm bende! 7 Haziran’dan bu yana yaşananlar, propagandanın gücünü gösterdi.
Ülkü Doğanay: Erdoğan insanların duygularına sesleniyor ve sürekli bir korku, tehdit algısı üreten konuşmalar yapıyor. Sürekli ülkenin hem dışarıdan hem içeriden tehdit altında olduğu algısı yaratıyor, bundan besleniyor. 7 Haziran öncesi sanki ülke yarın işgal edilecekmiş gibi konuşuyor. Ezanın susturulacağından, İslam’ın elden gideceğinden, camilerde namaz kılınamayacağından bahsediyor. Özellikle İslam’ın tehdit altında olduğu vurgusu, o korku efekti seçmende karşılık buluyor.
Halise Karaaslan Şanlı: AK Partili liderlerin konuşmalarında aynı ölçüde ‘güçlü Türkiye’ ve ‘kalkınma’ vurgusu da var.
İnan Özdemir Taştan: Propagandanın özelliği işte bu. Madem bu kadar güçlü bir ülke ertesi gün neden yok olsun?
Kutuplaştırıcı, ötekileştirici, düşmanlaştırıcı dilin bir sonu yok mu?
Ülkü Doğanay: Sonu olmak zorunda. Böyle gidemez. İnsanların birlikte yaşama iradesini zedeleyecek, çatışmalara yol açacak bir çizgide. Öyle sanıyorum ki kutuplaştırıcı söylemi kuran Erdoğan başta olmak üzere onu takip eden diğer liderler de bunun bu şekilde devam edemeyeceğinin farkına varacaklar. Kılıçdaroğlu’nun son referandum kampanyasında pozitif bir dil benimsemeye çalışması bunun ilk adımı olarak görülebilir.
İncelediğiniz üç seçimden bugüne baktığınızda referandum sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İnan Özdemir Taştan: Bu referandumun konusu, -diğer seçimlerden daha ciddi olarak- rejim değişikliği konusu. Adaletsiz bir kampanya süreciyle karşı karşıyayız. Muhalefet partilerinden biri azaldı. Bahçeli’nin söylem ve politika değişikliğine ek olarak söz ve ifade alanına baktığımızda hayır tarafının sürekli baskılandığını, ana akımın TV kanallarına, gazetelerine erişiminin sınırlandığını, radikal medya yoluyla kendisini ifade etmesinin yollarının da zorlaştırıldığını görüyoruz. Liderlerin gerçek demokrasiden uzak olduklarını, ‘seçimlik demokrasi’ anlayışının derinleşerek devam ettiğini görüyoruz. Liderler arasında bir tartışma ve müzakereyi bile göremiyoruz. Sizin yerinize biz tartışalım diyen, elitler arası mücadele olarak ifade edilen ‘elitist demokrasi’nin bile mumla arandığı bir dönem yaşıyoruz.