Erdoğan’ın olağanüstü devletine ad koymak-1

Erdoğan tek adam yetkileri talep ederken önerdiği 3 temel hedef vardı. İslamcı iktidar koalisyonuyla sermaye fraksiyonlarının (MÜSİAD ve TUSCON) gücünü devletin dönüşümüyle konsolide etmek, Türkiye’yi derinleşme işaretleri veren küresel krizden korumak, bölgesel aktör konumunu güçlendirerek, istikrarsızlaşmış emperyalist dünya sisteminde üst sıralara tırmanmaktı.

Abone ol

Ali Ekber Doğan*

Bugünün Türkiyesi’nde, devlet dairesinde az çok silahlı ve üniformalı elemanı bulunan çeşitli siyasi aktörlerin Erdoğan ve çevresiyle oluşturduğu bir egemen blok, Türkçü-devletçi ideoloji temelinde ve müesses nizamı sürdürme iddiasıyla hüküm sürüyor. Bu toplama, mevcut siyasal rejimin başındaki kişinin söylemini, neo-Osmanlıcı göndermeleri ve mekan temsillerini birlikte değerlendirerek “saray bloku” diyorum.

Pek çok gazeteci ve yazar da konu “Bugün devlete hakim olan güç nedir?” gibi bir soruya geldiğinde böylesi bir egemen bloka gönderme yapıyor. Egemen blokun hangi unsurlardan oluştuğu üzerine az çok bir mutabakat olsa da tek adam merkezliliği (otokratikliği) açık olan mevcut rejimin nasıl tanımlanabileceğine dair teorik derinliği olan analizlerin sınırlı kaldığını söylemek gerekiyor. Rejimin dayanakları, şekillenme süreci, ittifakları, belli başlı özellikleri, sınırları, bugünkü koşullarda güçlü ve zayıf yanlarının analizinin ve bunları özetleyen yeni bir adlandırmanın ön açıcı olabileceği düşüncesiyle bu yazıyı kaleme aldım. Eksik ve tartışmalı yanları olabileceğini şimdiden kabul ederek, cüretkar sayılabilecek bu çıkışın, rejimi anlama ve açıklama noktasında verimli tartışmalara vesile olmasını diliyorum.

REJİME YENİ AD VERME DENEMELERİ

Son beş yıllık inşa ve işleyiş sürecini ve global düzeyde gelişen muadillerini göz önünde bulundurarak, günümüz Türkiyesi ve dünyasına özgü yeni tipte bir otokratik rejimle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Konuyu tartışmaya, esinlendiğim fikri yol arkadaşlarımdan bahsederek başlamak istiyorum.

Yener Orkunoğlu 29.04.2019 tarihli Sendika.org makalesinde, mevcut rejimi bilinen bir kalıba sokamayacağımızı söyleyerek: “Türkiye’de partiler var, seçimler yapılıyor. Liberal demokrasiye benziyor; ama liberal demokrasi denemez. Bonapartizm’e çok benziyor; ama tam bir Bonapartist bir rejimdir denemez. Türkiye’deki rejim; faşizme benziyor; ama tam olarak faşist bir rejim değildir“ diyordu. Yazısını bitirirken de şöyle kafa açıcı bir yaklaşım ortaya koyuyordu:

Eski kavramlar, bütün bir gerçekliği açıklamada yetersiz kalırsa, yapılması gereken gerçekliği bütünüyle yansıtan yeni kavramlara ulaşmaktır. Şematik yaklaşımlar, gerçeği bütünüyle kavramamızı engelliyor. Geçmişte eski kavramlarla açıklanamayan olgular için yeni kavramlar bulundu. Örneğin Marx, Bonapartizm kavramını bulmadan önce yaygın olan kavram Sezarizm idi.(…) Bonapartizm kavramı da yeni politik gelişmeleri yansıtamadığı için, faşizm kavramı üretilmiştir.

