Erkeğin aşkı kadın yazara verilmiş bir paye değil, yazar kadınları 'okuyun'

Kadın yazarlar yazarlıklarını hasır altı edecek şekilde hep “erkeklerin ilham perisi” olarak konuşuluyorlar. Adeta bir “lisedeki popüler kızı kapma çekişmesi”ne dönüyor mesele. Halbuki bu kadınların hiçbirinin “esas" derdinin erkeklerin arzu nesnesi olmak olmadığı açık. O erkekler niye ilham perisi olmuyor mesela bu kadınların, kıllı peri olmaz diye bir kaide mi var?

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

Yazar olmak zordur, kadın yazar ya da yazar kadın olmak daha da zordur. Neredeyse çocukluğundan beri yazdığı halde boş sayfaya baktığında zaman zaman titremeyen, “ben bunu daha önce yapmış mıydım ya” diye düşünmeyen yazar mutlaka vardır. Ama ben bu duyguları yaşayanı, sahneye çıkmadan önce hala heyecanlanan deneyimli oyuncu gibi, biraz daha samimi buluyorum. “Oldum,” demiyor çünkü, her sefer ilk diyor, daima arıyor ya da biraz daha fazlasını yapmaya çalışıyor. Kadınların içinden zaten bu duygu hiç gitmez. Bu hissin bir kısmı, dediğim açıdan faydalı bence. Ama sürekli parmak sallayan, kendini erkeklerin, “mahalle”nin, türlü diğer toplumsal baskının gözünden gören öbür iç ses var ki bir de, onu işte itinayla susturmak gerekiyor.

“Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..” Virginia Woolf, “Kendine Ait Bir Oda”da böyle diyor. Günümüzden 100 yıl önce kadınlara verilmiş bu öğüt hala geçerliliğini koruyor.

“Erkeklerin kadınlara yüzyıllardır tekrarladığı bir soru var. “Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?” İşte 1929’da bir kadın yazar, bu soruya çok güçlü bir yanıt vermiş. Virginia Woolf’un, Jane Austen, Charlotte Bronte gibi eserlerinin adaptasyonlarını bugün bile izleyebildiğimiz güçlü kadın yazarların hayat hikayelerinde bir gezintisini de içeriyor bu yanıt. Bu yazarlar hayatlarının tamamını belki iki ya da üç şehir ve kasaba gibi küçücük bir bölgede geçirdikleri halde insan ruhunun en derinlerine bakabilmişlerdi. “Aşk ve Gurur”, “İkna”, “Emma”, “Jane Eyre” gibi günümüzde hala severek okuyup izlediğimiz eserleri yaratabilmişlerdi. Üstelik de kalabalık bir aileyle yaşadıkları evde kendilerine ait bir odaları bile olmadan!

Sonraki dönemlerde kadın yazarlar, benim çok sevmediğim bir ayrımla “yüksek edebiyat”tan, polisiye gibi nedense erkeklerin, çünkü “sokağın” alanı sayılan popüler türlere dek, yazma becerilerini ve yeteneklerini her alanda kanıtladılar. Yine de niyeyse bugün bile o “kanıtlama” ihtiyacı bitmek bilmedi, kadınlar için işi özenle yokuşa süren erkek dünyanın sayısız çelmesi nedeniyle. Geçmişte o çarklar arasında sesini hiç duyuramamış sayısız çok yetenekli, yaratıcı kadın var.

.

Yine çok yetenekli, yaratıcı bir genç kadın olan Gülten Taranç önderliğinde bir avuç gönüllünün çok az destek ve bolca çelmeye rağmen yürüttüğü, “Uluslararası Kadın Yönetmenler Festivali” için önceki hafta İzmir’deydim. Akademisyen Dilek Takımcı ve yönetmen Vuslat Saraçoğlu ile beraber jürisinde bulunduğum “Uluslararası En İyi Kurmaca Film” ödülünü Şilili kadın yönetmen Cecilia Araneda’nın etkileyici bir psikolojik/politik gerilim olan “Intersection”ına verdik. Göçerlik kültürünü güçlü bir kadın karakter etrafında anlatan, “Turna Misali”yle de İffet Eren Danışman Boz, Jüri Özel Ödülü’nü aldı. Bu felaket atmosferinde birkaç günü kadın yaratılarıyla geçirmek çok iyi geldi. Dünyayı yüzyıllarca büyük erkek anlatıcıların gözünden gördük, kadınlar hem kendi hikayelerini yazıp, oynayıp yönettikçe hem de bildik hikayeleri yeniden “yazdıkça” dünya dönüşecek.

