Erdoğan’ın olağanüstü devletine ad koymak-2
Muhalefet güçlerinin bugünkü öncelikli hedefi, rejimi Erdoğan’dan başlayarak devirmektir. Bu pratik içinde etkili olmak ve diğer muhalefet güçleriyle örtük müttefikliğini tanımlı hale getirebilmek için sol muhalefetin acilen yeni ittifak arayüzleri (erken doğmuş “Demokrasi için Birlik” benzeri) oluşturması gerekir. Bunu hakkıyla yaptığımızda, Gezi’de, 7 Haziran’da, 16 Nisan’da eksik kalan öznel unsur tamamlanmış olacak; Reis iktidarda diretip sopa salladığında, onları devirme işini piyasaya, emperyalist güçlere, dış gelişmelere havale etme geleneği de son bulacaktır.
Ali Ekber Doğan*
Yazının ilk kısmında, tek adam merkezli gözüktüğü için otokratik ve normatif hukuku sistematik biçimde ihlal eden yanı önplandaki olağanüstü devlet biçimini yeni bir adlandırmayla çağırmaya neden ihtiyaç duyulduğunu anlatmış, böyle bir rejimi ortaya çıkaran dinamikleri bir olaylar silsilesi içinde anlatmaya çalışmıştım. Bugünkü kısımda ise bu adlandırmanın ne olabileceğini anlatacağım. Elbette ne olduğu zamanla ve siyasal pratikle netleşecek bir sosyal-siyasi olguya ilişkin tüm adlandırma çabalarında bir eksiklik, oturmamışlık hatta yamukluk hissi olacaktır. Bu yazı da esasen, rejime karşı mücadele edenlerin hitap ettikleri halk kesimlerine mevcut zulüm ve sömürü düzenine dair bir söylem kurarken, söyleyecekleri sözün, yapacakları çağrının yaratacağı yankının, anlaşılmaz, göz korkutucu bir gizemlileştirmeye yarayan çerçeveler yerine daha somut ve aktüel bir çerçeveyle daha güçlü olacağı düşüncesiyle kaleme alınmıştır. Rejimin adı, çerçevesi, işleyişi ve çelişkilerini ortaya koyduktan sonra, sol muhalefet güçlerinin rejim karşısındaki parçalı muhalefetle ilişkilerini az çok tanımlı hale getirebilecek ve kendimce onları inisiyatif sahibi kılabilecek bir önerinin ipuçlarını sunacağım.
Erdoğan ve AKP’nin sağın bütün işe yarar sembol, ritüel, mit ve kavramlarını içinde eritebilecek genişliğe ve esnekliğe sahip olduğu baştan beri görüldü. Bunun ötesinde halkı/milleti yeniden inşaya dönük popülist söylemiyle devleti ve toplumla ilişkisini yeni bir rejimle yeniden kurma arzusunun da böylesi bir içine çekerek özünü almayı zorunlu kıldığı da söylenebilir. Merkez sağdan Menderes’i, Özal’ı alıp yıllarca kendi anlatısının parçası kılan, birincinin trajik sonuna gönderme yaparak, kendine bir koruma kalkanı yapan Erdoğan, tek adam rejimine yöneldikten sonra radikal sağın söylem ve simgelerine yöneldi. Reis yakıştırması da; kafa tokuşturma, idam edilen ülkücüler ve “tek vatan-bayrak-millet” söylemi gibi Erdoğan ve AKP’lilerin ultra-milliyetçi/faşist gelenekten devşirdiği ve soğurduğu pratiklerden biri oldu. Bu anlamda, parti orta-üst düzey kadroların “beyefendi” diye andığı, siyasi reklamcıları ve destekçilerinin en fazla “usta”, “adam”, “milletin adamı” ve “uzun adam” diyerek övdükleri Erdoğan’ın -yerli-milli güçlere öncülük eden lider anlamında- “reis” diye çağrılmasının tarihi çok gerilere gitmiyor. En fazla Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonraki sürecin ihtiyaçlarıyla üretilen bir isimlendirme olduğu söylenebilir.
