Uzun zamandır seçim sürecindeyiz. Artık son düzlüğe girilmiş olan seçim yarışında dozu giderek yükselen vaatler, 2023 sonrasının yönetim anlayışını da belirginleştiriyor. Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan “nafaka meselesini seçim sonrasına bırakıyoruz” çıkışıyla toplumun erkek yarısının cüzdanını gözeten bir vaatte bulundu. Toplumun kadın yarısına ve çocuklara ise seçimden sonra nafakasını kesme vaadinde bulunmuş oldu böylece.
Sivil haklar veya medeni haklar tanımı içinde yer alan nafaka hakkı, evlilik birliği içinde eşlerin dayanışma yükümlülüğü ile bağlantılı olarak düzenlenmiş durumda. Evlilik süresince eşler arası dayanışma gereğince aile birliğinin ekonomik refahına ev içi ücretsiz emeği ile katkı sunan kadınların boşanma sonrası çaresiz kalmasını önleyen bir dayanışma yükümlülüğünün adı nafaka. Ve hukuki tabirle söylersek müşterek çocukların bakımı için velayet sahibi olmayan ebeveynin velayet sahibi ebeveyn aracılığıyla, çocuk bakımına ilişkin ekonomik sorumluluklarını yerine getirmesi için yapılan düzenleme de iştirak nafakası. Medeni Yasa ile düzenlenmiş olan sivil haklar çerçevesindeki tedbir, yoksulluk ve iştirak nafakaları ekonomik olarak bağımsız yaşama gücünden yoksun kadınların, istemedikleri bir evliliği sürdürmek zorunda kalmasını önleyip, insanca yaşaması için eşler arası dayanışma yükümlülüğünü, eşlerden birinin diğerine destek olma yükümlülüğü haline getiren sivil haklardan. Bir başka söyleyişle Medeni Yasada kadın erkek iki taraf için de teorik olarak eşitlik ilkesiyle düzenlenmiş olan boşanma hakkının pratikte yoksun, yoksul olan eş ki genellikle kadın için de kullanılabilir hale getirilmesi amacına yönelik bir düzenleme. Güçlü olan karşısında zayıf olanın haklarını koruyan bir hukuk düzenlemesinden söz ediyoruz. Toplumsal algı ve yargılarla, eşitsiz cinsiyet rejimiyle sırf kadın cinsiyetiyle doğduğu için güçsüz bırakılanların hukuk aracılığıyla desteklenmesi, hukukun ve hukuk devleti niteliğinin olmazsa olmazı. Ancak Cumhurbaşkanı hukuk ilkesini tersine çevirip toplumsal yargılarla pohpohlanan erkeklik algısının yarattığı erkek egemenliğine dayalı cinsiyet rejimini seçimden sonra yeniden kuracağını vaat ediyor.
Hep söylediğimiz gibi nafaka hakkında yapılacak bir değişiklik, Medeni Yasa kapsamında yer alan bütün eşitlikçi hükümlerin ortadan kaldırılmasına yol açma riski taşıyor. Seçim sonrasında evrensel kadın haklarına uyumlu Medeni Yasadan çıkılacağı vaadidir bu cümle, kimse nafaka deyip geçmesin. Tek başına nafaka kadın ve çocukların her türlü ekonomik güçten yoksun ve erkeklerin insafına, toplumun ve devletin iane politikasına terk edileceği anlamına gelmesi bakımından önemli elbette. Bunun yanı sıra hukuken boşanmayı talep etme hakkının cinsiyetlere eşit olarak tanınması, kadınların velayet hakkı, edinilmiş malların ortak bölüşümü, kadınlar için koca iznine bağlı olmayan çalışma hakkı, aile konutu gibi medeni haklar tehdit altında. Bu nedenlerle yıllardır 'nafakama dokunma' diyoruz 'Medeni Yasaya dokunma' diyoruz. Şimdi kimileri Medeni Yasada günümüz hak bilinci doğrultusunda örneğin soyadı sistemi gibi değişikliklere ihtiyaç olduğu halde 'Medeni Yasaya dokunma' dememizi eleştirecektir. Ancak kadın erkek eşitliğini kökten ret eden bir anlayışı açığa çıkardığı için Cumhurbaşkanının seçim vaadi üzerine ciddiyetle düşünülüp şu an için daha iyisinin istenmesini politik zaaf olarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.
Eril şiddetin devlet hali kadın düşmanlığının (Mizojini) günümüzde temel yönetim politikasına dönüşmesini anlatır. İlk ve orta çağlara kıyasla kadın düşmanlığı biraz biçim değiştirmiş haliyle şimdilerde kadın hakları düşmanlığı gibi görünse de özü itibariyle haklarından soyutlanmış kadınların geçmişteki gibi salt cinsel nesneye ve ev kölesine dönüşeceği kuşkusuz. Ekonomik hakların yok sayılacağını işaret eden nafakanın kesileceği tehdidi bu işaretlerden birisi. Kadınların yaşam hakkını, eşitlik hakkını içeren İstanbul Sözleşmesi’nden hukuksuz çekilme kararı seçimden sonra yapılacakların bir diğer habercisi.
