Gücün, dünya görüşü ne olursa olsun erkek üstünde yaptığı bu tahribat çok düşündürücü. Hayatta her şey politik, evet. Düşünceyle davranış arasındaki bu uçurum da çok politik. Bu yüzden faili kim olursa olsun eril şiddete karşı çıkmak gerekiyor. Bu meseleleri çözmeden dünyanın daha iyi bir yer haline gelmesi mümkün değil.Daha insanca bir yaşam için, metaforik babalarımızı kayırmaktan ve onlara sığınmaktan vazgeçmemiz şart. Kadın veya erkek olmaktan değil, bu ayrıcalıklı erkeklik biçimini savunmaktan vazgeçmemiz gerekiyor.
Ünlü yönetmen Bertolucci’yi yitirdiğimiz hafta, muhteşem
filmlerinin adından daha sık telaffuz ettiğimiz bir şey var: Bir
kalıp tereyağ. Böyle olacağını tahmin etseydi “Paris’te Son
Tango”daki o sahnenin çekiminde Marlon Brando’yla beraber Maria
Schneider’a uyguladıkları taciz için yine de “suçlu hissediyorum
ama pişman değilim” der miydi acaba? Derdi belki de, sonuçta sanat
karşısında ne önemi var hayatın…
32 yaşında, yeteneğini her biçimde ispatlamış büyük yönetmen ve
48’inde, yıldızı parıl parıl parlayan dev aktör. Kendi aralarında
konuşup filme genç kadın oyuncunun haberi olmadan bir sahne
eklemeye karar veriyorlar. Fikrin Brando’dan çıktığı söyleniyor.
Maria Schneider’ın ölene kadar pek de kaale alınmadan anlatmaya
çalıştığı bu meseleyi dünya 2013’te Bertolucci’nin ağzından
öğrendi.
Önceki yazımda giriş yapmıştım
konuya. Burada bu iki olayı daha ayrıntılı değerlendirmeye
çalışacağım. Önce bir yanlışlığı düzeltmek gerek. Yaygın biçimde o
sahnede oyuncuya gerçekten tecavüz edilmiş gibi konuşuluyor. Öyle
değil tabii. Filmde penetrasyonun gerçekleştiği bir cinsel saldırı
söz konusu değil. ‘Mış gibi’ yapılıyor. Ama söz konusu olan da,
kısmi doğaçlamalı bir anal tecavüz sahnesi.
Gerçeği bilerek ya da bilmeyerek çarpıtmanın olayın özünü
dağıtmaktan başka manası yok. Ayrıca tacizi, zorbalığı tecavüz gibi
lanse etmek adil değil. Taciz ve zorbalığın azımsanacak şeyler
olduğu anlamına da gelmiyor yalnız bu. Bir şeyleri yerli yerine
oturtacaksak tam oturtalım. O nedenle bir duygudaşlık denemesine
girişeceğim.
19 yaşında, deneyimsiz bir kadın oyuncusunuz. Hayatınızın rolü
erkenden karşınıza çıkmış. 20. yüzyılın en büyük aktörü denen
adamla ve müthiş bir yönetmenle çalışacaksınız. Sevinçle korkuyu
bir arada yaşıyorsunuz, altından kalkamazsanız hayatınızın en büyük
fırsatını harcamış olacaksınız. Herhangi bir şeye itiraz etmeye ne
mesleki deneyiminiz yeter ne de bu iki dev karşısında aklınıza o
kadar güveniyorsunuz. Filmin en az yarısında çıplaksınız,
mütemadiyen çeşitli ortamlarda sevişiliyor. İçeriğine hakim
olduğunuz çok cesur sahnelere kendinizi bir şekilde hazırladınız.
Kısmen ya da hiç bilmediğiniz, tereyağlı bir tecavüz sahnesine sizi
19 yılcık hayatınızda ne hazırlamış olabilir? O sahne her satırını
ezbere bilse bile o yaşta kadın ya da erkek her oyuncunun tüylerini
diken diken ederdi herhalde.
Maria Schneider
“Sadece tereyağını bilmiyormuş” kısmından emin değiliz üstelik,
sahnenin çoğu doğaçlama olabilir. Bertolucci 2013’teki
röportajından sonra Anna Kendrick, Chris Evans gibi ünlülerden
gelen “iğrençsiniz” yollu tepkiler üzerine lafı biraz kıvırmış, en
son elde tereyağ kalmıştı. Velev ki doğru. Gerçek sinemaseverler
harici birçok insan o filmi sırf o sahne için izlemiştir sanırım.
