Erdoğan’ın siyaset minderi ve ‘mızmız solcular’

ABD seçimlerini şu ya da bu adayın kazanmasının kendi gündelik yaşamlarını doğrudan iyileştireceği yanılgısına sahip olmayanlar; Somalı madenciler, Denizli esnafı, toprakları çalınan köylüler, çok daha yaygın bir sigortasız ve esnek çalışma dayatmasıyla karşı karşıya olan tüm emekçiler ‘anaakım’ siyasetin dışında kalıyor. Bazı liberal yorumların aksine, Erdoğan’ın en büyük avantajı, ‘onun rakiplerine mızmızlık eden solcular’ değil, bu siyasi minderin kendisi.

Hakkı Özdal hakkiozdal@gmail.com

Son bir hafta, içinde bulunduğumuz durumu daha anlaşılır hale getirmek açısından, bazılarının sembolik bazılarının direkt etkisi çok güçlü ‘olaylar’ ile doluydu. Bu nedenle son bir haftada yaşanan ve kimileri birbiriyle doğrudan ilgili değilmiş gibi görünen bazı gelişmeleri ortak bir çerçeve içinde tartışmak verimli olabilir.

Maden işçileriyle başlayalım. Gasp edilen hakları için Soma ve Ermenek’ten Ankara’ya yürüyen madenciler (1) polis ve jandarma cebriyle durdurulmuş, buna rağmen Salihli’ye ulaşarak İzmir-Ankara yolu güzergâhında direniş kampı kurmuştu. İşçiler 17 Ekim günü sabaha karşı 04.00 sularında jandarma tarafından kuşatıldı ve jandarma komutanı, dağılmamaları halinde zor kullanarak gözaltına alınacaklarını anons etti. İşte bu anons üzerine, Bağımsız Maden İş Sendikası Örgütlenme Sekreteri Kamil Kartal, işçilerin videoya kaydettiği çarpıcı bir konuşma yaptı. Okurlar, o gün boyu ve takip eden günlerde hızla yayılan ve destek toplayan o konuşmayı dinlemiştir. “Vallahi de korkmuyoruz billahi de korkmuyoruz sizden...” sözleriyle akıllarda yer eden konuşma, haklarının peşindeki emekçilerin, sermaye ve onu temsilen karşısına dikilen güçlerle konuşurken ne berrak bir bilince sahip olduğunu göstermekle kalmadı; Türkiye’nin sıkışmış siyasal ikliminin bazı önyargılı ezberlerini, ‘beklemeci’ ataletini de sarstı. Tek bir işçi eyleminden, büyük emeklerle örülüp, yenilgiler ve geri dönüşlerle sınanan tomurcuk halindeki direnişlerden derhal tüm ülkeyi kurtaracak bir misyon beklemek, her şeyden önce bu direnişlere zarar verir elbette. Ama orada, üzerinde konuşulacak sorunların neler olduğunu; toplumun, emekçilerin ne ile karşı karşıya olduğunu gösteren bir doğru gidiş yolu göründü. Her tür dirence öfke ve ölçüsüz bir güçle saldıran iktidarın, Uyar Madencilik işçileriyle hemen masaya oturmak ve çözüm vaadinde bulunmak zorunda hissetmesi de bundandır.

Hemen ertesi gün benzer yönde bir başka video yayıldı. Kentin sokaklarında ‘salgın önlemleri denetimi’ bahanesiyle ve kibirli bir çalımla gezip, işiyle meşgul emekçileri, canından bezmiş esnafı azarlayan, bir ‘yerel cumhur reisi’ gibi despotluk eden Denizli Valisi’ni gösteriyordu bu video. Ve emekçilerin, Vali’nin hoyratlıklarını daha ortaya çıktığı anda yok hükmüne indirgeyen tutumlarını. Merkezdeki bir çelik çekirdekten etrafa yayıldığı varsayılan hükümran gücün ne ile sınandığını ortaya döken bir başka belge görüntü oldu bu da... Zaten, tıpkı madencilere müzakere masası kurulması gibi, Denizli Valisi de alenen özür dilemek zorunda kaldı. Madencilerin videosunda bir emekçinin son derece yalın sözlerle neşrettiği direnç; bu kez Vali kılığında konuşan tek adam devletine karşı takınılan tutumla, denklemin diğer tarafından görünmüştü. Madenciler Devlet’e konuşarak, Denizlililer ise kendilerine üst perdeden konuşan Devlet’i dinlemeyerek iktidar gücünün zaafını göstermiş oldu.