Bu yılki yarışmada “en iyi uzun metrajlı belgesel film” ödülünü alan, Türkiye’deki gizli geylerin hikayeleri aracılığıyla toplumsal cinsiyet, baskı ve riya meselelerine cesur ve içten bir bakış sunan “Bu Ben Değilim” üstüne ayrıca ayrıntılı yazacağım. Yarışmada aynı kategoride yarışan, görebildiklerim arasında ilgiye değer bir belgesel de Berna Gençalp imzalı “Kim Mihri” idi. Türkiye’nin ilk kadın ressamlarından olup resim alanında epey de iddialı ürünler vermiş ama 2000’lerde bir grup kadın peşine düşene kadar kimsenin adını bile duymadığı (çoğumuz gibi benim de ilk kez bu filmle duyduğum) ressam Mihri Rasim Müşfik’in büyük boşluklarla dolu hayat hikayesinin izini sürüyor belgesel. Hayatı boyunca sesini duyurmaya çalışmış “dünyanın yeteneğiyle tanınan ve takdir gören insanları arasında yer almak istiyorum” sözü içe dokunan bir ressam ve eserleriyle nihayet buluşturuyor bizi. Bu yıllara yayılmış, kılı kırk yaran çaba bile çok değerli. Kadınlar kadınların hikayelerinin peşini bırakmıyor, tarihe gömülmesine izin vermiyor.

Mihri Rasim

Bir seneyi aşkın bir zamandır ben de yakın zamanda dijital bir platformda yayınlanacak önemli bir dönem ve kadın hikayesi üzerine çalışıyorum. Biyografi pek çok açıdan çok hassas bir alan. Bir kadınının hikayesi ilk kez sizlerin gözüyle izleyiciyle buluşturulacaksa eğer, çok da büyük sorumluluk.

Pek çok insanın tanımadığı önemli bir kadın figürü dünyayla tanıştırmak büyük sorumluluk ama daha yakın zamanın kadın yaratıcıları söz konusu olduğunda da yük azalmıyor aslında. Bu kez de on yıllardır eserleri, üretkenlikleri, yaptıklarından çok hayatlarındaki “büyük adamlar”, büyük aşk hikayeleri ya da onları yersizce nesneleştirme ısrarındaki erkek bakışıyla anılmaları saçmalığı bitmek bilmiyor. Tomris Uyar, Leyla Erbil, Sevgi Soysal gibi çok iyi kadın yazarlar hakkında hep eserlerini gölgede bırakan bu çerçevede yazılıp çiziliyor.

Tomris Uyar

Yazarın başlıca isteği yazdığıyla bilinmek, sesini, dünyaya dair sözünü yazdıkları aracılığıyla duyurmaktır. Gerisi, magazin daima ilgi çekse de, teferruattır. Kadın yazarlarla ilgili mesele bununla da sınırlı değil ama. Neredeyse yazarlıklarını hasır altı edecek şekilde hep “erkeklerin ilham perisi” olarak konuşuluyorlar. Adeta bir “lisedeki popüler kızı kapma çekişmesi”ne dönüyor iş. Halbuki bu kadınlar aynı dönemde ürün verdikleri, doğal olarak da bazen eş, sevgili, dost, yoldaş vb. oldukları erkeklerle çeşitli biçimlerde ilişkilenmişler. Hiçbirinin “esas” derdinin de onların arzu nesnesi olmak olmadığı açık. O erkekler niye ilham perisi olmuyor mesela bu kadınların, kıllı peri olmaz diye bir kaide mi var? Hayır işte “yaratan, anlatıcı” hep erkek, “aşık olunan, konu mankeni” kadın diye kurgulandığı için… Bu ataerkil aşk ve edebiyat anlatısı nedeniyle böyle tanıyoruz bu kadınları. Elbette sevmiş, sevilmişler de ama tüm yaratıcı insanlar gibi var oluşlarının temel amacı yeteneklerini gerçekleştirmekken arzuları hilafına bu hayranlık/arzu/ nefret döngülerinin nesnesi kılınmaya çalışılıyorlar, dünyayı terk ettikten yıllar sonra bile.

