Başlık klavyemden çıkıverdi. Bu hafta da ülkece dehşet menümüz öyle çeşitliydi ki... Soframızda bir ejderha kanı eksikti. Cenazeye saldırıldı, ölüye huzur verilmedi. Yılmaz Özdil bile buna hayret etti, daha ne olsun. Dehşet ve vahşet ortalaması az daha düşük bir ülkede, başka bir zamanda bir ay kendimize gelemeyebilirdik. Biz tabii hızla toparlanıp irili ufaklı gelecek dehşetlere yelken açmakta gecikmedik. “Mesela” uçakla Ankara’dan İstanbul’a yolculuk eden CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nu, arkasında oturan yolcu sosyal medya üzerinden boğma teliyle tehdit etti. Bunu yapanın akademisyen olduğu ortaya çıktı. Bu dokunmatik ekran canavarı, üniversitede çocuklara hukuk dersi veriyordu! Bu da yetmedi, akademisyen, yazar Özlem Kumrular’ın, Beylerbeyi’nde oturduğu apartman sakinleri tarafından bakılan 17 yaşındaki hasta köpek Çıtır’ı gecenin bir yarısı “kaçırıp” bir barınakta ölüme terk ettiği ortaya çıktı. Böylelikle hayret duygumuzu, dehşet gustomuzu henüz yitirmediğimizi çorbalardan ana yemeğe uzanan zengin bir dehşet menüsüyle teyit etme “şansına” sahip olduk bir kez daha. Çünkü biz buna değeriz.,
Bunlar olup bitmeden hemen önce (yani geçen hafta bugün), Tolga Çevik’in eşi Özge Yılmaz Çevik’e yazdığı yıldönümü kutlamasına ve bunun sosyal medya yansımalarına dair bir yazı kaleme almıştım. Almıştım gitmişti bana göre. Olay basit olduğundan değil, çeşitli yönlerinden bakıp hakkını vererek yapmaya çalıştığım bir değerlendirme olması nedeniyle, hayatıma içim rahat devam ediyordum.
İçine sevgimi katmıştım ama yazının, içimi temelde rahat ettiren buydu, vallahi dalga geçmiyorum. Yemekte oluyorsa yazıda niye olmasın. “Sevgimi katmıştım,” çünkü yukarıda anlattığım türden dehşet damgalı olaylarda bile kısmen ama insan hayatına dokunan, kişisel yanı olan olaylara bakarken mutlaka benim “şefkatli eleştiri” olarak tanımladığım bir tarzdan yanayım. Yani eline geçirdiği kılıcı oyun edasıyla sağa sola sallarken kahkahalar atan ergen gibi değil de hani, muzip ama halden bilir bir yetişkin edasıyla. Yazarken kendimizden çıkıp bir personaya girmeye bayılıyoruz, böyle ergen işi bıçkın, sert, atarlı giderli yazıları da pek seviyoruz. Bunları yazmak çok da kolay aslında çünkü kötücül ergen dilinin bir cazibesi var, hemen giriliveriyor içine o kumaşın. O yüzden de çokça yazılıyor böyle şeyler.
Ama umut hep var. Bunlar olur biterken, işi en kolayından almayan, elbette ki bir okunurluk arzusu barındırmakla birlikte başka iki üç niteliği bir arada tutmaya çalışan yazıların gördüğü ilgi, kime ait olursa olsun, nerede çıkarsa çıksın beni çok mutlu ediyor: Bir şeyi gösteriyor çünkü bana göre ve bu çok iyi: “Gülmeye ve kızmaya olduğu kadar şefkatli eleştiriye, hafiflikle beraber derinliğe ihtiyacımız var.” Hayatın bu ergen hoyratlığına, ısrarlı biçimsizliğine göründüğü kadar razı değil kimilerimiz.
