Sosyalist siyasetçilerin bu ülkede popüler olmasına pek alışık değiliz.
Gerçi yakın geçmişte Alper Taş’la sınırlı ölçüde bir talimimiz olmuştu. ÖDP ve Sol Parti liderliğiyle dikkat çeken, son yerel seçimlerde CHP’nin Beyoğlu Belediye Başkanı adaylığıyla iyice öne çıkan bu “imam hatipli” sosyalist, hafifmeşrepliğini “demokratik usûl” diye pazarlamaya meraklı medyamız için gösterilmeye, konuşturulmaya değer bir figürdü. Tabii ki o da farkındaydı bunun. Lehine çevirdi, kendisini kullanmak isteyen medyayı bir güzel kullandı. Çünkü zekîdir Alper. Üniversiteyi aynı yıllarda okuduk, oradan biliyorum; dalga dalga öğrenci kortejlerinde, en uzak noktadan bile seçilen o uzun boyu o yılların hatırasıdır.
Şimdi Erkan Baş var. TİP Genel Başkanı ve çok popüler.
Televizyon programlarına davet ediliyor, röportajlar yapılıyor, Youtube kanallarına çağrılıyor, Twitter’da Instagram’da hakkında yığınla paylaşımlar yapılıyor... Çeşitli vesilelerle sosyal medya mecralarında sıklıkla “çok konuşulanlar” arasında yer alıyor.
Yani, gazeteciliğin magazin diliyle, “bir Erkan Baş rüzgârı esiyor” medyamızda.
Erkan Baş, medyamızın icadı değil, medya ünlendirmedi onu -ki böyle bir marifeti vardır medyanın, bilirsiniz, hiç önemli olmayan birini sırf canı öyle istediği için ünlendiriverir.
Erkan Baş, toplumsal gerçeklikte karşılığı olan bir figür, medyaya da oradan ve bu sayede geçti. Medyadan önce siyasal alanda etkinleşti, orada yol aldı, orada ilerledi.
Burjuva siyasetinin belirleyici olduğu bir alanda, en kolay “ahlâksızlığın verdiği beceriklilik” ile ilerlenir, malûm. Bizim gibi rekabete tapınan toplumlarda, her alanda olduğu gibi siyaset alanında da, başkalarıyla rekabete girip de bundan başarıyla çıkan (kim olursa olsun, yaptığı şey ne olursa olsun) büyük ün kazanır. Genellikle partilerde kariyer yapmaya odaklı profesyonelleşmiş politikacılığın işidir bu. Ve Erkan Baş’ın ünü de bununla hiç ilgili değil. Eğer bir rekabete girmişse, bu “çıkar” ve “beka”nın kıymetli olduğu güncel politika alanına “vicdan” ve “adalet” gibi olmayacak şeyler sokmaya çalışmış olan herkesin rekabetidir, bunun da herhangi birine ün kazandırdığı şimdiye dek bu memlekette görülmüş şey değil.
Onun siyasette ünlenmesinin başka sebepleri var.
Öncelikle, bir “muhalif tip” taklidi yapmadı Erkan Baş, muhalif tipi anlamlandırdı; muhalefet etmenin ne demek olduğunu gösterdi. Dikkat çekmesinin, öne çıkmasının, giderek ünlenmesinin temel sebebi bu.
Sonra, parlamentoyu (TİP’li diğer üç arkadaşıyla birlikte) çok iyi kullandı mesela. Parlamento duvarları içinde de kalmadı ama, “saha” denilen yerlerde boy gösterdi (evet, o da uzun); deprem bölgesinde örneğin (yine TİP’li arkadaşlarıyla birlikte) çok faaldi...
Böyle ünlendi ve şimdi ünlülerin ünlendirilmesiyle uğraşılan medya endüstrisi tarafından yakın markaja alındı.
Ama Alper gibi o da medyayla nasıl bir ilişki kurması gerektiğini gayet iyi biliyor. İşi “setin profesyonelleri”ne bırakmıyor; medya tarafından kullanılmıyor, medyayı kullanıyor.