Ulu Önder, Milli Şef, Çoban Sülü, Karaoğlan, Mücahit Erbakan, Başbuğ Türkeş gibi isimlerin yanında, mevcut adlandırmalar sönük kalıyordu. Halbuki, ortada siyasi karizması üzerine bir otokratik rejim inşa edilebileceği düşünülen, kendisi de bu hedefe ulaşmak için ülkenin ve devletin altını üstüne getirecek kadar hırslı bir siyasi figür vardı. Dolayısıyla, mevcut duygusal-manevi göndermesi cılız, neredeyse değer-dışı adlandırmalardan fazlasına ihtiyaç vardı. Faşist ve popülist ilahiyattaki lider-devlet-millet teslisini şahsında cisimleştirebilmesine denk düşen bu isim reis oldu. Arapça baş kişi, önder anlamına gelen reisin, İtalyanca “il duce”, Almanca “führer”e karşılık geldiği, Türk faşistlerinin lügatına da bu göndermeyle girdiği söylenebilir. Erdoğan’a Reis yakıştırmasının ilk ne zaman, nerede, kimler tarafından yapıldığını bilmemekle birlikte, 2016 sonrasında Erdoğan’ın izniyle yaygınlaştırıldığı anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, Erdoğan’ın milletin kendisi olarak, Osmanlı bakiyesi devleti Batıcı elitlerin, popüler tabirle “CeHaPe zihniyetinin” elinden alıp, tekrar gerçek sahibi “millet”in kılan kişi olarak resmedildiği bir 'Reis' imajının saray çevresi denebilecek bir grup tarafından çizildiği anlaşılmaktadır.
Kendilerine Reisçi diyen ve Hakan Albayrak, Etyen Mahcupyan gibi yazarların daha 2016 başlarında İslami camiaya ve AKP mahfillerine şikayet ettiği bu grupla, daha sonra “Pelikancılar” diye adlandırılacak gazeteci ve danışmanlar grubu arasında belli bir örtüşme de söz konusudur. Kendisini Erdoğan’ın İletişim Başkanı diye tanıtan kişi ve eşinin de bizzat içinde olduğu bu çevrenin etkisiyle, Reis temsilinin popülerleşmesi için 2016’da “Reis” isimli bir sinema filmi dahi çekildi¹. Film fiyaskoyla sonuçlansa da Reis temsilinin propagandası sosyal medya adresleri üzerinden ve TV dizileriyle devam etti. Bu bağlamda, 2017 yılında resmi devlet kanalı TRT1’de start alan, ve yıllarca Türk modernleşmesinin negatif ötekisini temsil etmiş II. Abdülhamid’in hayatını anlatan “Payitaht İstanbul” isimli diziye özel bir vurgu yapmak gerekir.
Bir süre sona adı Payitaht Abdülhamid diye değiştirilen diziyle çok yakından ilgilenen Erdoğan, “gençler tarihi öğrenmek istiyorsa bu diziyi izlemeli” demiş, setini ziyaret etmiştir². Özgeçmişleri arasında ciddi farklar olsa da Erdoğan’ın hikayesinin Osmanlı’yı 33 yıllık despotik biçimde yönetmiş bir padişah üzerinden yeniden güncellenmesinin ima ettiği pek çok şey vardır. Reisçiliğin, Neo-Osmanlıcıkla da bağlantılı bir içerikle doldurulması bunlardan biridir. Nagehan Tokdoğan’ın “Yeni Osmanlıcılık” kitabında belirttiği üzere, Yeni Osmanlıcılığın yükselişiyle birlikte Abdülhamid, yola Menderes özdeşliğiyle çıkan Erdoğan’ın bedeninde yeniden doğacaktır (2018: 145). Devlet içinde halktan gelen taleplere demir yumrukla yanıt veren, bu doğrultuda Anayasa’yı rafa kaldıran otoriter devletçi damarın simgeleşmiş kişiliklerinden Hamid’e gönderme yapmak rejimin ve iktidar blokunun işleyiş mantığına da uygundur. Ancak, Hamid temsilini bu şekilde canlı tutmak Erdoğan ve saray çevresi açından: İslamcı bir tek adam diktatörlüğü kurduğunda gerçekleşecek, anti-modernleşmeci rövanşist bir gündeme (“Yeni Türkiye”ye) bağlı olduğu, fırsatını bulduğunda ayak bağlarından kurtularak bunu hayata geçireceğini ima etmek gibi derin anlamlar taşır.
