Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim kampanyasından bir hayli uzakta durması, bu olasılık sürpriz olmamasına rağmen giderek daha fazla dikkat çekiyor. Bunun geçici bir taktik hamle olup olmayacağı, son düzlükte -ki artık yavaş yavaş girildiği düşünülebilir- inisiyatif alıp almayacağıyla ilgili merak da büyüyor. Erdoğan’ın kendisinin dahil olmadığı bir kampanyanın daha başarılı olacağına sahiden inanıp inanmadığını yakında öğreneceğiz. Anketler hiç de iyi sonuçlar vermediğinde yeni hamlelerle son anda sahne alıp almayacağını, kritik bir “dokunuş” yapıp yapmayacağını da izleyerek göreceğiz. Yakın dönemin siyasi atmosferi düşünüldüğünde, sadece muhalefet ve gözlemciler için değil, iktidar seçmeni için de fazlasıyla yadırgatıcı bir durum yaşandığı ortada. Giderek sıklaşan kulis bilgileri, “ne pahasına olursa olsun kazanma” formülleri yerine başka akıl yürütmelerin de konuşulmaya başlandığını düşündürüyor.
Son günlerde aralarında iktidara yakın olanların da bulunduğu bazı gazeteci, yorumcu ve araştırmacıların, adını saklı tutan bazı AKP’li siyasetçilere de dayandırarak, olası bir yenilgiden Erdoğan’ı koruma arayışından bahsetmeye başlamaları, meraka başka bir boyut ekliyor. Seçimi kazanmanın gereği olarak yapılan taktik bir manevra veya muhalefet konsolidasyonunu zayıflatmak için denenen bir strateji mi yürürlükte? Yoksa tablonun umutsuzluğu yüzünden; ne olursa olsun seçimi alma motivasyonu, yerini ne olursa olsun genel iktidarı ve Erdoğan’ı koruma önceliğine mi bıraktı? Erdoğan’ın ortalarda görünmemesi; seçimi almak için mi, yenilginin muhatabı olmamak için mi? Belki -aslında çok önemli olan- bir yan soru da: Bu tercih kendisinin kararı mı, ona biçilen bir rol mü? Erdoğan birilerine keseceği hesabı mı, kendisinin ödeyeceği faturayı mı erteliyor?
İktidarın yeni seçim kampanyasının seçmenleri nasıl etkileyeceğini, sonuçlara nasıl yansıyacağını henüz tam olarak bilmiyoruz. Yayınlanan bazı anketler yoğun çabaların pek işe yaramadığını, farkın giderek açıldığını söylüyor ama kesin yargı için hâlâ erken. Ancak sonuçlar nasıl olursa olsun, kampanyada Erdoğan’ın yer alma -veya almama- biçimi, bunu gerekçelendirme şekli, seçim sonuçlarından daha derin etkiler yaratabilecek türden. Erdoğan’ın kampanyadaki rolü, iktidarın geleceğindeki rolünden çok bağımsız durmuyor. Her şeyden önce, yıllardır iktidar ittifakının sürükleyici aktörü olan Erdoğan’ın, ortalıkta göründüğünde oy kaybettiren bir genel başkana dönüşmeyi kabullenmesi hiç kolay değil. Bu yolla seçim kazanılırsa, o olmadan daha iyi performans sağlandığını; seçim kaybedilirse ise güçsüzleştiğini kabul etmek zorunda. Hadi o sindirdi diyelim, iktidar tabanı -ve tavanı- bunu nasıl içselleştirecek.
Son ana kadar kampanya böyle devam ettirilir ve Binali Yıldırım kazanırsa -çaldılar sözlerine rağmen- 31 Mart’ı Erdoğan’ın kaybettirdiği sonucu tescil edilmiş olacak. Üstelik bizzat iktidarın tercih ettiği strateji bu tezi besleyecek. Yok eğer bu kampanyaya rağmen seçim yine kaybedilirse de -büyük siyasi beceriler atfedilen- Erdoğan, kampanya tercihi konusunda ağır bir basiretsizlik, yenileme baskısına dayanamayarak zayıflık göstermiş sayılacak. Yani Erdoğan’ı seçimden uzak tutarak sonuç alma veya Erdoğan’ı kötü sonuçtan koruma gayretleri, anlatıldığı kadar veya kağıt üzerindeki gibi büyük garantiler sunmuyor aslında. 31 Mart’takinin tersi bir kampanyanın ne işe yaradığı henüz görülmüş değil. Son derece karmaşık kampanya düzeni nedeniyle asla tam olarak ölçülemeyecek. Yenilginin sorumluluğundan azade olmanın, yenilginin maliyetinden kurtulmanın garantisini sağlamasının da bir kanıtı yok. Kampanyanın gidişatı ve seçimde alınacak sonuç ne olursa olsun, 31 Mart’ta ortaya çıkan iktidar stabilizasyonun yenilgisi ve yenilenmesi sürecinin kaçınılmaz devamı olan yeni bir tablo oluşacak.
