"Kişi kendisiyle çelişendir... Kişi çelişiktir... " diyor Oruç Aruoba. Tartışmaların birbiriyle, kendisiyle çeliştiği bir hafta geçirdik geçtiğimiz hafta. Gönülden tebrik ediyorum. Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımı, kendi kulvarında zirveye çıktı ve ülke spor tarihinin ilk Erkekler Basketbol Euroleague Kupası'nı kazandı. Bu başarı, ülke spor tarihinin en büyüğü müydü? Takımda Türkiye pasaportlu oyuncu olmamasına da burun kıvrıldı. Bu sav da kendi içinde hayli çelişkiliydi.
Fenerbahçe Erkek Basketbol takımının zaferini, Galatasaray'ın UEFA Kupası zaferiyle karşılaştıranlar çoktu. Malum işin içinde Fenerbahçe varsa Galatasaray da olmalıydı. Hatta ve hatta, Galatasaray'ın kadrosunda daha fazla Türkiye pasaportlu oyuncu olması kazanılan kupayı ülke sporu açısından daha değerli kılıyordu. Bu tartışmaların hepsi elmayla armutun, ayvayla avokadonun karşılaştırması gibiydi.
Her şeyden evvel Fenerbahçe Spor Kulübü'nün, Aziz Yıldırım'ın Erkek Basketbol takımı için koyduğu hedef belliydi: Euroleague kupasını kazanmak. Bunun için de kazanan kimlikli bir hoca gerekliydi. Zeljko Obradovic takımın başına getirildi. İtalya'dan da direktör getirildi. Obradovic'e "ne yap ne et, bu kupayı al" hedefi koymanıza da gerek yoktur zaten. Onun hedefi her zaman, yıllardır yükselttiği kariyerini orada tutmak, yani mümkünse her sene kupayı almaktır. En azından "son 4"e kalmak.
Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımı, Obradovic'li 3 sezon boyunca da bu hedefe ulaştı. Hep ilk 4'teydi. Yaygın bir başka görüşe göre de, her sene zirveye oynar pozisyonda kalabilmek, son 4'e kalmak, kupayı kazanabilmek için yapılması gerekendi. O sene değil, diğer sene kupa kazanılırdı bu sürekli hale getirilse. Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımı da bu yolda çizdi planını ve 3. sezonunda tüm ülkeyi de sevince boğarak buna erişti. Obradovic'e kimse, "Euroleague'i 12 Türkiye pasaportlu oyuncuyla kazan" hedefi koymadı. Obradovic de kimseye bunun sözünü vermedi. Kariyerini de 'yetiştiren hoca' olarak değil 'kazanan' ve 'dokunduğunu yıldızlaştıran' hoca olarak çizmişti.
Kazanılan zaferin ardından bu tartışmaya girmenin gereği neydi? Yıllardır, uluslararası rekabetin yüksek olduğu, futbol, basketbol ve voleybol gibi spor dallarında kupa kazanmak için yabancı oyuncu sınırının kaldırılması gerektiğini üstüne basa basa söylememiş miydi spor medyası? Şimdi böylesine bir tartışmanın gereği nedir? Bogdan Tanjevic'le Fenerbahçe Erkek Baskebol Takımı hatta Türkiye Erkek Basketbol Milli Takımı benzer bir girişimde bulunmuştu; fakat sonuç alınamadı. Denenmişti, sonuç alınamamıştı. Şimdi oyuncu yetiştirme vaadi vermemiş olan, böyle bir hedef koymamış olan, hedefine ulaşması için de yabancı oyuncu sınırının kaldırılması için lobi yapan kulüpten, yerli oyuncularla kupa kaldırmamış olmasını eleştirmenin gerekçesi ne? Açıklaması nedir? Herhalde, "Kişi kendiyle çelişendir" sözünü teyit etmek içindi bütün bu tartışmalar.
UEFA KUPASI ZAFERİNİN YERLİLİĞİ
Galatasaray'ın kazandığı UEFA Kupası'na bakalım. Hani daha fazla Türkiye pasaportlu oyuncu ve altyapı hamlesiyle kazanılmış ve bu yüzden daha büyük bir başarıydı ya. Zaten muhtemelen bu başarı da kazanıldığında, o zamanki adıyla Efes Pilsen'in Koraç Kupası zaferiyle karşılaştırılmıştı. Dönelim, UEFA dönemine bakalım. Galatasaray ve Fatih Terim kupaya uzanırken futbolda yabancı sınırı vardı. Yani yerli oyuncu oynatmazsan sahaya çıkamıyordun. Peki, Fatih Terim'le erişilen UEFA zaferinde, kadroda Galatasaray'ın Fatih Terim döneminde yetiştirdiği kaç kişi vardı? Sıfır! (Emre Belözoğlu cezalıydı.) İlk 11'de de Galatasaray'ın altyapısından çıkmış 2 kişi vardı. Bülent Korkmaz, Mustafa Denizli döneminden, Okan Buruk, Karl Heinz Feldkamp döneminden, bu yana takımdaydı. Kaptan 11. yılını, Okan da 8. yılını geçiriyordu kulüpte.
