İngiliz yazar Julian Barnes, Flaubert’in Papağanı romanında, yedikleri ayının ruhunun intikam için geleceğinden korkan Yakutlar’ın suçu başkasına atmak için “Seni yiyen bizler değil Ruslar” diye bağırdığını yazar.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 13 Eylül’deki rekor faiz artırımı öncesinde yaptığı konuşma da bu pagan totemine benziyordu. Halka yönelik ajitatif bölümde faize karşı olduğunu, kararı benimsemediğini sürekli tekrarladı. Faizin esnaflar, KOBİ’ler, inşaatçılar, tüccarlar, üretim yapanlar ve özellikle ücretli çalışanlar için ne anlama geldiğini bildiğinden, “Sizi yiyen ben değilim” dedi durdu. Çünkü Merkez Bankası’nın karar metninde açıkça ücret zammını, tüketimi, geçimi, krediyi unutun yazıyordu.
İzni olmadan memur dahi atanamayan, Varlık Fonu’nu bir gecede iki satır yazıyla kendine ve damadına bağlayacak kudrete sahip bir liderin, ‘benim ilgim yok’ beyanı inandırıcı durmuyor doğrusu. Ortada mütemadiyen sergilenen ‘yerliyi kandır, yabancıyı ikna et’ trüğünün ötesinde farklı bir mesele olduğunu, Erdoğan’ın kendisinin de kandırmaktan çok bir zorunluluğu, zorunda kalmış olmayı dile getirmeye çalıştığını gösteren kimi ipuçları barındırıyor bu konuşma.
Nitekim Erdoğan, kamuoyunda yankı uyandıran popüler kısmın dışında başka şeyler de söyledi. Paranın merkez ülkelere döndüğünden, olanakların daraldığından bahsetti. Tamam, krizin kendi krizleri olmadığında ısrar etti ama, öyle düşman kurşunu dolardan, üst akıldan, 5. kol faaliyetinden değil, basbayağı finansal realiteden söz etti. Yani Erdoğan krizle ilgili belki de ilk defa ‘gerçekten’ konuşmaya başladı.
Bu uzun metnin kaymağı, köpüğü alındığında önemli bir detay göze çarpıyor. “Özal ile birlikte ülke olarak tercihimizi serbest piyasa ekonomisinden yana kullandık” cümlesi. Zira, birkaç hafta önce Malazgirt’e uzanan tarihin boyunun nasıl olup da aniden Özal’a kadar kısaldığı dikkate değer bir muamma 'gerçekten'.
Hadi şu muammanın peşine düşelim. Hatta tarihsel hattı, tıpkı Erdoğan’ın yaptığı gibi; farklılıklarından, kopuşlarından, diğer aktörlerinden azade kılıp Menderes’e dek uzatalım. Bir tarih okumasından ziyade bir zihniyet arkeolojisi kazısı yapalım…
NEPOTİZM, POPÜLİZM, PARTİKÜLARİZM…
Üç ismin ortak paydasında sağ siyaset, muhafazakar kimlik ve söylemin yanında tuhaf bir benzerlik daha var. O da, serbest piyasa ekonomisine bağlılıklarını üzerine basa basa ifade etmek zorunda kaldıkları iki farklı dönemin olması. İlki iktidara gelirken, ikincisi kriz iktidarlarını sarsarken…
Bu iki ‘liberalizm’ vurgusunun arasında ne mi yaşanıyor? Nepotizm, popülizm, partikülarizm… Yani borçla tüketim gücünü artırmak, yandaş sermayedar yaratmak, mevcut sermayedarları ihale ve kamu bankalarını ‘ihya ve ikaz’ aracı olarak kullanıp yola getirmek. Tabi bir de dizginlenemeyen mega proje ve inşaat tutkusu.
Menderes’in siyasi sloganı “Artık yeter! Söz milletin”di fakat, ekonomik vaadi “her mahalleye bir milyoner”di. Bu hırsın dinamiği tercihli krediler, hükümet kontratları, ithalatçıya tanınan döviz hakkı ile elbette Sınai Kalkınma Bankası’ydı. Altyapı ihalesi alanların yıldızının parladığı anlardı. Bugün ENKA, Tekfen, Alarko ve Doğuş’un o dönemki hükümet kontratlarıyla serpildiğini söyleyelim.
Menderes gücünün zirvesindeyken ekonomiyi de siyaset sopasıyla düzenlemeye kalktı. Mesela; iş adamlarını partisine üye olmaya zorladı. Vehbi Koç’un baskılarla CHP’den istifa edip DP’ye katılması çarpıcı bir örnekti. Öyle ki, iktidar yandaşlığında yarışan ticaret odaları, CHP heyetlerine haber gönderip ziyarete gelmemelerini istiyordu.
