Erhan Keleşoğlu: Türkiye mevzi kazandı ama zafer elde etmedi
Uluslararası ilişkiler uzmanı, akademisyen Dr. Erhan Keleşoğlu’na göre 9 Ekim’de Suriye’nin kuzeyine yönelik başlatılan ve Barış Pınarı ismi verilen askeri harekâtın Tayyip Erdoğan açısından esas kazanımı dış değil, iç siyasette. Keleşoğlu, Perşembe akşamı ABD-Türkiye tarafından varılan ateşkes anlaşmasını kabul eden SDG’nin "ülkesellik iddiasının" darbe aldığını ama Kürtlerin de, Kürt sorununun uluslararasılaşması açısından uzun vadede müthiş kazanım sağladığı görüşünde. Türkiye’nin kısa vadede Suriye’den çıkacağına ilişkin emarelerin görünmediğini düşünen Keleşoğlu’na göre beş gün sonraki Erdoğan-Putin görüşmesi kilit önemde.
Türkiye’nin 9 Ekim tarihinde, birkaç cılız destek dışında tüm dünyaya rağmen girdiği Suriye’de ne kadar kalacağı ve ne tür sonuçlar yaratacağı meçhul. Keza Perşembe akşamı ABD ve Türkiye tarafından kabul edilen veya tarafların birbirine kabul ettirdiği ve Suriye Demokratik Güçleri’nin de uyacağını ilan ettiği beş günlük göreli ateşkesin sonucunun ne olacağı da muamma.
Fakat dış siyaset açısından açık olan şey, Türkiye’nin neredeyse tamamen yalnızlaştığı, buna mukabil Kürt sorununun artık uluslararası hale geldiği. İçerideyse yine açık olan şey, AKP iktidarının bu süreçte HDP hariç tüm muhalifleri ya arkasına dizdiği veya susturduğu, kendi içindeki parçalanmayı durdurduğu, milliyetçi cepheyi de güçlendirdiği.
Barış Pınarı Harekâtı ismi verilen AKP hamlesi ve dün akşam açıklanan ateşkes anlaşmasının hem Suriye hem de uluslararası alandaki etkilerini, Erdoğan’ın Trump ile ABD müesses nizamı arasındaki çatlağı nasıl kullandığını, Kürt sorununun uluslararasılaşmasına karşın Türkiye’nin İsrailvari politikalara yönelmesinin olası sonuçlarını uluslararası ilişkiler uzmanı, akademisyen Dr. Erhan Keleşoğlu’yla konuştuk.
ABD şu an Suriye’de tam olarak ne yapmaya çalışıyor?
Biz farkında değiliz ama Kürtlerin IŞİD karşıtı mücadelesi dünya kamuoyunda ciddi ve kalıcı etkiler yaratmış. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgeye girmesiyle birlikte ABD’de müesses nizam ile Trump arasında çok büyük bir karmaşa yaşandı. Müesses nizama Kongre’yi, Savunma ve Dışişleri bakanlıklarını, güvenlik danışmanlarını koyabiliriz.
ABD müesses nizamı neden Trump’ın Türkiye’ye göz yummasına tepkili?
Trump’ın Suriye’den çekilme kararı yeni değil, geçen sene Aralık ayına dayanıyor. Fakat aradan geçen bir yıllık dönem boyunca bölgede faaliyet yürüten ABD güvenlik unsurları, geri çekilmeye ilişkin herhangi bir planlama yapmadılar. Yani Trump başka bir şey söylüyor, sahadaki unsurlar başka bir şey yapıyordu. Bu planlama eksikliği, ABD yönetimi içinde başkan ve ötekiler arasında bir çatışma unsuru haline geldi. İşte Tayyip Erdoğan tam da buna oynadı ve işleri Trump’la çözmeyi, onunla müzakere etmeyi bir yöntem olarak seçti. Çünkü ABD’nin sahadaki unsurları ve güvenlik bürokrasisinin Suriye Demokratik Güçleri’yle (SDG) ilişkisinin giderek bölgede bir kurumsallaşmayı sağladığını görüyordu Erdoğan. Bu kurumsallaşmayı da bir tehdit olarak gördüğünü ve bölgeye tek taraflı müdahale niyetinde olduğunu başından beri ortaya koyuyordu. Neticede Ankara, ABD’deki iktidar çatlağını görmüş olarak bu hamleyi yaptı. ABD’nin bölgeye ilişkin belirlenmiş stratejik bir planının ve kararlılığının olmamasının Türkiye tarafından tespit edilmiş olması son derece belirleyicidir.