Erdoğan “Yeni Türkiye” ajandasını yaşama geçirmek için böyle bir eğilimli olsa da Reis’in merkezinde olduğu mevcut rejiminin açık bir diktatörlük olduğu söylenemez. Pek çok durumda, hukukun ve kurumların ihlal edilmesi, askıya alınmasıyla devrede olan ve bir yerden engellense başka yerden boy veren akışkan bir tahakküm sistematiğine sahip olduğu için proto-faşizm özellikleri arz etse de tarihsel diktatörlük örnekleriyle örtüşmeyen bir kamusal alanın var olduğu görülüyor. Bunun biri yapısal diğeri pratiki iki sebebi vardır. Avrupa sermayesiyle ve AB’yle ilişkilerinin sürüyor olması ve siyasal egemenliğin tek adam değil, saray blokunca kullanılıyor olmasıdır. Anılan blokun unsurları, belli konularda mutabık olsalar da sosyo-kültürel ve siyasi açılardan birbiriyle çelişkili duruş ve bakışlara sahiptir. Her birinin içinde Reis’inkine benzer bir rejim inşası arzusuna karşı çıkanlar vardır. Onları ortaklaştıran şey statükoyu zorlayan gelişme dinamikleri karşısında bir tür olağanüstü devlet formuna geçmek gerektiği fikriyatıdır.
Peki, buna neden Reisçilik denilmeli? Daha iyi bir adlandırma elbette bulunabilir ama kavram, öncelikle Erdoğan ve destekçilerinin benimsediği ve bütün devlet güçlerinin tek adamda toplanması arzusuna gönderme yapıyor. Bu arzunun ifadesi olan reis ismi ise MHP geleneğinin anti-komünist alan hakimiyeti perspektifiyle yerel birimlerden başlayarak örgütlediği, “Ülkü Ocakları” isimli para-militer yapının başlarına verilen paye olması hasebiyle saray bloku unsurlarını ortaklaştıran ultra devletçi-milliyetçi uzlaşmanın altını çiziyor. Bu anlamda Reisçilik, mevcut rejimin kendine özgü gelişme ve şekillenme süreciyle siyasal parametrelerini özetleyen gayet yerinde bir adlandırmadır.
REİSÇİLİĞİN ZORAKİ NİTELİĞİ
Ülkenin genişliği, nüfusun yoğunluğu ölçüsünde geniş bir savaşçı kadrosu bulunmayan Reis’in, mevcut Saray Bloku dahilinde buna yönelme şansı da bulunmuyor. Reisçi rejimin mevcut “zinde güçleriyse”, tıpkı, Suriye’deki operasyonlar sırasında oluşturulan ÖSO gibi bir sürü farklı silahlı gruptan oluşan konfederatif bir bütünlük arz ediyor. Habitusları; Kemalizm'den, İslamcılık'a uzanan geniş bir milliyetçilikler yelpazesine yayılıyor. Arada MHP, BBP gibi neo-Osmanlıcı, Türk-İslam sentezcisi tamponlar olsa da Kemalist-İslamcı kültür savaşlarının iki ucundan birbirlerine diş bileyen, mahallede, sokakta birbirlerine şüpheyle bakan çevrelerden gelenlerin dönemsel ve zoraki bir ittifakı izlenimi veriyor. Onları bir araya getirense; özel harp dairesinde kadroları olmak, derin devlet filtrelerinden geçmişlik, kozmik odalara girip-çıkmışlık, devrimci kanı içmişlik, Gülen cemaatinin tasfiyesi ve Kürtlerin statüsüz bırakılmaya devam etmesi politikasında ortaklaşmaları gibi gözüküyor. Bu terkip rejime asıl özgünlüğünü veren yanlardan biridir. Reisin hayatını tehdit edecek bir risk söz konusu olduğunda, ülkücü “racon”unda emredildiği gibi müttefikleri onun etrafında koruyucu kalkan oluşturup, son kişi kalana kadar savaşacak mı sorusuna kolayca evet denilebilir mi? O zaman bu nasıl bir reisçilik?
