Dış politika içeride başlar…
Bu ifade Batı'nın dış politika alanında sözü geçen isimlerinden Richard N. Haas’ın meşhur kitabının ismidir. Halen Amerikan düşünce kuruluşu Council on Foreign Relations’ın (Dış İlişkiler Konseyi) başkanlığını yürüten Haas, 2013’te yayımlanan kitabında ABD’nin küresel liderliğini sarsan en önemli tehditlerin ülke sınırları dışından değil, içeriden geldiği tezini işlemiştir. Türkiye’de muhafazakar camiada popüler olan Haas ve CFR’ı şeytanlaştırma eğilimini tartışmayı Türk televizyonlarının kıymeti kendinden menkul yorumcularına bırakıyorum. Richard Haas’ın son dönemdeki “Türkiye ile makul bir ilişki zemini aramaktan külliyen vazgeçelim” şeklinde özetleyebileceğim, öfkesi mantığının önünde giden yaklaşımını son derece sığ bulduğumu da kayıtlara geçirip devam edeyim. Türkiye konusundaki günahları sevapları bir yana, Haas’ın bahsettiğim kitabına can veren “ABD için en büyük tehditler dışarıdan değil içeriden geliyor” tezinin bugün pek çok ülke açısından işlediğini teslim etmek gerektiğini düşünüyorum. En çok da Türkiye için! Türkiye’nin kendine özgü organik sorunlarının ötesinde, bizzat Erdoğan iktidarı eliyle yaratılan tehditlerin yerini doldurabilecek pek az küresel tehdit tanıyorum.
Tüm şiddet türleri karşısında kadınlara pozitif ayrımcılığı esas alan İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olmaktan vazgeçmenin, sosyal medyayı da -fetih mantığıyla ele geçirilen medya kuruluşları gibi- açık hava hapishanesine döndürecek yasanın, hukuk insanlarını birbirine kırdırmak için dayatılan bir diğer yasanın, elinde kılıç minbere çıkıp lanet yağdıran bir din adamının toplamda Türkiye’de bıraktığı kalıcı hasarı kırk Yunanistan, yetmiş Birleşik Arap Emirlikleri, yirmi Fransa bir araya gelse, işin mentorluğunu da İsrail yapsa yine de beceremezlerdi. Yine…yeniden bireysel hak ve özgürlükleri gasp edilmiş bir toplumun ne kendine ne de ülkeye hayrı olacaktır. Kapandan kurtulmak için kendi uzuvlarını kemirmeye başlayan hayvanlar gibi yarım, yaralı, işlevsiz bir biçimde ömür tüketmemiz bekleniyor.
İçeride bizleri hak etmediğimiz ucube bir rejime mahkum ederken dışarıyla bağları zayıflatıp Türkiye’yi iç hamasi gündeme kilitleyerek süreçten muzaffer çıkmayı uman iktidar, bu hamlelere uzun zamandır hazırlanıyordu. Ancak hepsini son bir ay içinde arka arkaya eyleme dökmesi ülke dışında da ziyadesiyle dikkat çekti.
Son günlerde Türkiye’deki gelişmeleri en yakından takip eden başkentler arasında Berlin ilk sırada geliyor. 1 Temmuz’da Avrupa Birliği dönem başkanlığını altı aylığına devralan Almanya pimi çekili biçimde kucağında duran Türkiye bombası patlamasın diye özel bir çaba içerisinde. Avrupalı diğer liderlerin çapsızlığı nedeniyle kariyerinin son perdesinde yaşlı kıtayı kurtarma misyonu başına kalan Şansölye Angela Merkel’in bizzat devreye girerek Doğu Akdeniz’de olası bir askeri gerilimi şimdilik bir nebze öteleyebilmiş olması da Almanya’nın epeydir belirginleşen soğukkanlı Türkiye stratejisinin son örneği.
Dünya tarihi liderlerin politik zikzakları üzerine yazılmış olduğu için Merkel’in varmış olduğu noktaya da şaşırmıyoruz. 2005’te iktidar olmadan önce Hıristiyan Demokrat Birliği Genel Başkanı olarak (CDU) seçim meydanlarında “Türkiye AB’ye tam üye olamaz” diye haykıran Merkel’in bugün Türkiye’nin “üyelik için müzakere eden aday ülke” statüsünü elletmeme konusundaki kararlılığı göz yaşartıcı.
Almanların stratejisinin kalbinde Türkiye ile müzakerelerin zaten 2018’den beri fiilen durmuş olması var. Dolayısıyla aslında Merkel’in Almanya’sı birden insafa gelmiş değil, kurnaz bir diplomasi yürütüyorlar o kadar. Bu gidişle müzakerelerin bir yere varmayacağı ortadayken kalkıp resmen Türkiye’nin adaylık statüsünün sonlandırıldığını ilan etmenin ortalığı tam anlamıyla yangın yerine çevireceğinin farkındalar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kendi siyasi ömrünü uzatabilmek için iç politikada sonuna kadar sömüreceği bir koz vermek yerine Türkiye bir gün üye olacak(mış) gibi yapmanın kendisine şu anda bir maliyeti olmadığının bilinciyle hareket ediyor Alman hükümeti.
Dahası, Merkel AB Konseyi’nin Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmalarına yanıt olarak geçen sene onayladığı ancak henüz uygulamaya başlamadığı yaptırımları yürürlüğe sokmanın da şu noktada beklenin tam aksi sonuçlar doğurabileceği endişesi taşıyor. Avrupa Birliği’nin Erdoğan Türkiye’si üzerinde tesir kuvvetinin çok zayıflamış olduğu gerçeğiyle mücadele etmek yerine bu yeni normal ile uyumlu bir stratejiyi tercih ediyor artık Merkel. Almanya’nın bugün Türkiye ile eskiye oranla daha çok empati yapıyor görüntüsü vermesinin nedeni de bu. Zira Almanlar, zaten üye olamayacak bir ülkenin ulusal politikayı tamamen kendisini iktidarda tutacak taktiklere endekslemiş lideriyle itişmeye enerji harcamanın beyhudeliğini çözmüş.
Almanya’nın Erdoğan’ın kendisinden ve hükümetinden umudu tamamen kesmiş olmasının bir diğer tezahürü de ikili ilişkiyi belediyeler üzerinden güçlendirme yönündeki arayışları. Alman hükümeti yıl sonunda İstanbul’da bir belediyecilik konferansı düzenlenmesi üzerinde çalışıyor. İstanbul ve Berlin belediyelerinin işbirliği ile düzenlenecek konferans Alman hükümetinin Türkiye için yerelde birebir ilişkiler kuran yeni bir diplomasiye yönelmekte olduğunun sinyali olarak düşünülebilir. Bu konferansa ev sahipliğini kimin yapacağını söylemeye lüzum yok.