Erhan Keleşoğlu: Suriyeli mülteciler zannedildiğinin aksine apolitik
Erhan Keleşoğlu, toplumsal olarak Suriyelilerin muhafazakar bir toplum olmakla birlikte apolitik olduklarını, kendileri hakkında iktidarın payandası şeklindeki bir algının doğruyu yansıtmadığını düşünüyor. Suriyeli mültecilerin kendi iç farklılıklarının göz ardı edildiği ve hepsini aynı kefeye koyma yönündeki eğilimlerin Suriyelileri anlamayı daha da zorlaştırdığı görüşünde.
Suriyeli mülteciler meselesi, hakkında çokça konuşulup gerçeklerin çok az dile getirildiği konulardan biri. Suriyeli mülteciler aslında emekleri sömürülmeleri, en insanlık dışı işlerde çalışmaları, toplumsal güvencelerin büyük bir bölümünden mahrum kalmaları nedeniyle toplumun en alt kesimini oluşturuyorlar. Belirli politik gruplar hariç sıradan mülteciler hiçbir yerde temsil edilmedikleri için de haklarını savunan, sorunlarını dile getiren kimse yok. Onlar için mücadele veren sadece göç üzerine çalışan kurumların yanı sıra mültecilerin dertleriyle ilgilenen, sayıları bir elin parmağını geçmeyen STK’lar bulunuyor. Söz konusu derneklerden birinde yöneticilik yapan akademisyen Erhan Keleşoğlu’yla Suriyeli mültecilerin sorunlarını ve buna ilişkin çözüm önerilerini konuştuk.
'SURİYELİLER KENDİ İÇİNDE ZENGİNLİKLER BARINDIRAN BİR TOPLUM'
Türkiye’de Suriyeli mültecilere karşı en azından bir kesimde var olan olumsuz yaklaşım sizce ekonomik nedenlere mi, hükümetin Suriye politikasına karşı tepkiye mi dayanıyor? Yoksa ırkçı duygular mı devreye giriyor?
Bana kalırsa bu söylediklerinizin hepsi geçerli, hepsinin kendi özgül ağırlığı oranında etkisi var. Ancak konjonktürel olarak bunların sırasının değiştiğini söyleyebiliriz. İşin güncel siyasete tekabül eden boyutundan başlarsak 2011’de Suriye’de isyan başladıktan sonra AKP’nin yürütmüş olduğu dış politika, Suriye’deki toplumsal yapının çöküşüyle sonuçlandı. Bunda Türkiye’de o dönem faal olan hükümetin vebali tartışılmaz. Kriz patlak verdikten sonra Suriye meselesi bir dış politika meselesi olduğu kadar iç politika meselesi de oldu. Birbiriyle çok iç içe geçti. Bu, meselenin siyasi boyutu. Öte yandan bu kriz aynı zamanda siyasal/toplumsal fay hatlarına da denk geldi. Suriye meselesine baktığımız zaman mezhepler arasında gerginliği, sekülerle dindar muhafazakârlar arasındaki kutuplaşmayı, Kürt sorununu görüyoruz. Suriye meselesi, bir dış politika sorunu olarak ele alınmak ya da okunmaktan ziyade iç siyaset üzerinden okundu.
Öte yandan Suriye’nin homojen bir toplum olmadığını, çok kültürlü, çok etnisiteli, çok kimlikli ve çok dinli bir yapı olduğunu görüyoruz. Farklı siyasal kimlikleri ve etno-kültürel arka planları olan bu insanlar da Suriye toplumunun özelliklerini taşıyorlar. Dolayısıyla Deyruz Zor’dan gelenle Şam’dan gelen, İdlip’ten gelenle Kamışlo’dan gelenler birbirinden çok farklı özelliklere sahip. Türkiye’den meseleye bakan vatandaşlar ise Suriyelileri homojen bir kitle olarak görüyorlar.
SURİYELİLERİN İÇ FARKLILIKLARI GÖZ ARDI EDİLDİĞİ GİBİ ARAPLAR DA AYNI KEFEYE KONUYOR
Bunun da ötesinde Filistinli ve Libyalıları da Suriyeli zanneden ya da o şekilde gören geniş bir kitle mevcut.
Elbette, Arap deyip geçiyorlar. Aslında bunun arka planında yüz senelik bir mesele var. Yüz senelik ulusal kimlik inşası var. Bu çok daha derin bir mesele. Ulusal kimliğin Türklük üzerinden inşa edilmesi sırasında Ortadoğu’ya ve Araplara dönük bir ötekileştirme süreci yaşandı. İşte bu kurgu, siyasal konjonktürle üst üste geldiği zaman, ciddi bir siyasal ve toplumsal sorunla karşı karşıya kaldık.