Sanat filmi arası porno niyetine, maalesef. Tereyağı o kadar detay
değil yani. Karşınızdaki Bertolucci kadar büyük bir yönetmen de
olsa bir sahnede poponuza tereyağ tıkıştırılacağını da elbette
önceden bilmeniz gerekir.
Yönetmenin gerekçesi de ne: “Aşağılanmayı oynamasını istemedim,
kendini gerçekten aşağılanmış hissetsin istedim.” Hayat kaydırıcı
başarı ödülü, bravo. Maria Schneider çekim sırasında kendini
gerçekten de biraz tecavüze uğramış gibi hissettiğini, uyum
sağlamak zorunda kaldığını söylüyor. Tecavüz gerçek olsa elbette
çok daha dehşet verici olurdu. Ama olan da az buz değil. Kendisinin
dediği gibi, “gözyaşları gerçek”.
Suzanne Moore filme ilişkin yazısında, “Paris’te Son
Tango bir erkeğin travmasına ilişkin bir filmdi, ama
filmde travmatize edilen Schneider oldu,” diyor. Oyuncu çekimlerden
sonra manevi bir çöküş yaşamış, intihara kalkışmış, uyuşturucu
bağımlısı olmuş. Filmin kendisini tanımlama biçimini
kabullenememiş.
Schneider, 58 yaşında kanserden hayatını kaybetti. Olaylarla
başa çık(ama)ma biçimi, oldukça kırılgan bir karakter olduğunu
gösteriyor. Herkes devamını öyle yaşamayabilirdi. Ya da Schneider
bu filmden sonra 58’ini göremeyebilir, set çıkışı bir trafik kazası
geçirip ölebilirdi, böylece nasıl etkilendiğini hiç öğrenemezdik.
Konu bu değil. Bu gibi olayları değerlendirirken kadın ya da erkek,
‘en kırılgan’ı da baz alarak eylemin kendisine yoğunlaşmamız
gerekiyor. Tahripkarlık potansiyeli yüksek bir olay mı? Evet.
Brando ve Bertolucci hayatlarının sonuna dek saygınlıklarını
korudular mı? Evet. Bertolucci röportajlarında ‘Bana kalırsa
tamamen özgür olmak gerekiyor,’ diyordu. Suçlu hissediyordu ama
pişman değildi.
Bernardo Bertolucci
Burada meşhur özgürleşme bahsine girelim. 70’lerin cinsel
devrimini yansıtan filmin herkes için cinsel özgürlüğü simgelediği
düşüncesi ne kadar doğru acaba? Sahne travmatik ama filmin
bütününün de gencecik bir kadını ele alma biçimi travmatik.
“Paris’te Son Tango”, orta yaşlı bir adamın karısının
intiharından sonra yaşadığı büyük travmayı genç, güzel bir Fransız
kadınla yaşadığı dolu dizgin cinsel macerayla atlatmaya çalışmasını
anlatır. Böyle deyince de bilmeyenler için “Fi/Çi” dizisi gibi bir
şey oluyor. Elbette bundan ibaret değil. Baş döndürücü bir görsel
atmosfer, politik ve felsefi göndermeler, Gato Barbieri
müzikleriyle hayatı, ilişkileri, orta sınıf ahlakını sorgulayan,
görünürde son derece özgürleştirici bir filmdir. Yaralı Alfa’nın,
travmatik erkeğin başrolde olduğu çok cazip, çok tekinsiz bir
hikâye.
Kadın karakter için özgürlük, güçlü bir rüzgarın sürüklediği
tüyün özgürlüğü oluyor. Kapılıp gitmenin önlenemez cazibesi.
Kapılınan aslında kuralları koyan bir adamın gücü. Tutku ve aşk
buna boyun eğmek için müthiş romantik bir gerekçe sunuyor. İyi bir
adamla cennete gider ve bundan muhtemelen sıkılır, ‘kötü’ adamlaysa
cehennemin dibine gitmeye gönüllü olursun. Çok eski hikâyedir bu,
çokça da buna ‘düşeriz’. Erkeklere koca dünya, kadınlara duygular
alemi bırakılmıştır ne de olsa.