Eril şiddetin devlet haline yani kadın düşmanlığı politikasına ilişkin son örneklerden birisi de İçişleri Bakanlığı Genelgesi oldu. Üniversitelerde Güvenlik ve Barınma Tedbirleri başlığıyla Valiliklere gönderilen genelge, kadın hakları savunuculuğuna yönelik saldırı niteliğinde. “Genelge kapsamında terör örgütleri ile iltisaklı olduğu değerlendirilen öğrenci kulüpleri ve kadın platformları gibi illegal yapılanmaların üniversite içindeki yasa dışı faaliyetleri takip edilecek ve propaganda çalışmalarına dönebilecek faaliyetlerine izin verilmeyecek.” Genelge kadın düşmanlığının devlet politikası olduğunu ve İçişleri Bakanlığı aracılığıyla eril şiddetin devlet halinin nasıl uygulandığını gösteriyor. Kadın hakları savunuculuğu illegal/yasadışı kabul edildiğinde kadın hakları devlet tarafından yok ediliyor sayılmalı. Kadınların insan haklarından soyutlanmasında önemli bir aşama daha devlet şiddeti olarak karşımıza çıktı bu genelgeyle. Daha önce bakanın söylemi düzeyinde kalıyordu artık resmi politika haline geldi.
Daha alt düzeyde de Eskişehir Odunpazarı İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü talimatıyla okullarda köhne kıyafet yönetmeliği tekrar hatırlatıldı. 1940’lara ait Devlet Memurları Kıyafet Yönetmeliği dayanak alınarak 1965’te güncellenmişti. 1982’de ise bu güncellenmiş hali dayanak alınarak yeniden yazıldı. Sonrasında 2001 ve 2013 tarihlerinden bakanlar kurulu kararıyla ve bu arada bazı Danıştay kararları ile kimi hükümleri ilga edilmiş ve/veya değiştirilmiş köhne yönetmelik tekrar kıymete binmiş görünüyor. Kadınların etek boyuna, yırtmacına, yaka ve kol ve hatta ayakkabı açıklığına; erkeklerin kravat zorunluğuna, saç, sakal tıraşına bıyık biçimine karışan yönetim politikası kuşkusuz toplum mühendisliğinin ayrılmaz parçası. Erkeklerin kıyafetine de karışılıyor olması, eril şiddetin devlet hali olarak tanımlamaya engel değil zira eril şiddet veya genel olarak ataerki makbul erkeklik algısını oluşturmayı da gerekli görür, bilindiği üzere. Kadınlığı ikincilleştirmenin başarıya ulaşması erkekliği tek tipleştirmeye bağlı. Bu arada yönetmelikte tarif edilen badem bıyık modasının gerçekte 1930-40’larda kaldığını ama 80’lerden itibaren tekrar dolaşıma girip Gülen cemaati bağlılarının alamet-i farikası haline geldiğini yarı şaka hatırlatıp geçeyim.
Eril şiddetin devlet halini yargı kararlarında da görebiliyoruz. Danıştay’ın Anayasaya ve insan hakları hukukuna aykırı idari işlem olan Cumhurbaşkanı kararı ile İstanbul Sözleşmesi’nden çıkışımızı yerinde bulması, eril şiddetin devlet hali dediğim olgunun yargıdaki yansımasını gösteren örneklerden sadece birisi. Birbirinden bağımsızmış gibi görülen, münferit vakalar sayılma alışkanlığı yaygın olan kadına yönelik erkek şiddeti de devletin kadına yönelik eril şiddet uygulamalarından güç alarak yaygınlaşıyor. Yani münferit vakalar değil. Ve yargı, yüksek yargı kararlarında görülen erkek/fail yanlısı hükümler ve onamaların gittikçe sıklaşması devlet politikasındaki kadın düşmanlığının yargı üzerindeki yansıması. “Küçüğün rızası varsa” gibi akıl dışı bir iddiayı dile getirebilmiş bir politikacının yeniden Adalet Bakanı olduğu dönemde Mahkeme, İstinaf ve Yargıtay kararlarının kız çocuğunu değil saldırgan erkekleri güvenilir bulması şaşırtıcı değil. 18 yaşından küçük kız çocuklarına musallat olmuş yetişkin erkeklere cezasızlık anlamına gelen düşük cezaları yüksek yargının onaması, savcıların kız çocuğunun ifadesini çelişkili bulması, yetişkin erkek tarafından manipüle edilerek iradesinin sakatlanmış olabileceği gerçeğini yok sayması pek çok vaka örneği var. Sadece son haftalarda pek çok benzer olay yaşanması bunların münferit olmadığını gösteriyor. Benzerliklere bakınca sistematik olarak kadınları ikincilleştirme politikasını görebiliriz. Musa Orhan gibi bir üniformalının yanı sıra Baran Kızıl gibi üniformalı olmadığı halde kendisini istihbarat görevlisi ve devlet kurumlarında etkili bir kişi olarak tanıtıp şiddet başvurusunu önlemek için türlü tehdit etmesini, devletin kadın düşmanlığı politikasından bağımsız değerlendirmek mümkün değil.
Kız çocuklarına ve kadınlara yönelik her türlü erkek şiddetini teşvik eden, göz yuman, düşük cezalarla veya tümden cezasızlıkla ödüllendiren uygulamaların şiddetle mücadelede zaaf gösterilmesi olarak değerlendirilmesi yaygın bir alışkanlık. Ancak tıpkı kadın cinayetlerinin sistematik oluşu gibi, kız çocuklarına yönelik şiddetin sistematik oluşu gibi zaaf olarak görülen şiddetle mücadele yetersizliği, isteksizliği de sistematik bir uygulama. Ve adı eril şiddetin devlet hali… Kadın düşmanı devlet politikasının gelecekte ne kadar keskinleşebileceğini bugünden görmek ve gelecekte iktidar değişikliği olmadığı takdirde bizi neyin beklediğini bilmek gerek: Politik bir araç olan eril şiddetin teşvik edilmesi sayesinde kurulacak kadınların insan haklarından soyutlandığı bir toplum düzeni.