‘Erkeklik çalışmaları’ndan bahsettiğim “Sen ne biçim erkeksin?” başlıklı yazımda feminizmin ve toplumsal cinsiyet eşitliği farkındalığının yükselişiyle birlikte ‘hegemonik erkeklik’ kavramının aşınmaya başladığından ve bir ‘erkeklik krizi’ne yol açtığından bahisle, bu konuyu, bir başka yazının konusu olsun, diyerek ertelemiştim. O yazı bu yazıymış meğer.
Erkeklik krizi denilen şey aslında erkeklik kavramının çıkmaza düşmesiyle yaşanan bir nevi bocalama hali. Erkeklik, tıpkı Simone de Beauvoir’nın dediği üzere kadınlık gibi öğrenilen, ‘olunan’ bir şey. Hiçbir erkek doğuştan erkekliğin içerdiği kavramlarla doğmuyor yani. "Höt!" demeyi, 'vurdu mu oturtmayı', 'adam gibi adamlığı', 'karı gibi olmamayı', 'kadının sırtından sopayı karnından bebeyi eksik etmemeyi', 'reisliği' ve daha nice tahakkümü büyüdükçe öğreniyor, benimsiyor, erkekliğin avantajlarını gördükçe aslında sevmeye de başlıyorlar erkek olmayı. Sorun mesela 10 erkeğe, kaçı tekrar dünyaya gelse kadın olmak isterdi? Taş çatlasın biri ya da ikisi ama muhtemelen hiçbiri…
Feminist mücadele yükseldikçe, kadınlar güç kazandıkça, iş yaşamında en az erkekler kadar başarılar elde etmeye, hayatlarını devam ettirmek için bir erkeğe ihtiyaç duymamaya, her tür platformda kadınlar da boy göstermeye, kendi hayatları hakkında karar vermeye, gerekirse ölmek pahasına erkeğe boyun eğmemeye başladıkça erkekler ellerindeki sihirli erkeklik değneğinin artık mucize yaratamadığını gördü ve paniklemeye başladı. Kadınların kendi tahakkümleri altından çıkıp karşılarına bir güç olarak dikilmesi felaket demekti zira. Ne yapsak ne yapsak diye düşünürlerken zor kullanmaya ve kullandıkları zoru meşrulaştırmaya karar verdiler. Bu kararı herhangi biri vermedi, hepsi birden sessiz bir anlaşma ile, bir nevi hissederek verdiler. Birileri yasa yaptı, öbürü onu destekledi, bir diğeri şiddet uyguladı, öteki onun sırtını sıvazladı. Elbette eşitliğe giden yolu memnuniyetle yürüyen hakiki eşitlikçi bir avuç erkeği tenzih ederek konuşuyorum.
Bu arada belirtmekte fayda var; kimi feministler bu yaşanan bocalamaya ‘erkeklik krizi’ demeyi sevmiyor. Yükselen bir mücadeleyi, bu eşitsizliğe sebebiyet veren faillerin yaşadığı krizle tanımlamak istemiyor. Haklılık payları var fakat tanım mevcut durumu iyi ifade ediyor. Burada yükselen mücadeleyi değil, alçalan erki tanımlamaya çalıştığımız için ‘erkeklik krizi’ ibaresinde bir sakınca görmüyorum.
Bununla birlikte genel görüş ‘erkeklik’ olgusunun neoliberal dünyanın kapitalist bakış açısıyla erozyona uğradığı ve başka bir şekle büründüğü yönünde. Erkeklik değerlerinin yerini reklam, süs, tüketim kültürü gibi kapitalizmin işine yarayacak araçlar aldı. Erkekler artık iş-güç sahibi olmaktan ziyade ‘meta’lara sahip olma arzusunda. Bu da erkekliğin bu kez kapitalist çerçevede yeniden üretilecek olması anlamına geliyor.