Hatırladığım kadarıyla filmdeki çoğu cinsel edim erkek karakter
koreografisinde gerçekleşir. Tereyağ sahnesi kadar sözü edilmeyen,
homofobi karşıtı olduğu söylenen ünlü ‘parmak’ sahnesinde de icracı
kadın ama bunu yapmasını isteyen yine erkektir. Bu türden
tartışmalar hep bir ahlakçılıkla itham edilme riski taşıyor. Bence
kolaylıkla tacize yol açabilecek güç dengesizliklerini eleştirmek
ahlakçılık değil. Yetişkin bir kadın kendi rızasıyla cinsellikte
domine edilmekten hoşlanabilir. 48’inde bir erkeğin kendinden
neredeyse 30 yaş küçük bir kadınla yaşadıkları böyle hikâye
edildiğinde olan, pek de özgürleşme olmuyor.
Burada Moore’un söyledikleri yine önemli: “Cinsel devrimin
esası, artık bildiğimiz üzere, çoğunlukla kadınları sersemlemiş,
neler olup bittiğini veya suçun kimde olduğunu anlayamaz halde
bırakan iktidarın kötüye kullanımıydı. Kafa karışıklığı ve
aşağılanma, cinsel özgürleşme için ödenmesi gereken bedellerdi.
Alfred Hitchcock’tan Stanley Kubrick’e büyük yönetmenlerin genç
kadınlara yönelik istismarlarının belgelendiği bağlamda,
Schneider’ı harap eden zor durumun neden öylece göz ardı edildiğini
anlıyoruz.”
Sette yönetmen en itibarlı kişidir, TV dizilerinde (bile).
Hocadır, mentordur, padişahtır. Role hazırlamak için oyuncunun
psikolojisini bir miktar eğip bükebilir. Bunlar evrensel düzeyde
kabul gören şeyler. Ünlü erkek yönetmenlerden bazılarının bu
kabullerin de katkısıyla setlerde uyguladığı her türlü güç
suistimalini topyekün protesto etmek gerek, evet. Hepsinin altında
aynı eril tahakküm algısı yatıyor. Zaten bu sebepten metaforik
babalarımıza kıyabilmemiz gerekiyor. Bunlar Maria Schneider’ın
başına gelenin çok travmatik olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Ortaya çıkan film ne denli büyük olursa olsun, 19 yaşındaki
Schneider için o sahnede yaratılan ortam, bir cehennemdi.
Bertolucci çok büyük yönetmen, Marlon Brando perdeye düşmüş en
büyüleyici aktörlerden biri. Filmlerini hâlâ izleyebilir, mesleki
yetkinliklerini övebiliriz. Ancak dünyadaki tüm hayranlığın
kapatamayacağı bir şey var: Bu iki adam, bir suç işledi. Maria
Schneider’ı hayat boyu kovalayan travmayı, hayranlığımızın ölçüsü
ne olursa olsun, biz de bu adamların hayatından da,
filmografisinden de, onlara bakışımızdan da silemeyiz.
PABLO NERUDA
Bertolucci ve Brando, ‘hayran olduğumuz tacizciler’ listesinde
asla yalnız olmayacaklar. Yakın zamanda tekrar gündeme gelen bir
olay nedeniyle büyük ozan Pablo Neruda’nın bile orada olduğunu
düşünürsek, o cehennem epey ‘renkli’ bir yer.
Şili hükümetinin bir havalimanına Nobel ödüllü ünlü şairin
ismini vermek istemesi, "#NiUnaMenos -Bir kadın (kişi) daha
eksilmeyeceğiz” hareketinin tepkisini çekti. Tepkilerin gerekçesi,
şairin hatıratında, 1929’da diplomat olarak gittiği Sri Lanka’da
bir hizmetçiye tecavüz ettiğini anlatmış olmasıydı.
BBC Türkçe haberinde “Neruda, kadın kendisini reddedince
‘Bileklerinden sıkıca kavrayıp yatak odama götürdüm. Bir insanla
bir heykelin birlikteliği gibiydi” türünden ifadelere yer
veriliyor.
Neruda’nın bu olay nedeniyle tecavüzcü sayılması bizde özellikle
sol çevrelerce tepki gördü. Kararı destekleyenler sol değerlere
zarar vermekle eleştirildi. Birçok konuda aynı görüşte olmasak da
birbirimizin fikirlerine hep saygı gösterdiğimiz yazar, çevirmen
Barış Yıldırım girmiş bir noktada sosyal medya paylaşımlarıyla
devreye. Kitabın Alan Yayıncılık'tan çıkan baskısında yer alan
satırları paylaşmış. Oradan aktaracağım.