Burada daha çok Araplara uluslaşma sürecini tamamlayamamış, ulus olamamış devletler olarak bakma meselesi söz konusu galiba.
O yüzden mesele değerlendirilirken ideolojik/politik bagajlar üzerinden ilerleniyor. Bir de bunun güncel siyasal tartışmalara ilişkin tarafı var. Bu noktada Türkiye’de iki farklı politik fay hattının altını çizmemiz lazım. Biri etnik fay hattı (Kürt meselesi) diğeri ise sekülerlerle dindarlar arasında kültür savaşı olduğunu söyleyen ve bunu inşa eden siyasal hat. Suriyeli mülteciler meselesi bu iki hatta da oturuyor. AKP-MHP koalisyonunu destekleyenler de, muhalifler de Suriyeli mülteciler meselesini bu hatlar üzerinden okuma eğiliminde. Muhalif cenahta Saadet Partisi ve diğer İslami duyarlılıkları olan kesimlerle sosyalistlerin bir kısmını dışarıda bırakırsak Suriyelilerde temsil olunan dindarlık ve muhafazakarlığa bir tepki ve buna karşı bir önyargı olduğunu da söyleyebiliriz. Bunun farklı nedenleri var. Öne çıkanlardan biri laik kimliğini öne çıkartan ve seküler duyarlılıkları olanların Suriyeli mültecileri AKP’nin doğal müttefiki olarak görme eğilimi. Algı böyle şekilleniyor.
SURİYELİLER ZANNEDİLDİĞİ GİBİ POLİTİZE OLMUŞ BİR TOPLUM DEĞİL
Peki Suriyeli mültecilere yönelik algı ne ölçüde doğruyu yansıtıyor? Onları bir siyasi çizgiyle bütünleştirmek ne kadar doğru?
Suriyelilerin çok kültürlü bir yapıdan geldiklerini söylemiştim. Doğal olarak bunun siyasal alandaki yansımalarının da benzeri farklılıklara yol açması gayet doğaldır.
O zaman Suriyeli mültecileri iktidarın payandası olarak görmek çok da isabetli bir bakış açısı olmasa gerek.
Evet Arap, Türkmenler ve Kürtler var, bunların her birinin hem kendi içlerinde hem de birbiri aralarında politik tercihleri farklı. Bunun da ötesinde Suriyeliler, Türkiyelilerin zannettiği kadar politize bir topluluk değil. Burada öyleler, Suriye’deyken de apolitik bir toplumdu zaten. Tabii bu olaylar başladığında hızlıca bir politizasyon gelişti ama taşradan ve kentlerden Türkiye’ye göç edenler aslında bu çatışma ve kutuplaşmanın dışında kalmak, bu politizasyondan kaçmak isteyenlerdi, ezici çoğunluk böyleydi.
SURİYELİLER GENEL OLARAK GELENEKSEL VE MUHAFAZAKAR İNSANLAR
İdeolojik olarak bu kesimleri tek bir kategoriye yerleştirmek de mümkün değil galiba.
Evet, diyemeyiz ama genel olarak muhafazakâr eğilimlere sahip insanlar diyebiliriz. Büyük bir kısmı geleneksel toplumun öğelerini taşıyor. Bunu siyasete tahvil etmeye kalkarsak aynı sonuçlar geçerli olmaz. Başlangıçta Erdoğan’a ve AKP’ye, savaş yaşanırken Türkiye sınırlarını açtığı için, bunun vermiş olduğu bir vefa ve minnet duygusu söz konusuydu. Böyle bakıyorlardı hadiseye. Ama o kadar. Doğrudan kendi kaderini AKP ile ya da Erdoğan’la özdeşleştiren siyasal bağlılık kesinlikle söz konusu değil. Bundan daha çok öne çıkan başka hususlar var. Bu insanlar büyük bir güvencesizlik içerisinde yaşıyorlar. En temel sorunları bu. 2011 sonbaharında, Cisru’ş Şuğur olaylarından sonra Türkiye’ye gelmeye başladılar. Geçici koruma başlığı altında ülkeye kabul edildiler. Ve sekiz sene içerisinde burada yüz binlerce çocuk dünyaya geldi. Bir sürü çocuk Türkçeyi öğrendi, ülkeyle bütünleşti. Ama akıbetlerinin ne olacaklarını bilmiyorlar, burada kalacaklar mı, hayatlarını burada devam ettirecekler mi? Vatandaş olup olmayacaklarını da bilmiyorlar, önlerinde hiçbir yol haritası yok. Araf'ta kalmış durumdalar, bu insanların düşüncelerini belirleyen temel şey, siyasal kimliği belirleyen esas unsur belirsizlik duygusu ve Araf’ta kalmışlık hissi.