Her durumda SDG’nin arkasında durmaya, bölgedeki kurumsallaşmayı desteklemeye ilişkin ABD’nin stratejik bir kararlılığı yoktu. O yüzden Türkiye, sahada harekete geçerse ABD’ye geri adım attırabileceğini ve oradaki bölünme içinde Trump’ın kendisinden yana olacağını gördü. İktidarın bütün stratejisi de bunun üzerine kuruluydu.
'TRUMP VE TÜRKİYE BU KADAR BÜYÜK TEPKİ BEKLEMİYORDU'
Fakat bu süreçte güvenlik mekanizması hayata geçirildi…
Güvenlik mekanizması sahadaki ABD unsurlarının biraz daha zaman kazanmak için yaptığı öneriydi ama arkasında siyasi bir irade, Trump yoktu. Türkiye tam da buna yaslanarak 9 Ekim’deki harekâtı başlattı. Sonradan öğrendiğimiz kadarıyla Trump bunu olumlu karşılamıyor ama engel de olmuyor. Trump ile Türkiye arasında varıldığı anlaşılan anlaşmaya göre IŞİD’lilerin sorumluluğu Türkiye’ye devrediliyor ve güvenli bölge oluşturulacak alan olarak da Tel Abyad ile Resul Ayn arası belirleniyor. Hatta 9 Ekim sonrasında ABD Savunma Bakanı, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyindeki harekatını doğu, batı ve güneye doğru genişletmesi olasılığına işaret etti ve bunu kabul etmeyeceklerini söyledi. Dolayısıyla ABD, Türkiye’nin Tel Abyad-Resul Ayn arasındaki 120 kilometrelik hattı genişletme ve güneye doğru da M4 Karayolu'na inme planını reddetti.
Harekâtın başlamasına göz yuman Trump, neden daha sonra Türkiye’ye yönelik sert tepkilerde bulunmaya, yaptırım tehditleri savurmaya başladı?
Dünyadaki tepkinin bu kadar büyük olacağını ne Trump bekliyordu ne de Türkiye. ABD Senato’sunda Cumhuriyetçileri ve Demokratları Trump karşısında birleştiren, tüm dünyada Türkiye’ye karşı büyük bir tepkiyi yaratan şey, Kürtlerin IŞİD karşıtı mücadelesidir. Kürtlerin ve Suriye Demokratik Güçleri’nin bu mücadelesinin Amerikan kamuoyunda ve tüm dünyada büyük bir teveccüh gördüğünü, Türkiye’nin harekatına yönelik tepkilerden anlıyoruz. IŞID’in yeniden canlanma ve harekete geçme olasılığı özellikle Avrupa ve Amerikan kamuoyu açısından kabul edilemez bir şey. Bu nedenle 9 Ekim’den sonra Trump pozisyonunu tekrar değerlendirme gereği duydu ve Türkiye’ye karşı tavrını sertleştirdi. Hem kendi kamuoyundaki baskı hem de dünyadan gelen tepkiler dolayısıyla Erdoğan’a teslim olmadığını söyleme ve gösterme ihtiyacı hissetti.
Trump’ın 9 Ekim’de kaleme alındığı öğrenilen, Erdoğan’a yönelik aşağılayıcı mektubunu açıklamasının nedeni de bu muydu?
Tam olarak buydu. Mektubun da, ABD’yle saat farkı düşünüldüğünde, harekâtın başlamasından sonra kaleme alındığı anlaşılıyor. Trump büyük olasılıkla kendisini hem iç hem de dış kamuoyuna karşı sağlama almak için böylesi bir aşağılayıcı dil kullanmış. Nitekim bu mektubu da tepkiler yoğunlaştıktan sonra sızdırdı. Zaten dün akşamki (Perşembe akşamı) konuşmasının içeriği de bu tutumun devamı niteliğindeydi.
Perşembe akşamı, yani "ateşkes anlaşmasının" ilan edilişinden sonra yaptığı konuşmanın içeriği neydi?