Belki bunlara eklenebilecek üçüncü bir ‘belge görüntü’ ise AKP gençlik kollarının yaptığı “Sen kimsin” temalı video oldu. Bu videodaki biçem ve onunla da örtüşecek şekilde, Erdoğan’ın mütemadiyen dile getirdiği “Kültürel/fikri iktidar olamadık” serzenişi; aslında sadece AKP ve Erdoğancılara değil, Türkiye’nin siyasi-ekonomik egemenlerine ait tarihsel bir sorundur ve bu belki başka bir yazının konusudur. Ama bu videoya gelen tepkiler de Manisa ve Denizli’de zuhur eden tabloya pekâlâ eklenebilir. İktidar ve onun taşıyıcıları, fiziki ya da sembolik olarak toplumla karşılaştığı her noktada, açık tepki ve taleplerin muhatabı olmakta; özellikle 2016’dan sonra dozunu artırdıkları şiddetin tesir kaybettiği görülmektedir. Bir hafta içinde peş peşe yaşanan olaylar, toplumla siyaset arasındaki ilişkinin, anket araştırmalarından öte bir vakıa olarak değişmekte olduğunu gösteren etkidedir.

Bu durum iki pratik sonuca yol açıyor. İlkine geçmeden önce bir hatırlatma yapmalı. Burada daha önce de tartışıldığı üzere, bugün egemen siyaset, Türkiye kapitalizminin nasıl yönetileceğine dair bazı farklılıklar ekseninde iki ana kampa bölünmüş durumda. Siyaseten bir tarafını AKP-MHP koalisyonu ve etrafındaki bileşenlerin, diğer tarafını CHP’nin ‘ittifaklar siyaseti’ çevresinde, görece daha gevşek bir bağla da olsa birlikte davranan parti ve grupların oluşturduğu bu ikili yapı; farklı sermaye çevrelerini de giderek belirginleşecek şekilde birbirinden ayırıyor.(2) İlk sonuç da burada ortaya çıkıyor: Bu ikili yapıda, siyasal iktidarı ve devletin olanaklarını elinde tutan iktidar kampı, kendisi için bir alternatif haline gelme potansiyeli güçlenen resmi muhalefeti olabildiğince parçalamaya dönük hamlelerini sıklaştırıyor. Geçtiğimiz pazartesi akşamı İYİP’li Ümit Özdağ’ın, partisinin İstanbul İl Başkanı için “Fetöcü”, partisi için “HDP’yle yakınlaştı” demesi –bu çıkışın kim tarafından tertiplendiği konusundaki tartışmalar bir yana– hiç değilse açık bir ‘fırsat’ olarak görüldü ve kullanılıyor. Saray kâtibi pozisyonundaki bazı ‘köşe’ sahiplerinin, Gül-Babacan gerilimi diye tefriş ettikleri (3) yeni bir fırsat cephesi ile benzer sorunları muhalefetin diğer bileşenlerine de yaymak istemeleri buna eklenmeli. Önümüzdeki dönem için, toplumun rızasını kazanmaya dönük, olanakları son derece kısıtlı bir çabadansa daha efektif bir ‘rakibi parçalama’ yöntemiyle zaman kazanma stratejisi olarak görülebilir bu. İlk menzili kasım ayı başındaki ABD seçimleri olan bu ‘önümüzdeki dönem’in, aynı zamanda yeni rejimin kurumsal inşası, daha doğru ifade etmek gerekirse, eski kurumsal pürüzlerin Saray’da merkezileşen yeni mimari lehine ilgası için de aceleci şekilde değerlendirildiği görülüyor. Anayasa Mahkemesi’nin ve tabii anayasanın çiğnenmesi bu açıdan dikkat çekici gelişmeler.