DEVLET MÜLTECİLERE BİR YOL HARİTASI ÇİZMİYOR
Bu belirsizlik hissi farklı alanlara nasıl yansıyor?
Kendileriyle konuştuğumda büyük bir kısmının ülkelerine geri döneceklerine inanmadıklarını gördüm. Çünkü ülke tarumar olmuş vaziyette. Evleri barkları yok, şehirlerde yaşayanların evlerine el konmuş. Ekonomi de şu an çok kötü durumda. Her ne kadar kendilerini ülkelerine ait hissetseler de ülkelerine dönmeyi gerçekçi görmüyorlar. Yüzde 60’ının böyle düşündüğünü söyleyebilirim.
Savaş bitip yeniden inşa süreci başlarsa ki bu ancak, zengin ülkelerin ellerini ceplerine atmasıyla mümkün; bu süreç için milyarlarca dolara ihtiyaç var. Geçenlerde bir BM yetkilisi ifade etmişti, yıkılan ülkeyi imar edebilmek için 300 milyar dolara ihtiyaç duyuluyor ancak kimse elini bu taşın altına koymak istemiyor.
Ülkelerine geri dönmeleri şu an pek mümkün olmaması bir yana devlet onlara bir yol haritası da göstermiyor. Şu, şu şartları yerine getirirsen seni vatandaşlığa alırım ya da şu diplomaları alır şu kadar çalışırsanız bu sürecin sonunda kalıcı ikamet izni veririm ya da vatandaşlık elde etme imkânı tanırım, demiyor. Çünkü bilinenin aksine uluslararası hukukça kabul gören mülteci hakları, Türkiye’nin Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu çekinceler sebebiyle Avrupa’dan gelenler haricinde tanınmıyor.
Devlet bunu yapmadığı gibi vatandaşlık hakkını kime vereceğini de kendisi seçiyor. Suriyeliler vatandaşlık başvurusunda istese de bulunamıyorlar. Bir de işin böyle bir boyutu var.
İşte tam burada farklı kriterler yani siyasal kimlik devreye giriyor. Söz konusu kişi Türkiye ile müttefik Suriye Milli Ordusu’nun bir ferdiyse, orada aynı çizgideki milis örgütler içerisinde yer alıyorsa ya da onun ailesindense kolaylıkla vatandaşlık veriliyor. Ya da Suriye Ulusal Koalisyonu çevresindeyseniz, onlarla birlikte iş yapıyorsanız, Suriye toplumu üzerinde etkisi olan ve Türkiye’deki iktidara yakın düşünen kanaat önderi konumundaysanız vatandaşlık hakkı tanınıyor.
YENİ NESİL, TÜRKİYE TOPLUMUYLA DAHA HIZLI ENTEGRE OLMA EĞİLİMİ GÖSTERİYOR
Türkiye toplumuna bakışları nasıl? Bütünleşmenin önünde engel bir durum var mı sizce?
Kendilerini Türkiye ve buradaki topluma çok yakın hissediyorlar. Çünkü burası Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülke. Kültürel anlamda Müslüman kodlar yaşantılarına hâkim olduğu için topluma yakın hissediyorlar. Kültürel anlamda elbette farklılıklar var ama bir Avrupa toplumuyla kıyaslandığında bu farkın oldukça az olduğunu söyleyebiliriz. Şayet önleri açılırsa entegre olma ihtimalleri çok daha fazla. Ancak önlerinde bir takım bariyerler de var. Bunların başında dil bariyeri geliyor. Okula başlayan çocuklar hızlı sosyalleşme nedeniyle dili çok kolay öğreniyorlar, dil engelini kolayca aşıyorlar. Sonuç olarak birlikte yaşam için belirli bir kapasite var, ama işte burada Türkiye’nin kendi sorunları devreye giriyor.
Bir de Türkiye’nin kendi demokratikleşme sorunları var zaten...