Ne zaman kriz alametleri belirdi, işte o vakit devreye iç ve dış düşman arayışı girdi. İktisadi Tedbirler Kanunu ve Milli Koruma Kanunu vasıtasıyla vatanperverlik ve milli şuur vaazları eşliğinde tehditler, cezalar, ithamlarla ekonomi tarla gibi sürülmeye kalkıldı. Uzun süre sorunları ‘dış güç-iç hain’ sarkacına bağlayan, zamları fırsatçılık ve vurgunculukla eşdeğer tutan Menderes, ‘serbest piyasaya bağlılık yemini’ni ne zaman hatırladı dersiniz? Kriz olduğunu kabul edip, 1958’de OECD ile istikrar programını imzalamadan hemen önce.
SÜREKLİ TEKRARLANAN DEHŞET DÖNGÜSÜ
Özal da anlatıldığı türden liberal özgürlükler aşığı değildi. Darbe ile yetkileri artırılmış Başbakanlık’ın olanaklarını öyle hızlı ve yaygın kullandı ki, partikülarizmin kitabı yazılacaksa eğer, en kalın bölümünü bu dönem oluşturur. İhracat teşvikleri ve kamu bankaları, yandaş zengin yaratmanın tecrübeli askerleri olarak tekrar cepheye sürüldü. Üstüne hala ülkenin başına bela olan fon ve KHK yetkisi de eklenince, ekonomi büsbütün rayından çıktı.
Bir gece yarısı imzalanan kuru incir ve plastik terlik ihracatı kararları ile Özal’ın yakınları da dahil birkaç kişinin nasıl zengin edildiğini şimdilerde hatırlayan çıkmaz. Dev altyapı hırsının hangi inşaatçıları büyüttüğünü, ‘tekstil kralı’ lakaplı bir takım insanların nasıl semirdiğini de. Ya da Özal’ın bira reklamını yasaklatıp kendini desteklemeyen Anadolu Endüstri ve Yaşar Holding’den aldığı intikamı da...
1988 krizi ufukta göründüğünde onun da ilk refleksi Menderes’ten halliceydi. Döviz spekülatörlerinin canlarına okunacağı, gerekirse bankalara, şirketlere el konulacağı tehditleri bizzat bakanlarca dile getirildi. Ama nihayetinde krizi kabul ettiği gün Özal da ‘serbest piyasaya bağlılık yemini’ni tekrarladı. Ve ardından Ağustos 1989’daki ünlü radikal neoliberalizasyon paketi yürürlüğe girdi.
Erdoğan dönemini anlatmayalım, yeterince şiddetli yaşıyoruz. Bu kaba arkeolojik kazının sonucunda tek parti-tek adam dönemlerinde tekrarlanan dehşet döngüsü, bir tekerrür değil bir zihniyetin sürekliliğidir aslında. Geleneğin ucunu nereye kadar götürürseniz götürün sonuç değişmez, değişmedi de. İttihat ve Terakki’den AKP’ye, ‘serbest iktisadiyat’tan ‘serbest piyasaya’ uzanan felsefenin yaldızlı örtüsünü çektiğinizde altından; yandaş zengin yaratma, kamuyu borçlandırarak altyapı projeleriyle canlılık sağlama, biat etmeyeni imha, emeğin değeri yerine tüketimin gücünü artırma, üretim yerine rantı teşvik çıkacaktır.
Bir de ne çıkacak biliyor musunuz? Hesap! Borca, ranta dayalı şatafatlı harcamaların, yeni zenginlerin, yandaş ticaretin hesabı eninde sonunda ödenmek zorunda. Menderes’inki de ödendi, Özal’ınki de. Her kriz anında ‘sur düdüğü’nü üfler gibi o bağlılık yemini boşuna hatırlanmıyor yani…
İşte şimdi yeni hesap dönemi açılıyor. Krizi bir kere kabul ettikten sonra kuru ve enflasyonu düşürmek amacıyla artırılan faizle, enflasyonu ve kuru göze alarak faizi baskılama arasındaki tercih; nihayetinde vatandaşla birlikte hangi kesimlerin de listeye dahil edileceğinin seçimidir. Erdoğan’ın konuşmasını bir de bu açıdan okumak lazım. Tercih edilecek yolların iktidarın bünyesinde açacağı yaralar aynı olmayacak çünkü.
Böylesine bir krizin başında piyasaya bağlılığın iktidarın dudağından dökülmesi demek; izlenecek yolun rotasının da dolar turşusu kuranlar, kuru yasaklamak isteyenler veya elde konut bekleyenlerce değil, piyasanın en kudretli güçlerince çizileceği anlamına geliyor. Her iki tercihin de zorunlu şıkkı olan işçileri, memurları ve emeklileri saymıyoruz bile.
Dolayısıyla dişlerini sıka sıka sabrettiğini söyleyen Erdoğan, ruhların gazabından korunmak istercesine, “Sizi yiyen ben değilim, piyasa güçleri” demek istiyor. O da biliyor, seçilen yolun en çok oy aldığı kesimlerin üzerinden geçeceğini…