Geçen yazıda, Mayıs 2023 seçimleri sonrasında toplumun muhalif kesimlerinde yaygınlaşan karamsarlığa karşın, Türkiye’nin geleceğinden ümitli olmamız gerektiğini, bunun öznel değil nesnel bir yargı olduğunu ve bu yargının nesnel geçerliğinin olgulara bağlı kanıtları bulunduğunu söylemiştik.
İlk anda kulağa biraz tuhaf gelmiş olabilir. Muhalefet tabanı seçim sonuçlarının yarattığı hayal kırıklığının da ötesine geçerek, muhtemelen başta CHP olmak üzere Millet İttifakı bileşenlerinin sergilediği savrukluk ve çözülme nedeniyle (daha şimdiden "Yerel seçimler de gitti!" diyecek kadar) “seçmenlikten istifa” noktasına gelmişken, üstelik bu sırada, üçüncü kez cumhurbaşkanı seçilmesini ve Meclis’te çoğunluğu sağlamış olmasını yeterli görmeyip örgütünü ve tabanını 31 Mart 2024 yerel seçimi için motive eden Erdoğan "arayı açıyor"ken... "Hangi umudun olgusal kanıtı?" diyebilirsiniz.
Umudun olgusal kanıtları yüzeydeki bu görüntünün derinlerinde, siyasal aktörlerin toplumsal tabanlarının oluşma biçimleri, ya da daha kesin bir ifadeyle, toplumsal sınıfların politikleşme süreçleri, politik tercihlerinin belirlenme biçimlerinde yatıyor.
Daha önce başka vesileyle değinmiştik ama tekrar edelim: Seçimler öncesinde yapılan saha araştırmaları ve anket çalışmalarında Erdoğan’a oy vermiş seçmenlerin yüzde 44’ünün AKP döneminde yolsuzlukların arttığına inandığı, yüzde 59’unun “lüks ve israf arttı” dediği, yüzde 58’inin “Türkiye ekonomisinin kötüye gittiğini” söylediği, yüzde 52’sinin “mahkemeler adil değil” kanaatinde olduğu, yüzde 50’sinin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyi onaylamadığı, yüzde 72’sinin Diyanet'in ve din adamlarının siyasetle uğraşmalarını doğru bulmadığı, yüzde 50’sine yakınının Gezi protestoları sırasında cami yakıldığını düşünmedikleri vb. ölçülmüştü, biliniyordu. Fakat aynı saha araştırmaları ve anket çalışmalarında görünen bir şey daha vardı: AKP seçmeninin yüzde 70’i, MHP'nin de yüzde 50'si, Millet İttifakı seçimi kazanırsa "yaşam tarzımın ve kazanımlarımın tehdit altında olacağını düşünüyorum" demişti. Bu, Erdoğan iktidarının klasik kozudur, her seçimde olduğu gibi son seçimlerde de bunu kullandı. Ama Erdoğan seçmeninin bu kaygısını önemli ölçüde törpüleyecek SAADET, Gelecek ve DEVA Partili Millet İttifakı karşısında daha önemli bir kozu vardı... AKP, “düşük ücret geniş istihdam” politikasıyla, çoğunlukla kamu bütçesinden karşılanan ve partiye yakın dernekler üzerinden gerçekleştiği için "parti hizmeti" olarak algılanan yardım ve destek projeleriyle, "hane ziyaretleri" ile kendi kitlesini yoksullaştıran acımasız kapitalist piyasa ekonomisine rağmen aynı kitlenin onay ve desteğini almayı başardı.
Halkta gündelik yaşamın bir parçası haline gelecek kadar uzun süre yaşanmış yoksunluk ve mağduriyet, herhangi bir değişim isteğini zaten motive etmez; bu beşeri coğrafyanın tarihinde "değişim", "bozulma" ile neredeyse eş anlamlıdır. Bunun en güncel örneğini “hiper enflasyon” ortamında gerçekleşen seçimin sonuçları gösterdi zaten. “Bitti, gidiyorlar" ümidi o yüzden yersizdi. Tıpkı Covid 19 salgını veya şubat depremleri sonrasındaki gibi seçim arifesinde de partisi medyasıyla muhalefet unsurları, içinde bulunulan tarihsel ânın sosyolojik analizinden ziyade toplumsal değişmeye dair arzuyla hareket etti. Bu aldatıcı iyimserliğe o zaman da dikkat çekmiştik.
Aslında bu durum, iktidar kadar muhalefete de bazı toplumsal kozlar veriyor. Çünkü, zannedilenin aksine, iktidarın seçmen tabanı öncelikle ekonomik çıkarına göre oy kullanıyor, kültürel kimliğine (dindar muhafazakâr hassasiyetine) göre değil. Marksizmin öteden beri “nesnel çıkarlar" olarak tanımladığı şeylerle öznelerin bunları yorumlayış tarzı arasındaki bağdaşmazlığa veya sapmaya temas ediyoruz burada. Popüler “ideoloji kuramları”nın ekonomik temelli her açıklamayı “sınıf indirgemeciliği” olarak itibarsızlaştırmasının haksızlığı da bir kez daha ortaya çıkıyor böylelikle; ideoloji analizleri sınıftan kopmayı illa ki gerektirmez.