Kürtleri ve Türkleri kavga eden çocuklara benzetti ve "Yaptığım şey sıra dışıydı. Okul bahçesindeki çocuklar gibi bir süre kavga etmelerine izin verdim, sonra da ayırdım" diyerek aşağılayıcı bir üslup kullandı Trump. Bana kalırsa hem Kürtleri hem de Türkleri aşağılayan bir açıklamaydı bu. Hatta Türkiye’ye yönelik „tough love“ diyerek aşağılamanın doruğuna çıktı Trump. Aslında burada Türklerin ve Kürtlerin kendilerine şunu sorması gerekiyor: Biz neden barışmıyoruz da böylesine aşağılayıcı bir dilin nesnesi haline geliyoruz? Tam da Trump’ın bu aşağılayıcı üslubu karşısında herkesin, bölge halklarının iradesine, rızasına dayalı uzun temelli bir barışı nasıl tesis edebileceğimiz üzerine düşünmesi gerekiyor.
'TRUMP SDG VE TÜRKİYE’Yİ DOLAYLI OLARAK BİRBİRİNE MUHATAP KILDI'
Perşembe akşamı ABD ve Türkiye arasında yapılan ve resmi metni yayınlanan "ateşkes anlaşması" ne anlama geliyor?
Bir haftalık savaş ve uluslararası tepkiler neticesinde Trump, yardımcısı Pence, Dışişleri Bakanı Pompeo ve güvenlik danışmanını Türkiye’ye yollayarak harekâtı sonlandırmak istedi. Bu, kendi açısından bir başarı olacaktı. Çünkü Trump aynı zamanda azil süreciyle ve Demokratların tazyikiyle de baş etmeye çalışan bir lider. Öte yandan ateşkes anlaşması bağlamında ABD ve Türkiye’den bahsediyoruz ama arkada bir de SDG var. Trump, SDG’yle de müzakere edip onların onayını almakla, dolaylı olarak Türkiye ve SDG’yi birbirine muhatap kıldı.
Bu SDG açısından ne anlam ifade ediyor?
Bir kere Amerika’nın bölgede kalıcı olmayacağı ortaya çıkmış durumda. Bu, SDG’nin tesis etmeye çalıştığı Kuzeydoğu Suriye federasyonunun arkasında ABD’nin durmayacağı anlamına da geliyor. Bunun da sonucu olarak SDG’nin, Türkiye’nin harekâtına karşı Esad’la askeri bir işbirliğine gitmesi, Kuzeydoğu Suriye federasyonu kurma iddiasını baltaladı.
'SDG ÜLKESELLİK İDDİASINDAN GERİ ADIM ATTI'
Nasıl?
Çünkü Tel Abyad ile Resul Ayn arasında M4 Karayolu’na kadar giden bir bölgeden çekilmeyi kabul etmek, aynı zamanda ülkesellik iddiasından geri adım anlamına gelir.
SDG’nin Şam’la anlaşması mı, Perşembe akşamı ABD ve Türkiye arasında imzalanan anlaşmayı kabul etmesi mi ülkesellik iddiasından geri adım atması anlamına geliyor?
Doğrusu ikisi de bu anlama geliyor.
Sizce ABD-Türkiye tarafından ilan edilen ve SDG’nin de kabul ettiği anlaşma, Türkiye’ye yönelik uluslararası tepkileri dindirecek mi?
Kısmen dinebilir. Ateşkes, barışa doğru giden önemli bir merhaledir ama beş günlük bir süre söz konusu. Peki beş gün sonra ne var? Erdoğan-Putin görüşmesi var. Bu görüşmeden nasıl bir karar çıkacak? Putin aynı zamanda Suriye’nin pozisyonunu da Erdoğan’la müzakere edecektir. Esad, Rusya üzerinden o görüşmede, Türkiye’yle bir anlaşma çerçevesini kurmaya çalışacaktır. Dolayısıyla ateşkesin biteceği gün yapılacak bu görüşme çok çok önemli. Bir başka husus da, bu bölgede hava sahasının kimin denetiminde olacağıdır. ABD, Türkiye’ye hava sahasını açacak mı? Biliyorsunuz, Suriye hava sahası ABD ve Rusya arasında ikiye bölünmüş durumda. Bu iki ülke arasında, Fırat Nehri’nin doğusu ve batısında bir nüfuz paylaşımı vardı. Şimdi ABD bu konuda ne yapacak? SDG ve Şam, Tel Abyad ve Resul Ayn dışındaki bölgede, yani Kobani, Kamışlo, Menbiç, Derik, Haseke’de, Deyrizor hattında ortak bir askeri işbirliği mekanizması kuruyor. Bu mekanizma nasıl sürdürülecek? Ateşkes süresinin bitişinden sonra, bunun devamlılığı nasıl sağlanacak? Bunların tümü netleşmesi gereken sorular.
