Boynuma asılı fotoğraf makinesiyle memleketin dağını taşını, köyünü kasabasını dolaştığım yıllardı. Kaz Dağları’nın tepesindeki yılkı atlarını fotoğraflamak için bir otobüs dolusu insan yola çıkmıştık. Otobüse bindiği andan itibaren enerjisiyle hepimizi etkisi altına alan seksenli yaşlarında genç bir kadın da bize eşlik ediyordu. Çok zahmetli bir yolculuk oldu. Uzun ve yanlış bir rota seçimi nedeniyle dağın eteklerinden şafakta başlayan yürüyüşümüz, gün batmadan hemen önce sona erdi. Ayakkabısı patlayanlar, yarı yoldan dönenler, yolunu kaybedenler, arı saldırısına uğrayanlar derken bir hayli zaiyat vermiştik zirveye erişene dek.
Seksenlerindeki arkadaşımızsa sabit temposunu hiç bozmadan, hepimize gülümseyerek zirveye ilk erişenlerimiz arasındaydı. Tüm yol boyunca hayret ve çokça da mahcup şekilde izledik kendisini. Asıl şaşkınlığıysa zirvede yaşadık. Atları görmenin, özgürce koşarken yarattıkları toz bulutunun içinde kalmış olmanın verdiği hazla çadırlar kuruldu, ateşler yakıldı ve genç kadın arkadaşımız sırt çantasından bir küçük rakı çıkarıp kadehini doldurdu. O zaman öğrendik rahmetli eşiyle birlikte Türkiye’nin ilk komünistlerinden ve kadın psikiyatristlerinden olduğunu, o vakitler evlilik danışmanlığı yaptığını. Şaşkınlık ve hayranlığımız gittikçe artarken kadehini yarılamıştı, ayağa kalktı ve ‘’en kötü şey insanın içinde kalmasıdır, içinizde kalmasın çocuklar’’ deyip çadırına döndü. Giderken bitirmem için uzattığı kadeh hiç bitmesin istemiştim.
Kaygısızlığın yurdundaydık, çocuktuk. Babalarımız iskeleye masa kurar mehtaba karşı fasıllar, gazeller okurdu. Bilirdik ki bir süre sonra Radiye Abla devreye girecek ve eğlence boyut değiştirecekti. Bir gece, üstüne geçirdiği beyaz çarşaf ve soğandan yaptığı takma dişlerle hayalet kılığında iskelenin başında göründüğünde, suya ilk atlayan babayla tüm mahalle uzun süre dalga geçti. Kendisi atlamayanı da Radiye Abla kolundan tuttuğu gibi karanlık sulara gönderdi. Unutulmuş ve uzak bir semtte hayatı çoğaltan bir kadındı. Güler, güldürür, yoksulun yetimin, kedinin köpeğin derdiyle dertlenir ama mutlaka el uzatırdı. Rakı içtiği sayılı geceden birinde ‘’içince duygusallaşıyorum, toparlaması zor oluyor’’ demişti. Hayatı çoğaltan bu kadın meğer kendini eksiltirmiş bir süredir. Cenazesinin ardından içtiğim rakı çocukluğum kokuyordu.
Rakı içtiğim iki kadını anmam tesadüf değil. Tetikleyicisi Rağmen Dergisi’nin ‘’Rakı’’ temalı beşinci sayısı. Rağmen yazarı, çizeri kadınlardan oluşan bir edebiyat dergisi ve anlaşılacağı üzere ismiyle müsemma bir duruşu var. Beşinci sayısından bir kadın arkadaşım sayesinde haberim oldu ve soluğu kitapçıda aldım. Böylece yirmi yedi kadın yazarın kaleminden, ‘’içinden rakı geçen öyküler’’ okuma fırsatına kavuştum.
Rakı ve meyhane son dönemlere kadar erkek ağırlıklı olageldi. Edebiyatı, müziği, gastronomisi de öyle. Adam taifesi rakı adabını da belirlemeye çalıştı, kadının nasıl rakı içmesi gerektiğini de. Hatta daha geriye gidersek kadınların meyhaneye girmesine de karşı çıktı, limonata bardağının rakı kadehi olmasına da. Uzun bir yoldan yürüyerek meyhanelere geldi kadınlar. Oturdukları masaları, sandalyeleri kendileri kazandılar. Kendi rakılı öykülerini de kendilerinin yazması gerekiyordu ve Rağmen’de buluşarak bunu yapmışlar. Erkeğin gözünden kadın yerine; kadının gözünden erkek, kadın, dünya, meyhane, rakı nasıl yansıyor bunu göstermişler bize. Çok da iyi etmişler. Elleri dert görmesin.
Kuru kuruya rakı içme ya da meyhaneye gitme deneyimlerinin yer aldığı bir derleme değil bu anlamış olacağınız üzere. Sayfaları arasında kaybolacağınız türden özgünlüklere kapı aralıyor pek çok yazı. Kalben’in bir araba kaputunu çilingire çevirerek babasıyla vedalaşmasının öyküsüyle açılıyor dergi ve sonraki yazılar için de işaret fişeğini yakmış oluyor. Cemran Öder’in on yaşına dönerek anlattığı Aysel’i kaybedişinin, hala süren özleminin hikayesinde hanımeli kokusu, anason kokusuna karışıyor. Betül Dünder’in kaleme aldığı Gülbahar öyküsünde çocuğuna ‘’Rakı mı içeceksin, alkol mü?’’ diyen bir babanın varlığına birlikte şükrediyorsunuz. Defne Suman’ın Yanlıgı’sını okurken 6-7 Eylül’ün arkasındaki ‘’erkeklikten’’ utanıyorsunuz. Sinem Sal’ın Mektup’u eşliğinde sekizinci dubleye geldiğinizde kafanızı öne düşürüp, ardınızda bıraktığınız kadınları düşünüyorsunuz bencileyin. Hangisinden bahsetsem diğerine haksızlık olacak, iyisi mi siz Karakarga Yayınları’nın çıkardığı Rağmen’i alarak kendiniz okuyun tüm yazıları.
Her şeye rağmen yaşama tutunmaya çalışan kadınların kaleminden çıkan pek çok öykünün sevgili, koca, akraba, arkadaş kontenjanından erkekler ve özellikle babalarla ilgili olması ilginç bir tesadüf olmasa gerek. Kimisi açık kimisi kapanmış yaralarına rakı dökmüş kadınların hikayeleri bunlar. Samimi, kendisiyle hesaplaşan, hesap soran ve bunu rakı eşliğinde yapan metinler.
Kendi adıma katmanlı bir dergi ortaya çıktığını düşünüyorum. Mağdurlarının ağırlıklı kadınlar olduğu ‘’erkeklik sorunu’’ hakkında bir derleme olarak da görmek mümkün sanırım bu sayıyı. Rakı teması bu işin kolaylaştırıcısı olmuş. Gerçek yaşamda, meyhanede, dost çilingirlerinde olduğu gibi. Kimse rakının kaç distile olduğu, anasonun kavrulup kavrulmadığı, yaş üzüm sumasının göbekten alınıp alınmadığı gibi teknik ayrıntılara takılmamış. Rakıya başrolün verilmeye çalışıldığı bu günlerde, özellikle ‘’piyasa yapıcılar’’ın bu meseleyi dikkate almalarını dilerim. Neticede aslolan hikayedir.