.

Biyografi önemli, kadınların biyografisini yazmak ve yapmak bu nedenlerle daha da önemli ve hassas bir alan. Birkaç gün önce “Agora Kitaplığı”ndan çıkan “Yaşasaydı Ona Aşık Olurdum: Sevgi Soysal” imzalı biyografi adından başlayarak tartışmalar yarattı bu nedenle. Sevgi Soysal’ın kızı Funda Soysal ve yayıncı, editörler arasında biyografinin yazara bakışından gerekli izinlere uzanan bir polemik yaşandı. Herkes ayrı ayrı cevaplarını verdi, küçük bir Google ya da sosyal medya taramasıyla ulaşabilirsiniz. Bu arada kitabın ilk kez 20 yıl önce Everest Yayınları’ndan çıktığı ve bunun 5. basım olduğu da ortaya çıktı. Kitabı okumadığım için haksızlık etmek istemem ama ben öncelikle adından rahatsızım zaten. Ve bu konudaki yazar açıklamasını da tatminkar bulmuş değilim. Yazarın kendisine ait olsun, olmasın, büyük bir kadın yazara ait biyografinin başlığı niye bir erkeğin olası aşkı ya da hayranlığına dair oluyor? Erkeğin aşkı, hayranlığı kısacık hayatının 40 yılı boyunca ürün vermiş yetenekli bir kadın yazar için neden ve nasıl paye oluyor?

Mesela şöyle bir başlık garip gelmez miydi Nazım Hikmet biyografisini bir kadın yazsa “Yaşasaydı Aşık Olurdum”. Bunun bir satış stratejisi bile olmayacağı biliniyor, zaten yaşayan yaşamayan her kadının karşılarına çıkacak olsa öyle büyük bir şaire âşık olacağı o kadar net varsayılıyor ki. Bu bir paye olamaz, ancak imkân olsa hayatında yer almış olmak bir lütuf sayılırdı herhangi bir kadın için. Nazım Hikmet epey afili örnek, daha az tanınmış ya da daha az karizmatik bir erkek yazar için de aynısı geçerli varsayılırdı.

Tomris Uyar daha önce de bir yazımda paylaştığım, çok sevdiğim bir yazısında şöyle diyor mesela: “Her şeyin sarktığı bir toplumda aşkın da sarkması doğal (…) Saydığı kadınla sevişmeyi doğru bulmayan, seviştiği kadını saymamayı ilke haline getiren erkekler arasında yaşıyorsanız, içinizdeki aşk tohumundan vazgeçmeyi deneyebiliyorsunuz. Çiçekleri suluyor, kedileri doyuruyor, kitap okuyorsunuz. Aşkı çalışmanıza taşıyorsunuz. Biraz kırık-dökük, biraz kısır bir dünyada yaşamayı, ilişkiyi yozlaştırışıyla kişiye dehşet veren, serüvensiz bir dünyada yaşamaya yeğliyorsunuz" diyor. "Dünyayla flört ediyorsunuz. Ki yaşamak, hiç durmaksızın flört etmek değil midir?” Onca esere, parlak donanımına rağmen adı hep büyük şairlerle yaşadığı aşklarla anılan yazar söylüyor bunu bakın, iyice mühim.

Önce de dediğim gibi: “Yine de bir vazgeçiş yok ne o yazıda, ne de kadınlarda. Kadınlar aşk ve duygu alanını ısrarla terk etmiyor ve bu iyi bir şey, hayatın “tuzu” da burada çünkü, kadın biliyor. “Canım çok sıkılıyor, ‘aşk olsun’ diyorsunuz,” diyor aynı yazıda Tomris Uyar. Ama öncelikle kendilerini gerçekleştirmek ve böylece gerçekten yaşamak, yaşamak, istiyor kadınlar.

Tomris Uyar’ı, Sevgi Soysal’ı aşık olmadan önce, “okuyun”. Ona aşık olanları da önce, ayrıca ve kendi değerlerince okuyun. İyi bir kadın yazarı asla öncelikle etrafındaki erkeklerin aşk ve hayranlık anlatıları aracılığıyla okumayın. Kadın yazarlar bundan çok daha fazlasını hak ediyor, okur da onlarla gerçek anlamda buluşma şansını…

Tüm yazılarını göster