Otokratın mutlak hakim ve biçimsel olarak varlığına göz yumulan temel haklar ve burjuva kamusallığının bütünüyle ilga edildiği totaliter rejim üzerinde uzlaşmış bir reisçilikle karşı karşıya olduğumuz söylenemez. Olsa olsa, Kemalist-milliyetçi, İslamcı-liberal bloklar arasındaki hegemonya çatışmasına çözüm olarak gündeme gelen, daha sonra İslamcı koalisyonun birbiriyle çatışması içinde bir tarafın (Gülen kliği) tasfiyesi, Suriye-Rusya ekseniyle yakınlaşma ve Kürt hareketinin gücünün kırılması üzerine bir uzlaşma sacayaklarına dayanan, ancak kadim hegemonya krizinin çözümünü hedeflemeyen, nereye kadar gideceğini ortaya çıkacak makro-ekonomik-politik gelişmelerin belirleyeceği bir kriz öteleme ittifakının yönetim tecrübesiyle karşı karşıya bulunduğumuz söylenebilir. Devlet ve sermaye çevrelerini rahatlatan şey bu farklı gladyo unsurlarının kendisine bağlılıkları konusundaki sicilleri ve en güçlü muhalefet güçlerinin de egemenliklerini tehdit edecek bir yaklaşımdan uzak olması... Reisin gitmesi durumunda sürdürülmesi mümkün olmayan, fakat rejim yıkıldığında da kıyametin kopmayacağının az çok anlaşıldığı otokratik bir olağanüstü devlet despotizmiyle karşı karşıyayız. Bonapartizmden, faşizmden ve diğer otokratik diktatörlüklerden farkı da iktidar blokundaki güç merkezlerinin sayısal çokluğu, ittifaklarının tek adamın vazgeçilebilirliğine kadar uzanabilmesi anlamında eğretiliğinden kaynaklanmaktadır.
Kendisini tek adam yapacak rejimi kurma mücadelesinin en keskin virajı olan 15 Temmuz’da, derin devlet gruplarıyla MHP’nin orkestrasyonunda yapmak durumunda kaldığı ittifak nedeniyle, oturduğu koltuğu güçlendirmeye dönük yaptığı hamlelerin gücüne güç katamayışı da bundan dolayıdır... Sarayda oturan ve devletin bütün legal iktidar organlarını kendisine tabi kılmış gözüken bir otokratik rejim söz konusu. Fakat iktidar sadece otokrat ve partisinden ibaret değil. Bir saray bloku söz konusu ve otokrat zaman zaman topal ördek konumuna düşebiliyor. Tek adam yetkisini aldıktan henüz bir hafta sonra otokratın MHP’nin himayesi altındaki mafya lideri Alaattin Çakıcı tarafından tehdit edilmesi başka nasıl izah edilebilir ki... Erdoğan Reisçi sistem için vazgeçilmez olsa da Hitler, Franco, Mussolini gibi de geniş bir iktidar gücüne sahip değil.