Çalışkanlığını ve gündem karşısındaki düşünsel reflekslerini çok kıskandığım Tanıl Bora, seçim günlerinde yazdığı bir yazıda, “oy” kelimesinin Arapça kökenli karşılığı olan “rey” kelimesinin, “görüş, görme yetisi” anlamına geldiğini hatırlatmıştı bize. Buna göre seçimlerde kullanılan oy, “rey”in, yani görüşün anlık bir ifadesinden ibarettir. Cumhur İttifakı’na ve Erdoğan’a oy veren seçmenin çıkarını yanlış yerde gördüğünü, yani bir şeyleri yanlış gördüğünü söyleyebilirsiniz. Ama yanlış diyeceğiniz bu görüş tam da ideolojiyi tanımlamada kullandığımız su ya da çay dolu bardaktaki kaşık örneği gibidir. Biz o kaşığı kırık görürüz; ama bu bizim kendi yanılgımız değildir, kaşık gerçekten kırık görünür. Gerçekte kaşığın kırılması gibi bir durum yoktur, ama öyleymiş gibi görünmesi gerçektir; öznel bir yanılsama yoktur ortada, nesnel bir durum vardır. Yani sahiden, zannedilenin aksine, yoksullar ekonomik çıkarlarına göre oy kullanıyorlar; "nesnel çıkarlar"ını bir "gerçek" olarak Erdoğan’ın iktidarında görüyorlar. Su dolu bardaktaki kaşığı kırık görme türünden bir "gerçek” bu.
Politik olarak Erdoğan’ı destekleseler de tutum ve davranışlarının çözümlenebileceği alan ekonomiktir. Çünkü toplumsal ilişkilerin çerçevesi yalnızca dolaylı olarak politiktir ve dolaysız olarak ekonomiktir. Emekçi yığınların sermayedar bir partiye oy verişi elbette tuhaftır. Ama onların kendi ekonomik çıkarlarıyla bunu yorumlayış tarzları arasındaki bağdaşmazlık, kapitalizmde çatışan sınıfların, mutlak bir biçim, evrensel bir karakter anlamında “ideal tip”lerinin olmayışından ileri geliyor; sınıflaşma süreçleri vardır sadece ve bu süreçler de her toplumun kendi karakteristik özelliklerini, içsel çelişkilerini beraberinde taşır. Çatışan sınıflar arasındaki ilişkiler bu çelişkilerin belirlenimlerine göre biçimlenir.
Ekonomik mekanizmanın kurulması ve geniş kitlelerin bu mekanizmanın taleplerine uyum sağlayabileceği bir meşrulaştırmanın siyasal iktidar tarafından oluşturulması, kapitalizmin eleştiricilerinin "rasyonelleştirme" olarak kavradığı şeydir. Bu çerçevede, kültürel değerler (mesela din), devlet ve piyasa değerlerine kişisel bağlılığı güvence altına alan özel inanç anlayışına ve ahlâklara dönüştürülürler.
Yani her şey somut olarak toplumsal ilişkilerde başlayıp bitiyor, bakılacak yer orasıdır. Böyle bir bakış umut vermez, niçin umutlu olunması gerektiğinin kanıtlarını gösterir. Çünkü gerçeklikten hareket eder, olgularla konuşur. Umudun olgusal kanıtları demiştik ya, işte buradadır onlar. Umutsuzluk, kendini bu olguların çarpıtılması veya gizlenmesine adamış ideolojik niyetten kaynaklanır, yoksa onlar görür ve konuşur, gösterir ve söylerler.
Modern bilimin kurucularından Kepler, “De Stella Nova” (1606) kitabının başlık sayfasına, bir çiftlik avlusunda etrafı gagalayan bir tavuğun görüntüsünü, ‘grana dat e fimo scrutans’ (‘gübreyi karıştırarak tahıl tanesini buluyor’) cümlesiyle birlikte koymuştu. Kendini, henüz bilimin değil sadece felsefenin olduğu, felsefenin saygı gördüğü bir çağda, büyük bir felsefeci olarak değil, somut bir şeyler için etrafı eşelemeye hazır biri olarak takdim etmişti. O döneminde “olgu” kavramı yoktu; öyle yazıyor bilim tarihi kitaplarında; olgu kavramının “modern bir icat” olduğu söyleniyor. Felsefi dilin temeli klasik Yunanca ve Latincede olguyu karşılayan bir kelime yokmuş. Yunanlılar “to hoti” (olan şey) diye yazarlarmış; Latincede ise “res” (şey) kelimesi kullanılırmış. Yani fenomenler, gözlemler, deneyler üzerine yazmakla birlikte, Kepler’in kelime haznesinde “olgu” yoktu ama kafasında, peşine düştüğü şeyin “olgular” olduğu, olguları araştırmakta olduğuna dair bir fikir kesinlikle vardı.
Olgular orada, olduğu yerdedir, bulmanız için sizi bekliyordur. Yapmanız gereken sadece, Kepler’in tavuğu gibi, gerçekliği eşelemektir.
Umudun nesnel geçerliğinin kanıtı niteliğindeki olgular da orada, oldukları yerdedirler, toplumsal sınıfların politik tercihlerinin belirlenme biçimlerinde ve süreçlerindedirler.