Bu satırların devamında, yeni bir adlandırmaya varmak yerine, iki eski kavramı melezleyen bir çıkarıma varması ise temkinlilikle açıklanabilir: "Bu nedenle yeni bir kavram bulununcaya kadar, Türkiye’deki rejimin şimdilik faşizan Bonapartizm olarak değerlendirilmesinin daha doğru olduğu kanısındayım." Klasik çerçevelerin cazibesine kapılmadan, gerçekliği bütünüyle yansıtan yeni kavramlara ulaşmalıyız. Aksi takdirde, dar pratikçi politik söylemin çağrıştırdığı ve imlediği genel-geçer bilgilerin ötesindeki gerçekleri göremeyen bir konumdan çıkamayız. Kimi örneklerde önüne yeni/neo gibi takılar getirilse de faşizm adlandırmasının şu anki kullanımı bu şekildedir. Faşizm demenin muhaliflere karşı uygulanan devlet şiddetinin teşhiri açısından siyasal söyleme kattığı bir güç olsa da söz konusu şiddeti, normatif hukuk-dışı alanda sistematik biçimde şiddet kullanan paramiliter yapılara başvurmadan, devletin hukuku ve kolluğuyla icra eden bir rejime faşist demek güçtür. Böyle bir şeyi en fazla rejimini legalleştirmeye çalıştığı OHAL sürecinde muhaliflerine ve müttefiklerinin bir kısmına Halk Özel Harekat, Osmanlı Ocakları gibi yapılar ve bazı KHK’larla faşizm sopası sallayarak yaptıysa da fiiliyatta bir faşist bir tedhiş harekatı yaşanmamıştır. Bu sopa 24 Haziran 2018’de istediğini aldıktan sonra bir daha sallanmamıştır. Rejimin neden böyle bir karakter taşımadığının diğer gerekçelerine ileride değineceğim ancak faşizm gibi kıyamet çağrışımlı bir kavramın yerli-yersiz analojilerle, altı doldurulmadan kullanılması sözün içeriğini boşaltmakta, seslenilmesi arzulanan emekçi sınıflara ve halkın bütününe gerçeklikle ilgili yeni ve derinlikli bir bilgi iletememektedir.

Rejimi anlamlandırma noktasında yeni şeyler söyleme ihtiyacı duyan az sayıda isimden biri de Foti Benlisoy'dur. Baslangicdergi.org’da 5 Mayıs’ta yayımlanan 'Yeni sezon başlarken' başlıklı yazısında Benlisoy, "şefçi/Bonapartçı" diye adlandırdığı rejimin Bonapartist bir iddiaya dayandığını söyler: "Devletin birlik ve bütünlüğünün, ancak Erdoğan’ın bir 'mutlak hakem' konumu edinerek iktidar bloğuna dahil edilen sınıf ve fraksiyonların iktisadi güç kaynaklarına erişme koşullarını yukarıdan aşağıya belirlemesiyle temin edilebileceğiydi." Şefçilikle hakemliğin anlamlarının Erdoğan örneğinde örtüştüğü söylenemez. Zira, karşımızdaki tek adamlığın zaten iktidarda olan bir aktörün pek çok kez riskler alarak, kaos ve çatışmalar içinden kendini dayatarak inşa etiği bir rejimdir. Ayrıca, 2015-19 arasında, konuyu dünya-tarihsel deneyimlerle yoğuran onlarca yazıya imza atan Benlisoy’un, 5 yılın sonunda, rejimi “şefçilik” takısı ekleyerek, Bonapartizmin bir versiyonu biçiminde değerlendirmesinin yetersiz olduğunu düşünüyorum.

NEDEN BONAPARTİZM, FAŞİZM YA DA POPÜLİZM DEĞİL?