Toplumla siyaset arasındaki ilişkinin giderek çözülmesine dair iktidarın ürettiği ikinci pratik sonuç ise başta HDP olmak üzere çeşitli odaklara yönelen baskının koyulaşması oluyor. Siyasal iktidarın toplumsal meşruiyetinin sınanmak durumunda kalacağı ‘istenmeyen koşullar’ mukadder hale gelirse, sözgelimi HDP’siz bir seçimin ve/ya HDP şahsında tüm toplumsal muhalefetin zor yoluyla etkisizleştirildiği bir ‘sopalı seçim’in, bir ihtimal olarak el altında tutulması; bunun öznel avantajlar sağlayan bir seçim yasası ile tahkim edilmesi hedefleniyor. Cuma günü HDP’ye yönelik yeni baskınlar, Tabipler Birliği başta olmak üzere meslek kuruluşlarına yönelik taarruz bu yönelimin araçları.

TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski, geçtiğimiz hafta Dünya gazetesine verdiği röportajda, uluslararası ölçekte şöyle bir üçlü yapı tarif ediyordu: 1. Kurallara ve demokratik değerlere dayalı liberal düzen, 2. Çin'in temsil ettiği devlet kapitalizmi ve 3. Popülizm, korumacılık ve herkesin kendi başının çaresine bakmasını savunan tek taraflılık… Türkiye’nin büyük sermayesinin sözcüsü ardından kendi tercihlerini de açıkça söyleyip, “(…) gerçekçi alternatif, liberal demokratik düzenin kendi içinden daha kapsayıcı şekilde reforme edilmesi eğiliminin ağırlık kazanmasıdır” diyordu. Fakat Kaslowski’nin de işaret ettiği yer Amerikan seçimleriydi: “ABD başkanlık seçimlerinin nasıl sonuçlanacağı hangi eğilimin ağırlık kazanacağı konusunda belirleyici olacak.

Ülkenin kapitalistleri de ABD seçimlerini bir dönüm noktası olarak görür ve oradan çıkacak sonucu beklerken, iktidarıyla resmi muhalefetiyle siyaset de ABD sandıklarını bekleyen bir zaman kazanma gayreti içinde belli ki. Bu koşullarda, İstanbul sermayesi ve onun ‘liberal reform’ arayışıyla, Anadolu sermayesi ve onun ‘popülist statükonun devamı’ arayışı Türkiye siyasetini, toplumun sorunlarından uzakta bir noktada kurmayı başarıyor. Amerikan seçimlerini şu ya da bu adayın kazanmasının kendi gündelik yaşamında doğrudan iyileşmelere yol açabileceği yanılgısına sahip olmayanlar; Somalı madenciler, Denizli esnafı, toprakları çalınan köylüler, çok daha yaygın bir sigortasız ve esnek çalışma dayatmasıyla karşı karşıya olan tüm emekçiler ise bu ‘anaakım’ siyasetin dışında kalıyor. Bütün bir toplumu ‘seçmen’e indirgeyen bazı liberal yorumların aksine, Erdoğan’ın en büyük avantajı, onun rakiplerine mızmızlık eden solcular değil, bu siyasi minderin kendisi.

(1) Maden işçilerinin neden yürüdüklerine ilişkin ayrıntılı bilgi buradan bulunabilir.

(2) Bu da ayrı bir yazının konusu olarak görülmeli. TÜSİAD’da temsil edilen sanayi burjuvazisi öncülüğündeki büyük sermaye fraksiyonu ile rejimin organik burjuvaları ve TOBB çevresindeki sermaye gruplarının ekonomi ve siyaset konusunda işaretleri artan ayrışmaları üzerine tartışmak faydalı olacaktır.

(3) Bu konuda da Abdülkadir Selvi’nin Hürriyet’te dün yayınlanan “Cumhurbaşkanlığı Gül ile Babacan’ın arasını mı açtı?” başlıklı yazısı örnek gösterilebilir.

Tüm yazılarını göster