'TÜRKİYE ESAD’LA DEĞİL ONUN MÜTTEFİKLERİYLE SAVAŞI GÖZE ALAMIYOR'
Ateşkes açıklaması öncesinde Kürtler zaten Şam’la askeri bir anlaşma yapmış ve Suriye ordusu ülkenin kuzeyine, özellikle de sınır bölgelerine konuşlanmak üzere harekete geçmişti. Dolayısıyla Türkiye’nin SDG dışında Suriye ordusuyla karşı karşıya gelmesi de söz konusuydu. Türkiye’nin bu harekatı Suriye’ye yönelik bir savaşa dönüştüremeyeceği, dolayısıyla Suriye ordusuyla karşılaşmamak için bu hamleyi bitirmek zorunda kalacağı tespiti yapanlar da vardı…
Türkiye, Esad’la savaşı göze alır. Türkiye’nin göze alamadığı şey, Esad’ın müttefikleriyle savaşmak. Dolayısıyla sahada Esad güçleri, askeri anlamda büyük bir caydırıcılık arzetmiyor. Yani Suriye ordusununki askeri değil, politik bir caydırıcılıktır. Öte yandan Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamayı da bu çerçevede okumak gerekiyor. Erdoğan, Suriye ordusunun kuzeye konuşlanmasına tepki göstermeyip "sonuçta kendi topraklarıdır" dedi. Tabii "rejimle bir sorunumuz yok" anlamına gelen bu açıklama da son derece sorunlu. Zira yaklaşık on yıldır rejime karşı bir vekalet savaşı yürütüyorsunuz. Ayrıca YPG’nin tüm o bölgeden tamamen çıkarılması nasıl mümkün olacak? YPG’nin, Kürtlerin yoğun yaşadığı sınır hattındaki bölgelerden, yani ana ağırlık merkezinden çekilmesi bence olası değil. YPG zaten bunu kabul etmeyecektir. Şam’la anlaşmaları da buna dayanıyor.
Ama SDG Genel Komutanı Mazlum Ebdî, Perşembe akşamı yaptığı açıklamada ateşkes kararını kabul ettiklerini açıkladı…
Evet ama nerede kabul ediyor? Resul Ayn, yani Serêkani ve Tel Abyad, yani Grê Spî arasındaki bölgede ateşkesi kabul ediyor SDG. Kaldı ki buralar Kürtlerden ziyade Arapların yoğun olarak yaşadıkları bölgeler. Kürt nüfusun yoğunlukta olduğu yer Serêkani’nin doğusu ve Kobani bölgesi. SDG buralarda bir ateşkesi kabul etmiş değil.
O halde ateşkes ilanıyla birlikte durum daha da karmaşık bir hal almış durumda, değil mi?
Kesinlikle işler çok daha karmaşık.
Türkiye’nin bu süreçteki kazanımı ne oldu?
Türkiye, bölgenin tam ortasına girerek, M4 Karayolu’na kadar inerek, burada bir set oluşturarak, varoluşsal bir tehdit olarak gördüğü SDG’nin ülkesellik iddiasını geriletti. Ama bundan sonra ne olacağı tamamen bir muamma. Bu muammanın biraz netleşmesi için beş günlük ateşkesin sonucunu, Erdoğan-Putin görüşmesini ve ABD ile Rusya’nın Suriye konusunda yapacağı anlaşmayı beklemek gerekiyor.
Türkiye’nin 9 Ekim’den itibaren girdiği bölgelerden kısa vadede çıkması söz konusu mu?
Açıkçası bunun emarelerini göremiyorum. Erdoğan dünkü açıklamasında, YPG’nin sınırın 30 kilometre güneyine inmesi şartını tekrar ortaya koydu. Bu şartlar oluşmadığı sürece Türkiye’nin geri çekileceğini sanmıyorum. Hem askeri-politik açıdan, hem aktörler arası hem de uluslararası dengeler açısından bu çok zor görünüyor.
O halde dünkü ateşkes açıklamasının geleceğe ilişkin bir hükmü yok mu?