Türkiye’nin ulusal kimliğine ilişkin sorunlar aşılmış değil ki, Kürt meselesi olduğu gibi duruyor. Kürtlerin anayasal ve kültürel talepleri karşılanmış değilken Suriyelilerin anadilde eğitim hakkı gündeme geldiği taktirde Türkiye toplumu ve devleti buna nasıl bir tepki verecek? Bunlar çok ciddi sorunlar ve entegrasyonun önündeki engeller. Bir başka husus ise hukuki statü sorunu. Geçici koruma, adı üstünde “geçici”. Yargı kararı olmadan idari bir tedbirle rahatlıkla bu kaldırılabilir. Bir de şu sorun var: Uluslararası hukuka göre mültecilerin zorla geri gönderilmesi yasak olmasına rağmen biz bunların yaşanabildiğini gördük. 2019 yazından itibaren polisiye tedbirlerde artışa şahit olduk. Bir keresinde İstanbul’da yapılan bir operasyonda bir sokakta bulunan bütün kayıtsız mültecileri alıp götürmüşlerdi, içlerindeki Afgan mülteciler de Suriyelilerle birlikte İdlib sınırına götürülüp bırakılmıştı. Öylesine toptancı bir yaklaşım söz konusuydu.
EMEK PİYASASINA SONRADAN GELEN HEP EN ALTTA KALIR
Seçimleri kaybetme nedeni olarak da görüldü Suriyeli mülteciler, geçen yaz biraz da bu yüzden bir operasyona ve baskıya maruz kaldılar öyle değil mi?
Evet, doğru. Geçen yaz yapılan operasyonların bir nedeni de buydu. Bir diğer boyut güvenlik bürokrasisinin mülteci ve göçmenler kaynaklı tehdit algısıydı. Ama bir başka boyut da ekonomiyle ilgiliydi. Göç meselesinde ekonomi-politik çok önemli. Çünkü emek piyasası esas itibarıyla farklı etno-kültürel gruplar arasında mücadeleleri de içeriyor. Emek piyasasına baktığımızda belli sektörlerde belli yörelerden gelenlerin yoğunlaştığını görüyoruz. Yıllar içerisinde bu değişir, 60’lı yıllarda Orta Anadolu’dan gelenler inşaat piyasasına hâkimdi, 70’li yıllarda Karadenizliler geldiler, ardından 80-90’larda çatışmaların yoğunlaşmasıyla birlikte Kürt bölgelerinden gelenlerin yoğun olarak emek piyasasında yer aldığını görüyoruz. Emek yoğun sektörlere yeni girenler her zaman en alttan başlarken diğerlerini de yukarı itiyorlar. Diğerleri bu durumda kendilerini ayrıcalıklı hissediyor. Ama öte yandan da çok ciddi bir rekabet oluşuyor. Hatırlayın, Kürt meselesiyle ilgili 2000’li yılların başlarında çokça yaptığımız tartışmalarda Kürtlere yönelik linçlerin olduğu yörelerin aynı zamanda işçi havzaları olduğunu görmüştük. İnsanlar etno-kültürel açıdan kendilerinden farklı gördükleri kişileri işine tehdit görüyor. Bu, evrensel bir olgu. İngiltere’de Brexit tartışmalarında İngiliz beyaz işçi, ‘Polonya, Romanya, Bulgaristan’dan gelen işçiler bizim emeğimizi çaldı, o yüzden AB’den çıkalım’ diyorlardı. Almanya’da da benzer tartışmalar var. Türkiye’de çalışanların bir kısmı da Suriyeli mültecilere bu gözle bakıyorlar, onları kendilerine tehdit görüyorlar. Mültecilere yönelik güvenlikçi tedbirleri, bu hezeyanları yatıştırmak adına atılmış siyasal adımlar olarak da görebiliriz.
MÜLTECİLERİN EZİCİ ÇOĞUNLUĞU KAYIT DIŞI ÇALIŞIYOR VE HAKLARDAN MAHRUMLAR
Suriyeli mülteciler meselesine geri dönersek Suriyeli mülteciler gerçekten Türkiye’deki emek piyasasındakilere tehdit teşkil ediyor mu?
Tehditten ziyade Suriyelilerin emeklerinin sömürülmesi söz konusu. Türkiye’de 3 milyon 600 bin kayıtlı Suriyeli var. Diğer mültecileri de koyduğumuz zaman 4.5 milyon civarında bir nüfustan söz edebiliriz. Bir araştırma yapıldığında bunlardan sadece 60-70 bininin kayıtlı olarak çalıştığını görüyoruz. Bunun üstüne ruhsatlı dükkân ya da işyeri açmış kişileri de ekleyelim. En fazla 100 bin kişi söz konusu. Peki, geriye kalanlar ne yiyip ne içiyorlar? Bunların salt AB’den gelen yardımlar ya da Türkiye Devleti’nin onlara yaptığı katkılarla geçindiklerini zannedersek yanılırız. Bu insanlar kayıt dışı sektörlerde müthiş bir sömürüye maruz kalarak çalışıyorlar ve başta katma değer vergisi olmak üzere dolaylı vergiler acılığıyla aynı zamanda vergi de ödüyorlar. Bu hep yok sayılan bir husus.