Louis Bonaparte 1848 Fransası’nın derin siyasi kriz ortamında, karizmatik amcası Napolyon’un varisi olma iddiasıyla ortaya çıkmış bir figürdü. Fransız Devrimi'nin çalkantılarına, burjuvazi, kralcı aristokrasi ve köylülüğün çıkarlarını bir arada gözeterek son veren bir peri masalının kahramanı amcasının yolundan yürüyerek, işçi sınıfı ve kent yoksullarından gelen devrim tehdidiyle, ekonomik krizi bertaraf etmeyi önermişti. Bunun için bütün devlet otoritesinin kendi ellerinde toplanmasını şart koşan Bonaparte, 1849-51 arasında inşa ettiği tek adam rejiminin başında 1870’e kadar oturmuştur.

Tayyip Erdoğan’ın 160 yıl sonranın Türkiyesi'nde cereyan eden tek adamlığının önerilme ve inşa süreçlerinin hikayesiyse farklıdır. Rejim yanlılarının hikayesinde Erdoğan figürü, "milletin dini bütün öz evladı olarak, 'ağır mağduriyetlerden' geçmiş, önüne çıkarılan engelleri aşıp önce İstanbul, sonra Türkiye’de iktidarı fethetmiş, şimdilerde İslam dünyasının gururu bir başkahraman" şeklinde resmedilmektedir. Gerçek Erdoğan ise yüzde 40-50 bandında gidip gelen seçmen desteğiyle elde ettiği iktidar konumunun sağladığı olanakları kullanıp, rakipsiz ve dokunulmaz olmaya çalışan bir siyasetçidir.

Son süreçte bir tavsama yaşasa da tabanını, “Kahraman bekleyen yığınlarını kahramansız bırakma Allah’ım” şiirleriyle coşturan, her seçimi ve siyasi çatışmayı kendisi üzerinden referanduma çeviren, bunun yanında ses kayıtlarında “kupon arsa” çıkışlarıyla ifşa olduğu üzere elde ettiği ganimetleri hazinenin başına damadını dikerek bölüştüren bir savaş liderine, böylesi sınıflararası hakem konumu atfetmek isabetli görünmemektedir.

Geleneksel sol çevrelerden bir çok kişi, Benlisoy’un şefçi-Bonapartist adlandırmasına burun kıvırıp, rejime faşizm demek gerektiğini söyledi. Özellikle inşa sürecinde bir çok insanın öldürülmesi, hapsedilmesi ve işten atılmasına yol açsa ve siyasal alanda tahribatlar yaratmış olsa da mevcut rejime faşist denilemez. Bunun en temelde beş nedeni var. Birincisi, Erdoğan kitle tabanını yaygın ve görünür biçimde, kendisi ya da partisine bağlı para-militer örgütlenmelere yönlendirip, düşman diye damgalanan gruplara dönük imhacı bir terör mobilizasyonu içinde tutmamıştır. İkincisi, çok yönlü baskı ve şiddetini, devlete paralel yapılar yerine, normatif hukuku ihlal etse bile devletin yargısı ve polisiyle icra etmektedir. Üçüncüsü, muhalefet partilerini ve liderlerini yer yer şiddet eylemleriyle desteklenen baskılarla kuşatma altında tutsa da onları kapattırmamış, ya da illegaliteye itmemiştir. Dördüncüsü kimi seçilmiş gruplardan insanlara karşı zaman zaman uygulasa da devlet şiddetini sokak infazı, ağır işkenceli sorgular, uzun süreli kitlesel gözaltılar, gözaltında kaybetme gibi yöntemlerden ziyade, kapatma, gözetleme, davalar ve gözaltılarla yıldırma, hareket alanı/serbestisini sınırlandırma gibi yöntemlerle icra etmektedir. Beşincisi baskılarının geniş muhalefet yelpazesindeki tüm yapı ve aktörlere aynı anda ve şiddette yönelmemesi bir yana, kimi dönem birine, kimi dönem diğerine göz kırpmalar, bu muhaleflerin demokratikleşme ve çözüm sürecine dönüş zehabına kapılmalarını sağlayan bir politik atmosferin varlığı, mevcut tek adam merkezli dikta rejimini faşizm diye adlandırmanın önündeki somut engellerdir.