Hükmü var tabii. Bir kere Türkiye, ateşkes mutabakatıyla birlikte askeri müdahalesini gerek ABD ve SDG gerekse uluslararası kamuoyu nezdinde meşrulaştırıyor. SDG’nin de bu ateşkesi kabul ettiğini açıklaması bu açıdan çok önemli. Sonuçta Türkiye tek taraflı bir harekâta girişmiş, bütün dünyanın tepkisini almış, sahadaki aktörler ona karşı konuşlanmış, Suriye ordusu ve SDG kendisiyle çatışma haline girmiş, ABD ve Avrupa’nın silah ambargosu ortaya çıkmış olduğu halde bir ateşkes anlaşması yapıyor. Bu anlaşmanın tabii ki hükmü var.
Yani Türkiye’nin bu aşamada kazanım elde ettiği söylenebilir mi?
SDG’nin ülkesellik iddiasını darbeleyerek ciddi bir mevzi kazandı Türkiye ama harekâtın bir başka hedefi, YPG unsurlarını ortadan kaldırmaktı. Ayrıca Erdoğan, Birleşmiş Milletler toplantısında haritadan göstererek Kobani’den Irak sınırına kadarki tüm bölgenin kontrol altına alınmasından bahsediyordu. Ama söz konusu harekâtın bu hedefi değil, çok sınırlı bir bölümü gerçekleştirilebilmiş durumda. Türkiye mevzi kazandı ama zafer elde etmedi.
'KÜRTLER, KÜRT SORUNUNUN ULUSLARARASILAŞMASI ANLAMINDA MÜTHİŞ BAŞARI KAZANDI'
Bugün (18 Ekim Cuma) Trump’ın nasıl bir tweet atacağını da, bölgesel dengelerin anlık olarak nasıl değişeceğini de öngörmek imkânsız ama bu sürecin Kürt sorununu uluslararasılaştırdığı herkesin kabulü. Bu hakikat, orta ve uzun vadede Kürtlerin geleceğine ilişkin nasıl bir öngörü imkânı sağlıyor?
Kürtler şu anda ülkesellik anlamında bir mevzi kaybettiler ama Kürt sorununun uluslararasılaşması ve siyasallaşması anlamında müthiş bir başarı kazandılar. Tüm dünya Kürt sorununu konuşuyor, Kürtlerden ve onların siyasal mücadelelerinden haberdar oldu. Dünyanın her yerinde Kürt ulusal mücadelesi sıradan insanların gündemine girdi. Dolayısıyla orta ve uzun vadede de Kürtlerin daha kazançlı olduğunu düşünüyorum.
AKP’nin içeride Kürt siyasetine yönelik tazyiki tekrar hız kazandı. Bugün Yüksekova, Hakkâri, Nusaybin belediyelerine kayyım atandı, belediye eş başkanları tutuklandı. Bu uygulamalar, önümüzdeki günlerde HDP’ye yönelik politikaya dair ne tür işaretler veriyor?
Bu uygulamalar, devlet nizamına güvenlikçi bakışın hâkim olmasıyla, Kürt sorununun tekrar bir güvenlik sorunu olarak görülmesiyle ilgili. Yirmi sene öncesine dönmek ve onun üzerinden tekrar bir diskur kurmak tarihin bir ironisi gibi. 1990’lı yıllar boyunca bir güvenlikçi konsept uygulamaya geçirildi. Sahadaki siyasal pozisyonlar, askeri tedbirler buna göre şekillendirildi. O bakış ve uygulamalar Kürt sorununu bölgeselleştirmiş, şimdiki süreç ise uluslararasılaştırmış durumda. Uluslararasılaşmış bir soruna güvenlikçi politikalarla yaklaşmak ciddi bir çözümsüzlük getirir. Bir kere Türkiye, bütün politikalarını güvenlikçi bakışa göre harekete geçiren İsrail gibi değil. Çünkü İsrail’in uluslararası alanda bir dokunulmazlığı var. Yaptıklarının bedelini çok minimal düzeyde ödüyor. İsrail’in 1967’den beri işgal altında tuttuğu topraklar, ilhak ettiği Kudüs var. Bunlara karşı BM Güvenlik Konseyi’nin kararları var ama İsrail bu kararlardan azade.
'İSRAİLVARİ BİR GÜVENLİK POLİTİKASI FECİ SONUÇLAR OLUŞTURUR'
Neden?