Bu önemli, çünkü “Olmak, algılanmış olmaktır” diyen Berkeley’i “Olmak, medyada algılanmış olmaktır” diye güncelleyen bir gerçeklik içindeyiz; medyada görünmezseniz varlığınızın bir anlamı olmuyor, yok hükmünde oluyorsunuz, sesiniz işitilmiyor. Medyayı tam da bunun bilincinde biri olarak kullanıyor Erkan Baş.
Hem de çok güzel kullanıyor. Çünkü medyayı yalnızca “narsistik bir ayna” olarak kullanan pek çok kişinin aklının ucundan geçmeyen vazgeçilmez bazı ölçütlerle, mesela, “Söyleyeceklerim, herkes tarafından işitilmeyi, algılanmayı hak eden şeyler mi?” gibi bir soruyla veya dahası, “Herkes tarafından işitilmeyi, algılanmayı hak eden şeyleri söyleyebilecek biri miyim?” gibi bir soruyla hareket ediyor, yani sanırım öyle, aksi halde kullanamazdı, kullanılırdı.
“Hakikat sonrası” deyiminin çok popüler olduğu günümüzde medyaya çağrılan, medyada görünen herkesin kendine bu soruları sorması gerekir. Zira bilgiye duyulan güvensizlik nedeniyle hiç kimse doğru bilgiye kendisinin sahip olduğundan şüphe duymuyor, hakikati bildiğine ya da bildiğinin hakikat olduğuna herkes gayet emin. Gelişmiş teknolojisiyle medya endüstrisi bilgiye erişimi son derece kolaylaştırmış olsa da insanlara sahip oldukları dışında başka bir bilginin doğruluğunu kabul ettirmek giderek zorlaşıyor.
Despotların bin yıldan beri bildiği bir şeydi: Hayattaki konumlarından hoşnutsuzluğa uğramamaları için, hakikatin halka aktarılmaması gerekir. Şimdi bu güvenilmez “bilgi ekosistemi”nde medya tam olarak bunun için çalışıyor; hayattaki konumlarından hoşnutsuzluğa uğramamaları için halka kabul ettiği dışında bir hakikati aktarmıyor. (Ve üstelik bu sadece onun “yandaş” dediğimiz parçası için değil, tamamı için böyle; Halk TV izleyenler, mesela, hakikati işitmiş olmaktan ziyade hayattaki muhalif konumlarından hoşnut kalarak kapatırlar televizyonlarını.)
Bu yüzden, medyatik dünya sahte bir dünyadır... Kitleler tarafından kısmi olarak göz önünde bulundurulan ve aydınlar tarafından güç bela gün yüzüne çıkartılabilen hakikat, sahte dünya içindeki macerasına ilkin ayrı bir sahte dünya olarak başlar. Şayet başarabilirse, kitleleri sahte değil de gerçek olduğuna ancak sonradan ikna edebilir.
Erkan Baş da bu handikaptan yakasını sıyırmış değildir. Kişilik olarak belli bir ilgi çektiği aşikâr; sosyalizm nedir, sosyalist nasıl biridir gibi soruların (politikayı “güncel” olanından takip eden) sıradan insan zihnindeki izahı Erkan Baş’ın kişiliğinde kendine bir kaynak bulmuş olabilir. Ayrıca belagat ve hitabette de etkili, onu da görüyoruz, hani biraz zorlasa, koşulunu bulsa ya da, kitleleri sosyalist demokrasiye, sosyalist iktisada ikna edecek gibi. Ama şu berbat dünyanın kurtuluş reçetesinin ayan beyan ortada olduğu durumlarda bile bahsini ettiğimiz o güvenilmez “bilgi ekosistemi” o reçetenin hayata geçirilmesinin önünde ciddi bir engel teşkil edebiliyor. Erkan Baş’ı yakın markaja almış olan medya endüstrimizin bu “bilgi ekosistemi”nin yeniden üretilmesine elinden gelen katkıyı sunmakta olan bir endüstri olduğunu unutmayalım.
Sistemin ihtiyaç duyduğundan çok daha fazla sayıdaki medyatik ağızın sahtelikleri karşısında Erkan Baş’ın güç bela dile getirebildiği hakikatin, sahte değil de gerçek olduğuna kitleleri ikna edip edemediğini en yakın 14 Mayıs gecesi ölçüp değerlendirebileceğiz.