Sözün özü, şiddet temelli siyasal mücadelelerin toplumsal meşruluk ve onay kazandığı bir olağanüstü rejime evrilmediği için ona faşist denemez. Onu, faşist iktidarların erken aşamalarındaki hallerine benzeterek, proto- ya da ön-faşizm diye adlandıran yazarlara ise en fazla, “olabilir” denebilir.

Söz konusu yazarlardan biri Mahmut Üstün’dür. Politikyol.com’da 15-29 Temmuz 2019 arası üç bölüm halinde yayımlanan “Sezarizm-Bonapartizm-Faşizm ve AKP Üzerine…” başlıklı yazısında Üstün, önce rejime neden Sezarizm ve Bonapartizm denemeyeceğini tarihsel çerçevede sınıflar, sınıf mücadelesi ve kriz eksenlerine oturtarak açıklamıştır. Ardından, Poulantzas’ın “olağanüstü devlet” üst başlığında topladığı rejim tiplerinden biri olarak faşizme daha yakın olduğunu belirtmiştir: “Zira bu dönem sermayenin finansal boyut kazanmış belli kesimleri adına iktidarın kural ve kanun tanımayan keyfi bir tek adam rejimine doğru yöneldiği bir dönemdir.” Buna karşın, bugün itibariyle rejimin açık faşizme yönelme şansının azaldığını da eklemiştir.

Temsili demokrasiyi-güçler ayrımını-hukuk devletini, insan hak ve özgürlüklerini öteden beri fazlalık gören modernite karşıtı aşırı sağ geleneğin neoliberal globalleşme koşullarındaki adı olan otoriter popülizmle, Erdoğan arasında daha yakın ilişki vardır. Bu siyasal söylem; artan ekonomik sıkıntıları, yoksullaşmayı, işsizlik ve güvencesizliği; merkez sağ-sol “düzen siyasetçileriyle, elitlerin beceriksizliklerine”, “halka/millete yabancılaşmışlıklarına”, “göçmen akınlarına karşı önlem almayışlarına”, “(İslami) terör ve diğer organize suç örgütlerine karşı mücadele etmeyişlerine” bağlayan güçlü bir söylem geliştirmiş durumda. Başarısıyla da liberal demokrasileri kökünden sarsıyor.

Özellikle Trump’un ABD Başkanı seçilmesi ve Almanya’da AfD’nin parlamentonun üçüncü güçlü partisi olması sonrasında faşizm-otoriter popülizm tartışması çokça yapıldı. Bunlar arasındaki akrabalıklar ve geçişlilikler üzerine çok şey söylendi. Günümüze dair bir olgu olduğu, siyasal meşruiyetlerini son kertede seçimlerde halk çoğunluğunu sağlayabiliyor olmaya dayandırdıkları, sembolik ve pratik anlamlarda faşizmin tarihsel tecrübesiyle özdeşleşmekten kaçındıkları için onlara daha yaygın olarak otoriter popülist deniyor. Rejim meselesine gelince, Federico Finschelstein gibi kimi yazarlar onları Peronizm gibi faşizmin yenilgisinden doğan otoriter rejimlerin 21. yüzyıldaki devamcıları gibi görse de bu konuda farklı düşünüyorum. Popülizm diye çağrılan şey, siyasal egemenliğin yürütülmesine dair kendine özgü bir rejimden ziyade, belli bir sosyo-kültürel içerikle çerçevelenen halk veya milletle onun düşmanları yarılması üzerine kurulu bir siyasal söyleme ve iktidar stratejisine karşılık gelmektedir.