Geçen hafta yazdığım Tolga Çevik yazısından bir-iki gün sonra Metin Solmaz da Duvar’da aynı konuda bir yazı kaleme aldı. Bu yazının konusu, bu konudan ziyade bu konu üzerine yazılmış diğer yazılar gibi görünüyordu. “Tolga Çevik ve Risk Almadan Kahramanlık” idi başlığı. Üstüme alınmayacaktım çünkü bence bir konuda farklı perspektiflerden yazıların çıkmasından daha doğal bir şey yoktu da, pek mümkün olmadı. Yazıyı görüp görmediğimi, benim adıma kızdıklarını belirten mesajlar aldım arkadaşlardan ve okuyanlardan. Bunun üstüne oturup alıcı gözle yazıyı okudum ve evet şöyle ifadelerden yola çıkarak benim yazımın “da” kastedildiğini düşünmek durumunda kaldım. “Bir tebrik mesajı bazen sadece bir tebrik mesajıdır, oturup doktora tezi döşenmek nedir?” Hımmm.
Benim anlayışıma göre birini kasteden yazı kişiyi ve yazısını referans verir, aynı konuda aynı gazetede yazan iki yazar da önceki yazıları gözden geçirmek, konuyla ilgisi oranında referans vermek “zorundadır.” Burada verilmemiş, o benim yoğurt yiyişim, referans anlayışım, olabilir. O zaman da şöyle bir durum doğuyor işte. Muhatap sen değil gibisin ama bariz muhatapsın. Solmaz’ın yazıma dair ilgili kısımları üstüme alınmayı bana bırakarak herhalde “centilmenlik” ettiğini düşünmeyi tercih edeyim. Pekala.
Bu yazıyı da bu nedenle yazmıyorum aslında. Solmaz özetle “eril dille, erkeklikle mücadele karakterimiz olmalıdır ama bunu yaparken de Tolga Çevik gibi kolay değil, zor lokmalar seçmemiz gerekir,” demiş. Başlıyorum.
Kolay lokma? Lokma? Bir konuyu eleştirmeyi bir insanı “yeme”/harcama faaliyeti olarak görmek neden? Eleştiri bizde genelde böyle yapıldığı, belki o yazı da istemeden de olsa kısmen, aslında bunu yaptığı için bir savunma (yansıtma) mekanizması mı giriyor devreye? Kendimize daha yakın bulduğumuz, “aynı mahalleden” insanları, kadın ya da erkek, eleştirmemeli miyiz? “Erkeklik” sorunu veya başka herhangi bir sorunda ele alacağımız olayın çapını ne belirler ya da? Şeytan “büyük olayda”, manşette mi gizlidir, yoksa bize soluğumuz kadar yakın olan ayrıntılarda ve benzerlerimizde mi?
İlkinden başlayayım. Bence içerdiği birtakım asla azımsanamayacak siyasi riskler haricinde, mevzu kolaylık- zorluksa, aynı dünyadan olmadığın, senin hayatına kolay kolay girmeyecek, yollarının kesişip kahve fincanlarının çarpışmayacağı insana yapılan her tür eleştiri daha zahmetsiz.
Benzerlerimizi ve kendimizi ise yeterince iyi, yapıcı, gereğinde acımasız ama alttan alta da şefkatli bir eleştiriden geçiremediğimizi düşünüyorum. Bu nedenle de bizde yere göğe sığdıramamayla yerden yere vurma arasından ok bile geçmediğini, bunun en büyük zaafımız olduğunu… Kendimize ve benzerlerimize karşı “kör” kalmayı tercih ederken aleme gözlerimizin velfecri okuduğunu, bu nedenle de biraz, ilerleyemediğimizi. İşte bu eleştirememe alışkanlığımız yüzünden esas toptan, “kolay lokma” haline geldiğimizi. Liyakat ve yeteneğin yerini biraz da bu nedenle ilişkilerin aldığını… Tüm bunların “başımıza gelenler”den biraz bağımsız, çok önce de böyle olduğunu, bu konularda kendimizi eleştiremezsek, sonra da böyle olabileceğini…
Saldırmayı değil evet muzip ama çok yönlü, kalemi ele geçiren bizim de neticede sık sık hata yapan birer insan olduğumuzu gözeten, kendini öne çıkarmayı değil baktığına gerçek anlamda “bakmayı” hedefleyen eleştiriyi öğrenmeliyiz. Popüler konularda da, başka her konuda da. Bu yüzden mesela kendime çok da yakın bulmadığım Alişan hakkında da, yine tanımamakla beraber ilk bakışta kendime, değerlerime görece daha yakın ve sempatik bulduğum Tolga Çevik hakkında da yazabilmeliyim.