“Her şeyi göze alarak bir sabah onu bileğinden yakaladım ve
yüzüne baktım. Onunla hangi dilde konuşacağımı bilmiyordum. Hiç
karşı koymadan ve de gülümsemeden, peşimden geldi. Biraz sonra
çırılçıplak yanımda yatıyordu. İnce belli, dolgun kalçaları ve iri
göğüsleri ile binlerce yıllık Asya heykellerinden farkı yoktu. Bu
bir erkeğin bir heykelle karşılaşmasıydı. Hareketsiz ve gözleri
açık yatıyordu. Beni hiçe sayıyordu ve bunda haklıydı. Bu
karşılaşma tekrarlanmadı.”
Pablo Neruda
Yıldırım bu paragrafta, ilgili haberlerin çarpıttığı şekilde
‘bileklerinden sıkıca kavrayıp yatak odama götürdüm’ ifadesinin yer
almadığının altını çiziyor ki haksız sayılmaz. Öte yandan,
yukarıdaki haliyle de değerlendirsek, ortada bir kaba güç kullanımı
olmasa da olay gayet tecavüze benziyor. Kendisini istemediğini
belli eden bir kadını bileklerinden yakalayıp onunla birlikte olan
bir adam. Dilini bilmediği, statüce çok yüksek bir erkek karşısında
belki donup kaldığından ya da reddederse başına gelebileceklerden
korktuğundan, protestosu, ‘heykel gibi durmak’ ve ‘hiç
gülümsememek’ olmuş. Koca bir ‘hayır’ olarak yorumlanması gereken
bir durum.
Bakma eylemi, genellikle bakana, bakışın nesnesinden daha fazla
güç atfeder. Derrida’nın dediği gibi, tüm ikili karşıtlıklar,
iktidar, üstünlük ve değerlere ilişkin konseptlerle tanımlanır.
Sevişmek gibi ilkece işteş bir eylemde siz hareket ederken
karşınızdakinin kıpırtısızca durması, onu sanat eseri haline
getirmez. Cinsel gücünüzü o an size karşı koyabilecek durumda
olmayan birine karşı kullandığınız anlamına gelme ihtimali çok
yüksek. Heykel, fotoğraf vb. güzellemeleri ozanın zihninde bir
tecavüz olayını egzotik/turistik bir deneyime çeviren bir
meşrulaştırmadan başka bir şey değil bence.
Neruda büyük bir ozan, büyük bir siyasi figür. Gençliğinde bir
kadına bir tür tecavüz etmiş ve bunu da anılarında yazmış.
Gücün, dünya görüşü ne olursa olsun erkek üstünde yaptığı bu
tahribat çok düşündürücü. Hayatta her şey politik, evet. Düşünceyle
davranış arasındaki bu uçurum da çok politik. Bu yüzden faili kim
olursa olsun eril şiddete karşı çıkmak gerekiyor. Bu meseleleri
çözmeden dünyanın daha iyi bir yer haline gelmesi mümkün değil. Bu
hepimizin problemi. Daha insanca bir yaşam için, metaforik
babalarımızı kayırmaktan ve onlara sığınmaktan vazgeçmemiz şart.
Kadın veya erkek olmaktan değil, bu ayrıcalıklı erkeklik biçimini
savunmaktan vazgeçmemiz gerekiyor.
Günlerdir tartıştığımız iki olay da yeterince eski. İki fail de
bir tür suçluluk hissediyor ama gerçekte ne yaptığının hiç farkında
değil. Bizler dedektif veya yargıç değiliz, sadece bugün olan
bitenin adını daha net koyma şansına sahibiz. Artık tacize taciz,
tecavüze tecavüz denebiliyor. Umut verici kazanım.
Metaforik babalarımız ölüyor. Önceki yazımda demiştim: Artık
rahatça ağlayamadığımız bu ölümlerle aslında içimizdeki erkek
egemenliği de yavaş yavaş ölüyor. Belki hakikaten hayatın bir tür
adaleti vardır. Kadınlar yürüdükçe düşmedik maske, görünmedik kel
kalmıyor. Bence sonu herkes için iyi olacak.