Çünkü İsrail’in ABD’yle olan özel ilişkisi, ona BM Güvenlik Konseyi’nde bir koruma sağlıyor. Ayrıca İsrail, Avrupa’da Yahudi soykırımı sonrası yaşanan atmosferin etkisiyle, kendisine karşı her hareketi anti-semitizm olarak yaftalayıp bunun üzerinden siyaset yapabiliyor. Böyle bir şey Türkiye açısından söz konusu değil. Türkiye ve İsrail ne tarihsel, ne siyasal, ne toplumsal açıdan birbirine benziyor. Kaldı ki, Türkiye’deki Kürt sorunuyla Filistin sorunu da hem tarihsel, hem de toplumsal ve siyasal koşullar bakımından birbirine benzemiyor. Dolayısıyla İsrailvari bir güvenlik politikası uygulaması Türkiye’yi orta ve uzun vadede son derece riskli, güvensiz hale getirir, feci sonuçlar oluşturur. Güvenlikten bahsederken sadece askeri-polisiye tedbirlerden bahsetmiyoruz. Güvenliğin birçok boyutu var. Yurttaşların refahının olmaması da, ekonomik, ekolojik bir kriz de güvenlik sorunudur. Dolayısıyla Kürt sorununu bir güvenlik sorunu olarak kodlayıp çözümünü de güvenlikçi politikalarda görmek, bence bir çıkmaz yoldur.
Bu arada Filistin dâhil, Arap ülkelerinin hemen hepsi, son harekâtı dolayısıyla Türkiye’ye tepki gösterdi, kınama mesajları yayınlandı. Hükümetten de bu nedenle Arap Birliği’ne yönelik tepkiler dillendirildi. Dolayısıyla Türkiye’nin son harekatla birlikte Arap ülkeleri karşısında da bir yalnızlığa sürüklendiğini düşünüyor musunuz?
Kesinlikle öyle. Türkiye, 2011 Arap isyanları sonrasında Müslüman Kardeşler’le ittifakı seçti. Bunun üzerinden Arap devletlerinin siyasal dönüşümünü sağlamaya ve ağabeylik, model ülke rolünü oynamaya çalıştı. Ama bu proje iflas etti, Müslüman Kardeşler hareketi de büyük ölçüde tasfiye edildi. Şimdi de Türkiye, Arap dünyasında Müslüman Kardeşler hareketinden geriye kalan unsurlarla siyaset yapmaya çalışıyor. Bu, Türkiye’nin Arap devletleri nezdindeki izolasyonunu daha da hızlandırıyor. Türkiye şu anda Libya’daki Trablus hükümetiyle müttefik. Ama bunun karşısındaki hükümet de Rusya ve Batı tarafından destekleniyor. Şu anda Türkiye’nin Arap dünyasındaki yegâne dayanağı Libya’daki Trablus hükümeti ve Katar.
'ERDOĞAN AÇISINDAN HAREKÂTIN ESAS KAZANIMI DIŞ DEĞİL, İÇ SİYASETTE'
Türkiye’nin son harekâtıyla birlikte Arap devletlerinden gelen tepkilerin, Türkiye’nin geleceğine ilişkin de bentler yarattığı söylenebilir mi?
Elbette öyle. Çünkü Türkiye uzun vadeli bir stratejisi olmadan, çok kısa vadeli hamleler yapıyor. Oysa halklar arasında barış, refahın paylaşılması, eşitlik ve özgürlük idealinin yeniden yeşertilmesi üzerine bir strateji kurulmadan bizim açımızdan bir çıkmaz yok. Güvenlikçi politikalarla orta ve uzun vadede bölgede bir barışın tesis edilmesi asla ama asla mümkün değil.
Ama son hamleyle birlikte AKP’nin kısa vadede de olsa iktidarını yeniden tesis etmesi artık mümkün, değil mi?
Zaten Erdoğan açısından bu harekâtın esas kazanımı dış değil, iç siyasettedir. HDP haricindeki bütün muarızlarını arkasına dizmeyi başardı, partisi içindeki bölünmeyi erteledi, Davutoğlu ve Babacan’dan gelebilecek riski minimize etti veya en azından orta vadeye yaydı. Ayrıca inşa etmiş olduğu milliyetçi cepheyi pekiştirdi. Geçen hafta Türki cumhuriyetlerde yapılan toplantı bu açıdan önemliydi. Geçmişin milliyetçiliği ayağı altına alan başbakanı, bu sefer Türklüğü ön plana çıkartan Başkan profiliyle önümüze çıktı.