Erkeklik krizi aynı zamanda şiddetin artmasının sebeplerinden biri olarak gösteriliyor. Kadınlar ya da “yeterince erkek olmayanlar” üzerindeki hakimiyetini yitiren erkekler şiddete başvurmaya başlıyor. Bana kalırsa bu, sebeplerden yalnızca biri. ‘Hegemonik erkek’ tahakkümü yitirmeye başlayınca bu kişi eşitlikçi ve özgürlükçü biri dahi olsa savunmaya geçiyor. Hatta bu savunma feministlere karşı bir saldırı olarak kendini gösteriyor. Örneğin, “Siz yalnızca kadın hakkı üzerinden bir mücadele vererek aslında kendinizi dışlıyorsunuz, kendinizi toplumdan daha çok ayrıştırıyorsunuz” gibi eleştirilerle geliyorlar. “Feminazi” diye bir terim üretip, kendilerini ‘masculinist’ olarak tanımlayacak kadar ileri gidiyorlar.
Bahsi geçen erkeklik mitleri anlamını yitirmeye başladıkça da, erkekler kadınları dışlamaya, herhangi bir ortamda güçlü bir kadın profilini belli belirsiz aşağılamaya çalışıyorlar. Bu da bir şiddettir oysa ki. Yenilerde feminist sözlüğe giren popüler bir kavram olan ‘mansplaining’ örneğin. ‘Açıklayan erkek’ yani. “O iş öyle olmaz güzelim, böyle olur” müstehziliği. İşte yeni dönemin şiddet biçimlerinden biri…
Pankaj Mishra’nın ‘Modern Erkekliğin Krizi’ başlıklı muhteşem makalesinde geçtiği üzere; Sexual Anarchy: Gender and Culture at the Fin de Siecle (1990) kitabında Elaine Showalter feministlerin 19'uncu yüzyıldaki son derece mütevazı kazanımlarının birçok erkekte yarattığı büyük dehşeti şöyle anlatmış: “Gerileme ve dejenerasyon korkusu; ırk, sınıf ve milliyetin yanı sıra toplumsal cinsiyet tanımlamaları etrafında katı sınır kontrollerine duyulan özlem.”
Buradan hareketle, erkeklik krizinin kendini siyasette de göstermeye başladığını ve dünyada ortaya milliyetçi, özgürlüklerin çokça daraltıldığı, otoriter yönetimlerin çıktığını söylemek yanlış olmaz. Üstelik, ulus-devlet krizi ve ekonomik krizin de etkisiyle birlikte sirayet alanının sistematik biçimde genişlediği ve insanlık için tehdit oluşturduğu da inkar edilemez.
Örneğin, erkeklik mitlerini bünyesinde taşıyan liderler (Erdoğan, Trump, Putin, Modi, Orbán gibi) bu krizi hafifletecek/yok edecek panzehirlerimiş gibi algılanıyor ve popülist, milliyetçi ve eril tahakküm yöntemleriyle iktidarı ellerinde tutuyorlar. Örneğin Trump’ın başkan seçilmesinin, siyah ve yeni erkek olan Obama’ya karşı içten içe bir tepki niteliğinde olduğu, yani ‘beyazlık krizi’yle ve ‘erkeklik krizi’yle ilgili olduğu biliniyor.
Türkiye’de de bu durum ‘aile’ye aşırı müdahale eden, kadının kazanılmış haklarına göz diken ve kadını toplumdan soyutlamaya/eve kapatmaya yönelen bir AKP iktidarı olarak kendini gösteriyor. Bunu nasıl yaptıklarını zaten attıkları her adımda dile getirdiğimiz için burada detaya girmeyeceğim.
Tüm bunlar bir yana işin ironik yanı da şu ki; erkekler bu erkeklik mitlerinden en çok zarar görenler aslında. Çünkü, kendilerine yüklenen ağır ve zararlı ‘erkeklik sorumluluğu’ altında eziliyorlar. Her an erkekliklerini kaybetme, 'kız gibi', 'pasif' ve 'light' olma tehlikesiyle karşı karşıyalar. Her daim 'adam gibi' davranmak zorundalar. Bu da ağır stres, bolca hastalık, alkol ya da uyuşturucuya ve dahi intihara açık kapı demek.
Erkeklik krizi, günümüzün gerçeği. Yalnız bu sendrom; daha fazla korku, baskı, tehdit, sınırları kapatma, ırkçılık ya da dışlamayla değil daha eğitimli ve kendine güvenen beyinlerle aşılacak bir durumdur. Kendini bu kıskaca girmiş hisseden erkek bireylerin masculinistliğe değil de profeministliğe yönelmesi ve erkeklik çalışmalarına gereken önemi vermesi daha akılcı ve işlevsel olacaktır.