Bahsettiğim yazıda değil sırf, bu konularda yazılmış diğer benzer persperktiflerden yazılarda ortak olan şu noktalardan bahsetmeliyim: Mesela feminizmle ilgili bir meseleyi, zaten feminizmin kendisi büyük oranda bunu dert edinmiyormuş gibi “egemen erkeklik algısı sırf kadınları değil herkesi eziyor” cümlesi üzerinden kurmak nasıl bir şey? Bu konulara dair her tür yazıyı “bunlar feminizmi yanlış algılatıyor”la özetlemek nasıl bir şey? Toplumsal cinsiyet algısı üzerinden dönen bir tartışmayı kestirmeden “e o zaman tavuk da yemeyin, cinayet”e bağlamak peki? Tamam, “devrim olana kadar” bu konular üzerine konuşmayalım o zaman. Bu kadar müstehzi olmak istemem ama sırf bu yazının değil, okuduğum bu tür yazıların bana dediği bu.
Bu tür yazıların bir diğer dediği de, şöyle bir şey: “Bu konuda yazabilirsin, şu konuda yazamazsın. Seni kendi feminizminle bile tehdit ederim, ben de az çekmedim, feminist olunacaksa da yolunu gösteririm ben.” Abartmıyorum, okuyunca insana böyle geçiyor.
Yazar olarak galiba doğaldır ki en hoşlanmadığım şeylerden biri, bana ne hakkında yazıp yazmayacağımın söylenmesi, aba altından çerçeve çizilmesi. Bu konuyu toplumsal cinsiyetten de soyutlayamıyoruz. Adını da koymuşlar hatta, “mansplaining”. Son yılların en yaratıcı çevirilerine konu oldu bu kavram, “açüklama,” “erkekleme” bunlardan bazıları.
Bu haftanın dehşet menüsünden Özlem Kumrular olayı hakkında söylemek istediğim şey de, yukarıdakilerle çok bağlantılı. Mahallenin bir sakini, bir canlı, ortak yaşam alanını şu veya bu şekilde yıllardır paylaşan, hisleri olan bir yaratık derdest edilip bagajlara konup barınağa terk ediliyor. Neresinden baksan korkunç bir olay maalesef.
Bu konuda sosyal medyada pek çok şey yazıldı, çizildi, en sonunda Özlem Kumrular Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki görevinden istifa etti. Bunun üzerine de onu şahsen tanıyan, seven başka yazarların koruyucu yazıları girdi devreye. Ben kendisini şahsen tanımıyorum, maalesef yazdıklarını okuma fırsatım da olmamıştı. Olana bitene sadece bu olay ve onun tutumu ekseninde bakıyorum. Bana göre bencillik ve akıl almaz da bir kibir var tüm tutumunda, görünen. Ama ne yapalım, beddua mı edelim? Ya da tam tersi, hiçe mi sayalım olan biteni? Çıtır öldüğüne göre bunu da yapamayız. Nadir de olsa yapılanın belki karşılığını bulduğu, pek çok “eden” bulmazken Kumrular’ın davranışının sonuçlarıyla belki fazlasıyla karşılaşmış olduğunu görerek özetlemek gerek galiba bu meseleyi. Tanımasam da “mahalleden” olduğu için değil asla, yaptığı yanına kar kalmadığına göre, bir insana yaptığıyla yüzleşmesi için en azından, bir noktadan itibaren adil bir fırsat tanınması gerektiğine inandığım için. Diğer türlü her söyleyeceğim çünkü, bu noktadan sonra, “kolay lokma” olur, evet.
Kolay lokma olmayalım. Oldurmayalım. Kendimizi yedirmeyelim ama eleştiriye de bir harcama/yeme olayı gibi bakmayalım. Aynaya cidden daha sık bakalım. Bizi önden, yandan, cepheden, arkadan gösteren farklı aynalara…