Türkiye’de sağ siyasetin en karakteristik özelliği, belki de
ahlakı diyebileceğimiz şey alış veriştir, ticarettir. O nedenle sağ
siyaset hep neyin çok satacağına bakar ve bu ahlak gereği, çok
satacak her şeyi yapar. Hiçbir şeyi muhafaza etmeyi düşünecek
zamanı ve nakdi yoktur. En kısa zamanda her şeyi nakde çevirmeye
çalışır. Taksim Meydanı nasıl nakde çevrilir? Alışveriş merkezi
yaparak, hemen yaparak, ihale açarak, ihaleyi alışverişi bol bir
müteahhide vererek, müteahhitten havuz katkıları isteyerek… Bu
yalnızca akçeli işlerde böyledir sanılmasın.
Adaletin sağlanması, yani yurttaşlar arasında çıkan çatışmaların
çözümü için üçüncü bir taraf olarak devletin varlık koşullarından
olan hukukun icra edilmesi için seçilen hakimleri düşünün.
2000’lerin ortasında Adalet Bakanlığı daha önce hiç olmamış biçimde
yüksek sayılarda hakim ve savcı almaya başladı. Süreci yakından
takip etme fırsatı bulduğumu ve üzerine uzun uzun düşündüğümü
hatırlıyorum. Hayatın içinde olan, hakim olmadan önce insanı
tanımak isteyen, bu nedenle akademideki tasfiyelerin
sorumlularından, şimdinin vekil dekanı Muharrem Özen’in ceza hukuku
derslerine girmek yerine Dostoyevski okumayı tercih eden
arkadaşlarımdan hiçbiri, defalarca sınav kazanmalarına rağmen hakim
yapılmadı. Hepsinin sevgilileri oldu, onları etkilemek için ya da
sevdikleri için film arşivleri, müzik bilgileri oldu. Yüksek
edebiyat okurlarıydı, ama olmadı. Kimler hakim yapıldı peki?
Hayatlarında bir kadın ya da erkek eli tutmadan evlenip, insanların
boşanma davalarına da bakacak olan onlarcası. Peki nasıl yapıldı?
Onun yanıtını da AKP Genel Başkanı Erdoğan verdi: “Ne istediniz de
vermedik?” Evet meselenin özü ‘alış veriş’ti. Cemaat AKP’den kadro
istedi, AKP cemaatten işbirliği istedi. Aldılar verdiler. Kendi
ahlaklarına uygun bir durumdu. Aylarca sınavlara hazırlanıp
idealindeki mesleği yapmak isteyen insanlar mı? Alevilerse,
Kürtlerse bir kenarda dursunlardı. Sünnilerse referans bulsunlardı.
Mümkünse bir cemaate yaklaşsınlardı. Çünkü bir kadro verilecekse
Türk sağı karşılığını bekler. Evet cemaate verilen kadrolar çok
sattı. Zavallıca yazılmış, içinde en ufak bir düşünce kırıntısı
olmadan, bir delili bulmak, onu hukuka ve mantığa dayandırmak
kaygısı güdülmeyen iddianamelerle insanların hayatlarıyla oynandı.
Bugün Albert Camus’yu, Spinoza’yı örgüt üyesi olma suçuyla
iddianamelere koyan savcılar çok satmıyor mu?
KÜLLİYE'DE BİR GARİP OPERA
AKP Genel Başkanı, 1920’li yılların ortalarında Cumhuriyet’in
varlığını ispat etmek için kurulan, Ankara’da olmaz denenin
oldurulması çabasının sembolik yükü yüksek ürünü Atatürk Orman
Çiftliği’nin arazisi üzerine yaptırdığı sarayda bir opera binasının
olduğunu beyan etti. Fakat OHAL dolayısıyla ve OHAL’in öncesindeki
tekleştirme çabalarıyla büyük salonlarda sadece muhtarları
ağırlayabildiğini biliyoruz. Bilim insanlarının yıllarca emek
verdikleri kurumlardan kovulduğu dönemlerde muhtarlara o sarayda
kep giydirildiğini biliyoruz. Mizah dergileri baskı altına
alınırken kötü komedinin yeni unsuru sayılabilecek giysileriyle
muhafızlarımızın bu sarayda göründüğünü biliyoruz. Türkiye’nin
habercilik yapan, entelektüel sorumluluğundan vazgeçmeyen
gazetecilerinin cezaevlerine kapatıldığını biliyoruz. Dünyaca ünlü
edebiyatçı ve bilim insanı Aslı Erdoğan’ın, dilbilimci Necmiye
Alpay’ın kapatıldıklarını biliyoruz. Hayır! diyen televizyoncuların
işsiz bırakıldığını, Fazıl Say’a açılan davayı…
Külliye’de 2000 kişilik bir opera binası yaptırdığını söyleyen
Erdoğan, bir süredir kültürel alanda geri kaldıklarını ısrarla
ifade ediyor. Barış imzacılarını atmasına rağmen, yerli ve milli
bir üniversite kültürünü neden yaratamıyor? Neden hâlâ ellerinde
palalarla provokasyon yapanları milli değerlerin temsilcisi olarak
sunuyor rektörler? Neden üçüncü sınıf
savaş dizilerine, saray saltanat övgülerine kaldı bütün televizyon
kanalları? Buna rağmen neden olmuyor? Bilim insanlarını,
gazetecileri, yazarları, müzisyenleri kovmanıza, cezaevlerine
kapatmanıza, davalar açmanıza, baskılamanıza rağmen neden hiçbir
şey kuramıyorsunuz?
SİZLERİN AHLAKI, ENTELEKTÜELİN AHLAKI
Troçki’nin 1936 yargılamalarında hem kendisine Stalin tarafından
yöneltilen suçlamalara hem de Bolşevizm'in düşmanlarına karşı
savunma olarak kaleme aldığı metne göndermeyle koydum bu başlığı.
Troçki’nin ahlak tezi proleteryanın genel çıkarına endeksli olarak
kurgulanmıştı. Bense burada başka bir karşıtlığa vurgu yapacağım.
Ahlakı alıp vermek, çok satmak, servet ve güç biriktirmek olan bir
şebekeyle, onun karşısında duran ve hiç de onunla rekabet halinde
olmayan insanların arasındaki karşıtlık… İnsanların canı pahasına
biriktirdiğiniz servetler, zeytinin toprağına diktiğiniz tesisler,
haksızlıkla işgal ettiğiniz bilim kürsüleri, havuzlarınızda yüzen
medya kişilikleri hiçbir kültür yaratamazlar, yaratamayacaklar. Ne
yaparsanız, yapın, hepimizi yok etseniz de bu olmayacak. Çünkü
düşünmek bir eylemdir, icrası meşakkatli bir eylemdir, hem de alış
verişin, çok satmanın tam karşısında duran bir eylem. Ve insan
kültürünü; çok satmadan, ağır ağır, sindire sindire hakikatin
servetten ve iktidar şebekelerinden uzak duran bu arayışı belirler.
Ahlakınız ona hiçbir şey yapamaz, onu alamazsınız da satamazsınız
da.