Fatih Terim yerelde başarıyı kazanmak için Sepp Piontek ile çalıştığı dönemden bu yana Milli Takımlardan tanıdığı oyuncuları tek tek takıma katmıştı. O dönemki yerli oyuncu sayısının fazlalılığının nedeni de evvelde belirttiğim gibi yabancı sınırıydı. Daha sonrasında Fatih Terim geldiğinde, son döneminde yabancı sınırı genişletilmişti, takımdaki yerli sayısı da azdı. Zaten futbolda da yabancı sınırının kaldırılması için herkes tek ses olmuştu.
Kupayı yerli oyuncuyla ya da yabancı oyuncuyla kazanmanın manasının tek geçer akçe olduğu yer milli takımlardır. Milliyetçiliğin yeniden üretilmesi için muhafaza edilmeye çalışılan milli takımlar turnuvaları da, milli takımlardaki kökeni farklı oyuncuların çokluğu nedeniyle milliyetçiliği yıkar hale gelmekte. Almanya ne kadar Alman, Fransa ne kadar Fransız, Türkiye de ne kadar Türk ki artık? Oğuzhan Özyakup, Kaan Ayhan, Gökhan Töre, Cenk Tosun birkaç sene sonra milli takımla kupa kazansa, "Ama onlar da Türkiye'de yetişmedi" tartışması olacak. Onu da beğenmeyeceğiz. Ama bu isimlerden biri ya da Mesut Özil için üzülürüz, Mesut Almanya ile kupa kazanınca da üzülürüz, neden Mesut'u milli takıma katamadık diye... Kişi işte, çelişiktir. Zaten en istikrarlı yanı da bu sürekli çelişikliğidir kişinin.
KADIN BAŞARISININ GÖRÜNMEZLİĞİ
Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımının kazandığı kupanın büyüklüğü tartışması, içinde cinsiyetçilik de barındırmıyor değildi. Daha sadece 3 hafta önce Vakıfbank Kadın Voleybol Takımı 3. kez Şampiyonlar Ligi Kupasını kazanmıştı. Ülke tarihinde böyle bir başarı yoktu. Ertesi hafta da gidip Dünya Kulüpler Şampiyonu oldu aynı takım. Hem de 2. kez. Ülke tarihinde kendi branşında bu kadar yükseğe çıkabilmiş, hegemonya kurmuş bir takım yoktu. Ama yine de "ülke sporunun kulüplerdeki en büyük başarısı budur" diyebilen neredeyse yoktu, ya da bu görüş yaygın değildi. Kimilerine göre Vakıfbank'ın bu başarının büyük görülmemesinin nedeni branşın katma değeriydi. Özetle kadın voleybol branşı zaten basit bir branştı, kimsenin ilgilenmediği bir spor dalıydı.
Erkek basketbolunda dünya kulüpler kupası vardı da Fenerbahçe mi almadı? Medyadaki etkisi de çok büyük değildi, kazanılan kupa toplumu sevince de boğmuyordu. Hepsi bu yüzdendi yani. Bu savları ortaya koyanların erkek olduğunu söylememe gerek var mı? Yani sosyal medyada belediyelere meydanlara dev ekranlar kurma çağrısı yapılmış ve belediyeler de bunu uygulamıştı ama kimse sokağa çıkmamıştı. Treviso'daki final devlet kanalından yayınlanmış ama kimse izlememişti. Dünya Kulüpler Şampiyonası da yayınlanıyordu capcanlı ama kimse izlemek istememişti.(!)
Tabii ki bu son söylediğim 3 cümlenin hiçbiri gerçek değildi. Kadın sporlarında kazanılan başarıların bir değeri yoktu; çünkü medya erkekti, tribün erkekti, spor erkek işiydi. Sporda erkeklerin kazandığı bir zafer varsa o zaman ülke tarihinin en büyük zaferi olurdu. Türkiye'de kadın sporcular dünyanın zirvesine çokça kez adını yazdırmıştı. Naz Aydemir, Kübra Akman, Gözde Kırdar, Özgenur Yurtdagülen, Ayşe Melis Gürkaynak, Gizem Örge, Cansu Çetin, Melis Durul, Ayça Aykaç gibi kadınların sürekli ikinci sınıf görüldüğü, şiddete maruz kaldığı, okula gönderilmediği, erken yaşta evlendirildiği, tecavüz edilip öldürüldüğü bir ülkede, voleybolu altyapıdan öğrenip, yetişip dünyanın zirvesine çıkmıştı; ama ülke spor tarihinin en büyük zaferini elde edememişti. Çünkü medya erkekti, taraftar erkekti, spor erkekti.