Elbette, bu gelişmelere karşı, onları yumuşatabilecek argümanlar da üretilecek. Ancak iktidar seçmeni için bile bunların kabul görmesi giderek zorlaşıyor. Mesela, “neticede bir yerel seçim, İmamoğlu Erdoğan’ın dengi mi?” türünden bir açıklamanın ikna edici olabilmesi, Erdoğan’ın 31 Mart kampanyasını tek başına sürdürmüş olması -daha önemlisi kendi seçmeni tarafından da öyle algılanması- nedeniyle pek mümkün değil. Erdoğan’ın her türlü olumsuzlukla ilişkisinde devreye giren “teflon zırh” yüzeyi de aşırı kullanımdan iyice yıpranmış durumda. Ayrıca Binali Yıldırım, -referandum sürecinde olduğu üzere- Davutoğlu gibi başarısızlık faturasının kesilip gönderilmesiyle tabanı yatıştıracak bir sima değil. Mağduriyet kartının, güçsüzlük itirafı sayılmaya başlanacağı/başlandığı eşiğe de fazlasıyla yaklaşılmış durumda.
Erdoğan’ın kendi çekirdek tabanına ne dese inandırabilen, hangi yöne dönse arkasına kalabalıklar toplayabilen bir lider olduğuna kuşku yok. Defalarca bunu kanıtlayan sonuçlar aldı. Son olarak meydanlarda “ekonominin patronu benim” demesine rağmen hâlâ krizle ilişkisi yokmuş havasını sürdürebilmesi bu yüzden. İktidarın taban profili ve bu tabanın iktidarla kurduğu ilişki, hâlâ büyük kaymaları, kopmaları engelliyor. Erdoğan’ı özel olarak koruyan dinamiklerden biri de, muhalefetin bitmeyen paradoksu: Eleştirinin merkezine Erdoğan’ı yerleştirince iktidarın ihtiyaç duyduğu gerilime ortak olup konsolidasyona -kesin kaybedecekleri blok/kimlik sayımına- katkı vermiş oluyor. Erdoğan yokmuş gibi davranınca da, sorunların asli kaynağının görünmez olmasını sağlayan koruma kalkanına destek sağlıyor. Bu yüzden, çok zarar yerine hep az faydaya razı oluyor. Ama artık Erdoğan iktidar sorunlarını muhalefetle girdiği ilişkiyle değil, kendi destek çevresiyle çözmek zorunda ve burada denklem ters işliyor.
Yerel seçimlerin ittifaklı olup olmayacağıyla ilgili tartışmadan başlayarak, beka davası stratejisi, 31 Mart sonuçları, sonuçlara itiraz süreci ve yenileme kararına ek olarak, 23 Haziran stratejisi üzerine yürütülen bütün tartışmaların içeriği, İstanbul seçimi sınırlarını aşıyor. Taktik bir hatayı düzeltmek biçiminde dile getirilen kampanya değişikliği, önceki temaları ısrarla zorlayan -Bahçeli ve Soylu gibi- aktörlerin hâlâ sahnede oluşu, seçmenin aklını çelme uğruna yaratılan kafa karışıklığı derin yapısal sorunları daha da büyütüyor. Seçim stratejisi için ortaya konulan “kendi tabanındaki oluşan eksik performansı tamamlama” ile Erdoğan’ın ortalıkta görünmemesi tercihi birlikte düşünüldüğünde, daha karmaşık bir soru ortaya çıkıyor: Sorun Erdoğan’ın tabanı motive etme yeteneğinde mi, bu temasın önüne çıkan yeni engellerde mi? İktidarı korumak için girilen mutlak çoğunluk tuzağına açılan kapının arkasında aslında neler oluyor?
Bu noktadan sonrasını spekülasyona girmeden konuşmak zor. Özel yetenekleri olsa da olmasa da Erdoğan’ın bu kadar yıllık deneyimden sonra, hem bu yapısal sorunları hem de bu stratejinin olası komplikasyonlarını görmüyor ve hesaplamıyor olması imkansız. Belki tartışma, bunlara ne kadar müdahil olduğu veya ne kadar mecburiyetler kıskacında hareket ettiği hakkında olabilir. İstanbul seçiminin yenilenmesi kararında Erdoğan’ın ne kadar istekli olduğu da, sadece açık işaretlerle anlaşılır gibi durmuyor. Şimdi yoğun biçimde konuşulan ve servis edilen, “Erdoğan’ı saklayarak seçim kazanma” veya “yenilgiden Erdoğan’ı koruma” iddialarının da, “tek adamın” gücüne güç katmayacağı açık. Bütün krizleri “ileriye kaçarak” atlamaya çalışan iktidarın, İstanbul seçimini yenileme kararıyla sorunu erkene çağırmış olması ve seçim sonrasına itilen hesaplaşmanın dozunu fazla büyütmüş olması ihtimali de, spekülasyonlara fazla açık.