OTOKRATİK REJİM ÖNERİSİ KRİZDEN DEĞİL, POTANSİYELLERİNDEN TÜREMİŞTİ

Demokratik olmayan rejimler kapitalizm tarihinde defalarca ortaya çıkan siyasal egemenlik biçimleri oldu. Sosyal-sınıfsal eşitsizlikler üzerine kurulmuş olduğu için özünde bir burjuva demokrasisi olsa da 200 yıla yaklaşan sosyal kurtuluş ve demokrasi mücadeleleri içinde şekillenen demokratik rejimler üzerinde pek çok dönem kara bulutlar gezindi. İçinde gladyolar, TİT’ler, MİT’ler, Anayasayı Koruma Teşkilatları eksik olmadı. Demokratik rejimin en ideal örnekleri, 2. Dünya Savaşı sonrası konjonktürde sermayeyi sosyal devlet mekanizmalarıyla gemlemiş gözüken bazı Avrupa ülkelerinde; serbest seçimler, temsili demokrasi, genel oy, siyasal özgürlükler, ifade özgürlüğü, güçler ayrılığı, sosyal haklar, hukuk devleti gibi ilke ve değerler üzerinden yaşam bulmuştu.

Otoriter rejimlerin yükselişi genellikle ekonomik krizlerin arkasından sökün eden sosyal-siyasal sorun ve olayların sonucu olarak görüldü. Söz konusu rejimler yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği hegemonik kriz durumlarının “tuhaf” veyahut “nahoş” sonuçlarıydı. Yönetilenlerin rızasını demoktarik kanallardan almaktan ziyade, kapitalist devlet egemenliğini zora dayalı biçimde sürdürmeyi vaat edenlerin başa gelmesinin arkasında böylesi bir nedensellik silsilesi vardı. Günümüz Türkiyesi ve başka pek çok ülkede yaşanan otoriterleşme dalgasıysa, belli açılardan bu silsileden farklı bir içerik taşıyor.

Erdoğan ve destekçilerinin tek adam rejimine varacak başkanlık sistemini önerdiği 2010-2012 arası yıllar, ülkenin 2009 dünya ekonomik krizinin etkilerini üzerinden attığı, iki yıl üstüste tarihinin en yüksek büyüme rakamlarının yakalandığı, AKP-Gülen Cemaati iktidar koalisyonunun adına “Yeni Türkiye” dediği bir hegemonya projesiyle demokratik siyaset alanını yeniden dizayn etme potansiyeline sahip olduğu istisnai bir dönemdi. “Yeni Türkiye”, devleti, onun sosyal gruplarla ilişkilerini, sınıflararası ilişkilere müdahale biçimini, burjuva fraksiyonları arasındaki dengeleri, kamusal alanın İslamcı iktidarla bakışımlı bir değişim rotasına girmesini hedefleyen hamleydi. Bununla birlikte, Türkiye’yi kapitalist ülkeler arasında bir üst lige sıçratacak bir diğer hamle, neo-Osmanlıcı diye anılan dış politikaydı. Arap Baharı öncesi ve sonrasında yükseliş emareleri gösteren Sünni-İslamcı İhvancı (Müslüman Kardeşler) çizgiyle ortak bir frekans tutturup, daha güçlü bir bölgesel güç olmak isteniyordu. Bu vizyonun en önemli hamlesi, Suriye’de 2012’de başlayan iç savaşta yönetim karşıtı silahlı grupların hamiliğini yapmaktı. ABD ve AB’den de destek alıp, Suudi Arabistan ve Katar’la işbirliği içinde Şii eksenini oluşturan Suriye-Irak ve İran’ı güçsüzleştirecek bir senaryoyla yola çıkıldıysa da Türkiye’yi bölgesinde oyun kurucu bir aktör yapmayı hedefleyen bu hamlenin ne ölçüde başarılı olduğu ve yol açtığı sonuçlar açısından isabetli olup olmadığı sürekli tartışma konusu oldu.

Dolayısıyla, başkanlık tartışmasıyla başlayıp, otokrasiyle vücut bulan yürütmeyi yasama ve yargı karşısında güçlendirme önerisi ne aşılamayan bir ekonomik krizin, ne de yönetenlerin eskisi gibi yönetemiyor oluşunun bir sonucuydu. O günlerde, 19. ve 20. yüzyıllardaki gibi, iktidar blokunun emekçi halk sınıflarının eylemlerinin basıncı altında çatırdaması gibi bir durumdan da söz edilemezdi. Biri siyaset, diğeri kamu bürokrasisi ve diplomaside oldukça etkin iki İslamcı aktörün, 2007-2010 arasında geleneksel hegemonya güçlerini etkisizleştirdikten sonra ulaştıkları egemen konumunu yapısal bir dönüşümle konsolide etme arzularıyla başlayan süreç, bugünkü rejimi şekillendiren olayları da beraberinde getirdi.