SURİYELİ MÜLTECİ GENÇ KADINLAR ÇALIŞIRKEN BAYILIYOR
Röportajı tamamlarken Suriyelilerin çalıştığı ortamlara ilişkin de birkaç söz söylersek?
Suriyeliler gerçekten çok insanlık dışı ortamlarda, merdiven altı atölyelerde çalıştırılıyorlar. Sekiz saat çalışma norm olmasına rağmen Suriyeli mültecilerde norm, günde 12 saat çalışmak. Genç kadınlar aşırı çalışmaktan bayılıyorlar. Çalışma koşulları çok kötü, böylesine yoğun bir sömürünün olduğunu söyleyebiliriz. İsyan etme itiraz etme şansı yok. Çünkü sesini çıkarttığı, itiraz ettiği an kendisini sınırda çatışmaların ortasında bulma ihtimali var.
ÇIKIŞ YOLU SURİYELİ İŞÇİLERLE TÜRKİYELİ İŞÇİLERİN ORTAK HAREKET ETMESİ
Peki Türkiye’de mültecilerle ilgili sistemin aslında Suriyelilerin sömürüsünün önünü açtığını düşünüyor musunuz? Biliyoruz ki, işveren kanunen istihdam edilen her yabancı işçiye karşı beş Türkiye vatandaşı çalıştırmak zorunda.
Evet mevcut sistem emek sömürüsünü teşvik ediyor maalesef. Zira mülteciler hem kâr marjlarını yükseltiyor hem de ekonomiye artı getiri sağlıyor. Burada hem işveren avantajlı hem devlet avantajlı. Kaybeden Suriyeli mülteciler. Bu insanların emekleri gasp ediliyor. Emeklerinin karşılığını alamıyorlar. Türkiye vatandaşları da işçi ücretlerini düşürdüklerini iddia ettikleri için onlara düşman kesiliyor. Mesele böyle bir kısır döngüye girmiş durumda. Peki bunun bir çıkış yolu yok mu? Var. Adana’da ayakkabı imali piyasasında çalışan sendikalı Suriyeli ve Türkiyeli işçiler bir araya gelerek işverene karşı eyleme geçtiler, zafer kazandılar ve gasp edilen haklarını geri aldılar. Özellikle Ercüment Akdeniz’in bu konuda önemli çalışmaları oldu, herkese okumasını tavsiye ederim. Türkiyeli işçilerle Suriyeli emekçiler birlikte hareket ederlerse bu hem ortak yaşam kültürünü geliştirir hem çalışan grupların yaşam düzeyini artırır hem de Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı sağlar.
Erhan Keleşoğlu kimdir?
1997 yılında İstanbul Üniversitesi SBF Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde lisans eğitimini tamamlamış, 1999’da aynı bölümde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başlamıştır. 2001-2002 yılları arasında Ürdün Hükümeti bursu ile Ürdün Üniversitesi’nde (Amman, Ürdün) araştırmalarda bulunmuş, 2002 yılında “Oslo Sürecinde Filistin’de İktidar ve Muhalefet” adlı çalışmasıyla İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yüksek lisansını bitirmiştir. 2006’da bir dönem University of Southern California’da (Los Angeles, ABD) konuk araştırmacı olmuştur. 2008 yılında “İsrail Yurttaşı Filistinliler: Yurttaşlık, Kimlik, Siyaset 1948-2000)” başlıklı çalışmasıyla İstanbul Üniversitesi SBF’den doktora derecesi almış, 2009’da yardımcı doçent olarak aynı kurumda ders vermeye başlamıştır. 2013-2014 yılları arasında konuk akademisyen olarak School of Oriental and African Studies (SOAS), University of London’da (Londra, Birleşik Krallık) araştırmalarda bulunmuştur. İngilizce ve Arapça bilen Keleşoğlu, 29 Ekim 2016’da KHK ile üniversitedeki görevinden ihraç edilmiştir. 2018 yılından beri mültecilere destek veren bir projede koordinatör olarak çalışmaktadır.