Bugüne kadar hangi iktidar ekonomiyi krize sürüklediğini kabul etti ki, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan etsin. Tek sıkıntısı, kendi çevresi dışında bir fail bulmak için epey uzağa, pek kimsenin hatırlayamadığı 16 yıl öncesine dönmek zorunda olması. Ama sık başvurduğu 'eski Türkiye'den krize karşı etkili bir cephane temin etmek kolay değil. Bunun yerine, ülkesini krize sürüklemiş her otoriter iktidar gibi Erdoğan da kullanışlı 'dış güçler' aparatına başvuruyor. Hiç tereddüt etmeden krizi 'ekonomik savaş' olarak adlandırıyor. Bu saatten sonra ne Berat Albayrak ne de yandaş herhangi bir iş adamı veya gazeteci, çekilen 'kırmızı hattan' tek adım geriye atamaz. Cephe buraya kuruldu bir kere...
Peki Erdoğan'ın taktiği işe yarar mı?
Faşizmin esin kaynağı kitle psikolojisi teorisinin mimarlarından Fransız sosyolog Gustave Le Bon; kitlelerin telkine yatkın, bilinç dışının egemenliğine girme güdüsünün kuvvetli olduğunu söyler. Olgulara göre değil, imgelere göre hareket ederler. Le Bon'un fikirlerini çevirmiş Osmanlı'nın son dönem aydınlarından Abdullah Cevdet, kitle psikolojisinin kalabalıklar içindeki bireylerin ‘aklını alan’ bu dinamiğine, ‘cumhur ruhu’ der.
İşte Erdoğan'ın dünkü Bayburt konuşması; 'telkin', 'imge' ve 'sağ popülizmin' kodlarının muhteşem bir harmonisiydi. Dolar fay hattının, Edirne'den Kars'a ülkeyi beşik gibi salladığı saatlerde, ekonominin geleceğine dair tek kelime etmedi. Doları nasıl düşüreceğinden bahsetmedi. Borçlardan, batan şirketlerden söz etmedi. Eriyen ücretlere, işsiz kalanlara değinmedi. Hatta ekonominin ne kadar şahane olduğunu bile söylemedi. Ya ne yaptı?
Anayurt tarihini 1071'den, giriş kapısını Malazgirt'ten öteye çekti. Bize ait olmayan, üzerinde bizim 'Allah'ımızın' değil onların 'Tanrı'sının' adının yazıldığı, paradan ziyade sinsi bir savaş aygıtına dönüşen doları da arzuladığı öfke selini ateşleyecek bir 'imge' olarak linç tezgahına bıraktı. Ve en önemlisi, tıpkı ahırdaki iki öküzden birini, harmandaki beş çuval buğdaydan ikisini istercesine, yastık altı birikimlerini 'kağnı sırtında' cepheye taşır gibi bankalara getirmelerini talep etti.
Erdoğan'ın konuşması çoğu kişiye gerçeklikten kopuk gelebilir. Hatta dalga bile geçilebilir. Lakin bütün bunlar onun krizi 'kurtuluş savaşı'na çevirme niyetini değiştirmez. Bunun işe yarayıp yaramayacağından şüphe duyanların, bir kez harekete geçirilmiş kitlelerin 'bilinç dışının egemenliğine girme güdülerini' hesaba katmasında fayda var.
Çünkü kriz süreci, aynı zamanda bir 'değersizleşme' sürecidir. Erdoğan'ın siyasi tezgahının en güçlü ve en zayıf halkası bu belki de. Nasıl mı? 2001 krizini kısaca bir hatırlayalım...
2001 krizinin en şiddetlendiği günlerde dönemin Başbakanı Bülent Ecevit de, "Krizi mali spekülatörler çıkardı" diyordu. Ancak ne siyasi meşrebi, ne belagati, ne de arkasındaki destek süreci; siyasi bir mücadele alanına çevirmeye yetmedi. Kısa sürede krizin hırçın dalgalarına teslim oldu. IMF olaya el koyduktan sonra bilanço şöyleydi:
Türk parası dolar karşısında değersizleşti. İşletmeler, bankalar değersizleşti. 400 bin KOBİ kapandı. Değersizleştirilen bankalar Citibank’ın, HSBC gibi çok uluslu bankaların yemi oldu. İhraç malları değersizleşti. İşçinin emeği değersizleşti. 1 milyon 200 bin kişi işsiz kaldı. Borç altında bunalan devlet hazinesi değersizleşti. KİT’ler değersizleşti. Borsa değersizleşti. 1999'da borsaya kayıtlı şirketlerin toplam değeri 114 milyar 271 milyon dolarken, 2000 yılı sonunda 69 milyar dolara geriledi. Hazine verilerine göre 2001 başından 2002 Mart ayına kadar 199 yerli şirket, değişen oranlarda yabancı ortaklara gitti veya el değiştirildi.*
Özetle kriz her şeyi değersizleştirdi. Ekonomik faaliyetle sınırlı kalmadı bu, siyaset ve siyasetçiler de değersizleşti. Sonuçta kendilerini değersiz hissedenler, bunun müsebbibi olarak gördükleri aktörleri bildiği en kolay ve etkili yolla sandıkta tasfiye ettiler.
Bugün de gittikçe ağırlaşan krizle yine bir değersizleşme dalgası yaşıyoruz. Dolar sadece TL'yi değersizleştirmiyor; işi, aşı, hayatı, geleceği de değersizleştiriyor. Erdoğan olgularla kitlelerin arasına ördüğü duvarı her geçen gün tuğla tuğla yükselterek, sınırı tam da buradan çekiyor. Ellerindeki maddi varlıkları hızla eriyen kitlelere 'milli ve manevi' değerlerden örülü bir zırh sunuyor. İyi biliyor ki, krizin değersizleştirici mekanizmaları işlemeye başladığı vakit, ezberlediği ekonomik politikalarla süreci yönetmesi hayli zor. Seleflerinden gördüğü bu çünkü...
Krizin değersiz kıldığı kitlelerin ekonomik olarak tatmin edilebileceği seviyenin çoktan geçildiğini gördüğü için de, tercihini çok net ortaya koyuyor: Değersizleşen kitlelere siyasi bir değer atfederek yönetmek!
Dolayısıyla Erdoğan, mecbur kaldığı bir 'kurtuluş savaşı' ilan etmiş durumda. Bu savaşı kendi siyasi ikbali için mi yoksa ona inananlar için mi başlattığını gösterecek turnusol kağıdının ise muhalefetin Twitter'dan yaptığı dolar esprileri olmadığı muhakkak. Zira, her şeylerini kaybetmeye başlamış insanların bir de varlığını değersiz görmek, tam da Erdoğan'ın acilen ihtiyaç duyduğu ateşi yakmak anlamına geliyor. O ateşin kimi yakıp küle çevireceğini de kimse bilemez...
* Veriler, Avukat Murat Özveri'nin 2009'da Türk Tabipler Birliği Dergisi'nde yayımlanan "Kriz ve Krizin Bedelini Ödeyen İşçiler" makalesinden alınmıştır.