SAKİN GÖKTE PATLAYAN FIRTINA: OTOKRASİ ÖNERİSİ NASIL HAYATA GEÇTİ?

AKP-Gülen Cemaati ittifakı iç politik dengeler-ekonomik büyüme performansı-dış politika çıkışları açısından en parlak günlerini yaşıyormuş gözükürken, birden Cemaatçi Başsavcı Zekeriya Öz, Şubat 2012’de MİT Başkanı’nı ifadeye çağırdı. Daha sonra dersanelerin kapatılmasıyla devam eden İslamcı müttefikler arası çatışma, 15 Temmuz 2016’da zirvesine çıktı. Filmin mutlu son sahnesi hiç şüphesiz Yenikapı Mitingi’ydi.

Cemaatle çatışırken, daha anti-demokratik bir söyleme yönelen Erdoğan çok geçmeden karşısında Gezi İsyanı’nı (Haziran 2013) ve Kobani Ayaklanmasını (Ekim 2014) buldu. Biri Türkiye, diğeri Kürt coğrafyasının sosyal patlama anı olan iki büyük ‘hadise’ de mevcut rejimin inşasında kritik dönüm noktaları olarak işaretlenmelidir. AKP ve Erdoğan’ın alnına despot damgasını vuran Gezi, otokratik rejimi bir 'seçenek' ya da olanak olmaktan çıkarıp, Erdoğan için zorunlu bir kumara dönüştürürken, Diyarbakır başta olmak üzere bölge kentlerinde yaşanan ve ancak Öcalan’ın çağrısıyla durdurulabilen Kobani Ayaklanması, Erdoğan ve MGK’nın Kürt meselesine ilişkin kurgularını değiştiren bir dönüm noktası oldu. Öcalan’la müzakereler devam etse de Kürt hareketi ve partileri Suriye’de Esat’ı devirme planlarına ortak olmayı reddettiği, her parçada statükoyu tehdit eden bir güç haline geldiği için hedef tahtasına yerleştirildi.