Türkiye, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçildiği Ağustos 2014’ten beri elindeki bütün iktidar ve medya olanaklarına rağmen halkın çoğunluğuna kendisini bir türlü onaylatamamış bir otokratın başta olduğu bir rejimle yönetiliyor. İçsel uyumu çok geniş olmayan bir blokun yürütüğü yarı-despotik bir rejimle karşı karşıyayız.
REİSÇİLİĞİN SON YENİLGİSİ VE GELECEĞİ
Saray bloku 7 Haziran’dan (2015) 31 Mart’a (2019) kadar seçimleri, Türkçü-İslami tek adam rejimine, blokun ideolojik sentezine uygun bir ifadeyle Reisçiliğe halkın yüzde 50+’sının rızasını devşirdiği bir araç olarak kullandı. Yetmediğinde 16 Nisan’daki gibi sandıklar mühürsüz pusulalarla doldurularak, 24 Haziran’daki gibi hilelerle bu oranlar tutturuldu. Seçim hileli bir kumardı ve muhalefet bu kumara girmekten başka çıkar yol görmediği gibi oyun devam etti. Ancak 31 Mart seçimlerinde gizemli “bir şey oldu” ve Erdoğan’ın plebisit makinesi büyük bir tıkanma yaşadı. Üstelik muhalefetin adayı İmamoğlu İstanbul’da başkanlığı kıl payı farkla kazandı. Böylesi anti-demokratik bir iktidarın 10,5 milyon seçmeni olan İstanbul’u 28 bin oy farkla kaybetmesinde bir “tuhaflık” vardı. Buna, AKP’lilerin itirazları sonucunda farkın 13 bine düşmesi eklenince, YSK’ya seçimler iptal ettirildi. Tıkanmayı aşma arzusuyla girilen 23 Haziran’sa saray blokunun gerilemesinin açık bir yenilgiye dönüştüğü an oldu.
Seçimlerden sonra Erdoğan’ın AKP’si bölündü, bölünecek denirken, Saray blokunun diğer unsurların ittifaktaki ağırlığının arttığı görüldü. Saray Bloku’nun Erdoğan/AKP dışındaki unsurları açısından 'Reisçi sistemi sürdürmek için sandıktan rıza türetmek o kadar da önemli mi?' türünden sorular dillendirilmeye başlandı. Reisin arkasına dizilmiş irili ufaklı güçler açısından mevcut olağanüstü devlet formunu sürdürmenin seçimlerde alınan oyların dışında meşruiyet kaynakları (beka sorununa, iç-dış düşmana, sürekli operasyon ve savaşa ihtiyacı) olduğu da bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla, plebisit amaçlı kullanılan seçim aracından vazgeçilip, parti aygıtından uzaklaşarak Reisçiliğin bir süre daha sürdürülmesi denenebilir. Fakat ekonomide ciddi bir toparlanma olmadığı, Suriye başta olmak üzere, yakın çevresinde işler Türkiye lehine gitmediği sürece rejimin uzun ömürlü olmasının ya da daha varlığını açık bir diktatörlüğe yönelerek sürdürmeye çalışmasının zeminleri de gün geçtikçe erimektedir.
Dolayısıyla, bir zorunluluktan ziyade, kapitalist sermaye ve devlet içindeki tekelci ve emperyal arzularla bakışımlı biçimde şekillenmiş bir tercih diye başlayıp, zaman içinde Reisçilik diye adlandırdığımız olağanüstü devlet tipine evrilen mevcut otokratik rejim, kendi ortaya çıkış nedenini geçersizleştirecek derecede eğreti bir blok yapısına dayanmaktadır. Bu nedenle Reisçi rejimin, otokratın mutlak hakim olduğu örneklere göre çözülmeye daha meyilli olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Fakat, çözülmenin kendiliğinden ve öznesiz bir süreç biçiminde yaşanması mümkün değildir.