7 Haziran seçimlerine, başkanlık sistemi doğrultusunda Anayasa’yı değiştirecek bir parlamento çoğunluğu kurma hedefiyle giren Erdoğan, HDP’nin yüzde 10 barajını aşmasıyla tek başına hükümet kurma şansını da kaybetti. Erdoğan’la MHP’ lideri Bahçeli arasında bir ittifakın ilk adımları bu süreçte atılmaya başlanmış, çözüm süreci rafa kaldırılıp, 24 Temmuz 2015’ten itibaren PKK hedeflerine yönelik askeri operasyonlar, Kürt bölgesinin her yerinde kitlesel gözaltı ve tutuklamalar başlamış, hareketin güçlü olduğu bazı kentlerde hendekler kazılıp, asker ve polisle çatışmalar başlamıştı. 7 Haziran-1 Kasım (2015) seçimleri arasında, Suruç, Antep ve Ankara’da IŞİD’in göz yumulan bombalı saldırılarında yüzlerce, özerklik ilanları-sokağa çıkma yasaklarıyla başlayan çatışmalardaysa binlerce insan hayatını kaybetmiş ve sürecin sonunda AKP yeniden hükümet kurabilecek çoğunluğa erişmiştir. Fakat Anayasal değişiklik için gerekli çoğunluk bir yana, AKP’nin milletvekili sayısı konuyu referanduma götürecek sayının dahi altındaydı. AKP-MHP yakınlaşması sürse de Bahçeli, parti tabanını ve milletvekillerini Erdoğan’ın tek adam rejimini desteklemeye ikna edemiyordu. Bahçeli karşıtlarının imza toplayıp partiyi seçimli genel kurula götürmek için çıkardığı mahkeme kararları, Erdoğan’ın yargıya müdahaleleriyle önleniyordu. CHP’lilerle birlikte HDP’ye dönük dokunulmazlıkların kaldırılmasını büyük bir sitayişle destekleseler de MHP’li vekilleri rejim değişikliğine ikna etmek için ‘Yenikapı Ruhu’ bile yeterli olmamıştı. Tek adam rejimine sağdan gösterilen bu ve benzeri direnişler bir yanıyla iktidarın İslamcılığının girdiği hegemonya krizinin ifadesiyken, bir yanıyla da sermayenin pek çok fraksiyonu ve bürokrasi içinde güçlü bir güvensizliğe de işaret ediyordu. Kasım-31 Aralık 2016 arasındaki bombalamalar ve Reina katliamının yarattığı kaos ortamı, ancak Meclis'ten referandum kararı çıktıktan sonra sönümlenmiş, 16 Nisan 2017 Referandumuna görece sakin bir ortamda girilmişti. Bunların yanında, darbe girişiminden sonra ilan edilen ve 7 kez üçer ay uzatılarak iki yıla yayılan Olağanüstü Hal (OHAL) idaresi, Anayasa ve kanunların askıya alındığı bir olağanüstü polis devleti¹ formunda işleyerek, Erdoğan yönetiminin otokratik rejim inşasının önündeki engelleri daha rahat aşmasını sağlayan bir araç oldu. OHAL kalkmış olsa da hukuki ve siyasal denetimin dışında hareket etme anlamında olağanüstü polis devletinin ortadan kalktığı söylenemez. On binlerce kamu görevlisi KHK’larla memuriyetten ihraç edildi, dernekler, gazete ve TV’ler kapatıldı, eşgenel başkanlar da dahil çok sayıda HDP’li milletvekili hapse atıldı, HDP’nin önceli BDP’den seçilmiş 100’e yakın belediye yönetiminin tamamına yakını görevden alındı ve yerlerine İçişleri Bakanlığınca kayyumlar atandı.

Sonuç itibariyle, Erdoğan tek adam yetkileri talep ederken önerdiği 3 temel hedef vardı. İslamcı iktidar koalisyonuyla sermaye fraksiyonlarının (MÜSİAD ve TUSCON) gücünü devletin dönüşümüyle konsolide etmek, Türkiye’yi derinleşme işaretleri veren küresel krizden korumak, bölgesel aktör konumunu güçlendirerek, istikrarsızlaşmış emperyalist dünya sisteminde üst sıralara tırmanmaktı. Erdoğan “Yeni Türkiye” vizyonunu dillendirmekten vazgeçmemişse de sözü edilen konsolidasyon bir tarafın tasfiyesine evrilmiştir. Öne çıkan meşruiyet kaynakları ise yakın zamanlara kadar ikinci ve üçüncü hedeflerdi. İstanbul global gayrı-menkul sermayesi için cazip bir “yatırım” mekanı olma yolunda mesafe katetti. İnşaat, konut ve kamu altyapı-enerji-savunma yatırımlarına dayalı birikim rejimiyle işler 2016’ya kadar yolunda gitti. Fakat söz konusu model 2016’da tekleyip, 2018’de ciddi krize girdi. Bölgesel aktörlük iddiasıyla yapılan hamlelerin doğruluğu da tartışılmaktadır. Şu anda rejimi ayakta tutan iki meşruiyet kaynağının (Gülen Cemati’nin tasfiyesi ve Suriye Kürtlerinin statü kazanmalarının engellenmesi) denkleme sonradan eklenmiş olması ise başarısızlığın işaretidir.

¹ Olağanüstü polis devleti derken Poulantzas’ın Faşizm ve Diktatörlük kitabında gönderme yaptığı hukuk

devletinin sonu momenti kast edilmektedir.

*KHK'li Siyaset Bilimci Dr.