Türkiye ciddiyetle sıkıştırılıp, zorlanmadıkça pes etmeyecek, hacıyatmaz misali bir iktidar blokuyla karşı karşıyadır. Çözülme başladığında, bunun Reis sonrasına ve demokrasiye geçişle sonuçlanması da kolay olmayacaktır. Reisçi çevrenin rövanşçı vizyonu ve gündemleri doğrultusunda yaptığı yatırım ve tahkimatlarla, müttefiklerinin masa altı tekmeleri söz konusu çözülme sürecinin büyük çatışmalara gebe olduğuna işarettir. Sonuç itibariyle, muhalefet güçlerinin bugünkü öncelikli hedefi, rejimi Erdoğan’dan başlayarak devirmektir. Bu pratik içinde etkili olmak ve diğer muhalefet güçleriyle örtük müttefikliğini tanımlı hale getirebilmek için sol muhalefetin acilen yeni ittifak arayüzleri (erken doğmuş “Demokrasi için Birlik” benzeri) oluşturması gerekir. Bunu hakkıyla yaptığımızda, Gezi’de, 7 Haziran’da, 16 Nisan’da eksik kalan öznel unsur tamamlanmış olacak; Reis iktidarda diretip sopa salladığında, onları devirme işini piyasaya, emperyalist güçlere, dış gelişmelere havale etme geleneği de son bulacaktır.
Dün erkendi belki, Erdoğan’ın ve neoliberal İslamcılığın kredisini tüketmesi gerekiyordu, fakat yarının çok geç olacağını her gün insanların ve doğanın ödediği bedellerden, daha da önemlisi yapılacak işlerin çokluğundan anlıyoruz. Bunlar ne mi? Sudan’daki muhalefet güçlerinin cumhuriyetçi “Yeni Anayasa” ve “Kurucu Meclis” taleplerini, özgürlükçü bir sosyal cumhuriyet hedefiyle savunmak bunlardan ilk akla geleni. HDP’nin zaten “Yeni Anayasa” çağrısı yaptığı düşünülürse, tekelci sermayenin hiç bir zaman iktidar seçeneği sunmadığı CHP’nin tabanı da gerçekten demokratik ve seküler bir ülkede yaşamak istiyorsa böyle bir yola girmesi ve bu farklı yolların bahsettiğim arayüzler aracılığıyla buluşturulması elzemdir. Gezi’den beri baskıcı ve gerici rejime karşı verilen mücadelelerin böylesi bir siyasete akıtılmasının yordamları gelişmeden, dışlayıcı kimlik siyasetlerinin etnik-dini-kültürel motiflerle bezeli söylemlerinin geniş toplum kesimlerini etkisi altında tutması durumu değişmeyecek, Erdoğan olmasa, adı Babacan, Soylu vb. olabilecek siyasetçilerin otokratik veya diktatöryel rejim arzuları gündemden düşmeyecektir.
¹ 16 Nisan (2017) referandumundan önce gösterime giren film, medyada günlerce reklamı yapılsa da seyirci sayısı beklenenin çok altında kalmıştı. Kısa sürede gösterimden kaldırılan filmin DVD’sinin yayımlanması bir yana bazı fragman kopyaları dahi Youtube gibi paylaşım sitelerinden kaldırılmıştır.
² Şubat 2018’de Hamid’den önceki amcası Abdülaziz ve kardeşi V. Murat’ın tahttan indirildikleri, güvenli bulmayarak kullanmadığı ve Mustafa Kemal’inse 1930’dan sonra konutu yaptığı Dolmabahçe Sarayı’nda “Abdülhamid’i Anlamak” başlıklı konferans düzenlendi. Rövanşçılığının açık bir ifadesi olan bu toplantıda, Erdoğan Payitaht’tan dolayı TRT’ye teşekkür edip, onu “sür’atle ihraç etmemiz lazım” diye konuşmuştur.
*KHK'li Siyaset Bilimci Dr.