Erken Hıristiyanlıkta göç mefhumu: İnançları için yollara düşenler

Paulos’un asıl alameti farikası, durmadan gezerek, o kentten diğerine en zor koşullarda bile göç edip, inandığı şeyleri söylemeye devam etmesidir.

Abone ol

Büyük Konstantinus’un, imparatorluktaki diğer dinlere uyguladığı inanç serbestliğini Hıristiyanlığa da tanımasına dek, Hıristiyan amentüsünü benimseyenler bir dizi kıyım ve kovuşturmalara maruz kaldı. Pek çok kentte cemaate önderlik edenler şehit (martyr) edildi. Traianus iktidarında Roma’da şehit edilmiş Antakyalı İgnatius, Antonius Pius iktidarında şehit edilen Smyrnalı Aziz Polycarp ilk akla gelenler...

Aziz Polycarp freski.

Yahudi dini ve Hıristiyanlık, görünmeyen ilahi bir güce iman ederek, yüzlerce yıllık Pagan inanç sistemini reddetmekteydi. İnanç dünyaları Yahudilik ve Hıristiyanlık öğretileri ile sarsılan Roma buna karşın, kentin sokaklarında, hamamlarında, tiyatrolarında, forumlarında gördüklerine inanmak isteyerek teminat aradı. Mevcut düzenin meşru ve ideal olduğunun görünmesi, inanılması hayati bir ihtiyaçtı. Bu doğrultuda özellikle MS 2’nci yüzyılda daha fazla tapınak, kült heykeli, pagan tanrılarının çeşitli tasvirlerini içeren anıtlar dikildi. İmparator kültüne ve resmi Roma dinlerine kurban kesmeyen Hıristiyanlar buna zorlandı. Literatürde ‘kovuşturma dönemi’ olarak bilinen, Hıristiyanlık karşıtı politikalar uygulamaya konuldu.

Roma imparatorları, askeri ve siyasi bir lider olmakla beraber, çok tanrılı inanç dünyasında aynı zamanda bir tanrı olarak ibadet görmekteydi. Yani sözleri hem kanun hem de tanrı buyruğu olurdu. Adlarına tapınaklar yaptırılır, adaklar adanır, kurbanlar kestirilirdi. Hatta imkan olan yerlerde, imparatorlar adına yapılan tapınaklar kentlerin en görkemli yerlerine dikilir, kentin siluetini etkileyen, adeta o yerleşimi simgeleyen en önemli anıta dönüşürlerdi.

İMPARATOR OLSANIZ BİLE FANİSİNİZ, SİZDEN BÜYÜK TANRI VAR

Şimdi kendinizi imparatorun yerine koyun. Tek tanrılı bir din ortaya çıkıyor ve sizin egemenlik alanlarınızdan birisini elinizden alıyor. Hatta o dine yüklenen anlam öyle güçlü ki, çağınızın en güçlü kişisi olmanıza bile engel oluyor. Çünkü imparator olsanız bile siz bir fani yani ölümlüsünüz, sizden büyük ve sonsuz bir tanrı var. Kim hükmetme gücünün bir kısmını kaybetmek, hatta başka bir ulu gücün karşısında yargılanmak ister ki?

Erken Hıristiyanlar kentlerin ve binaların neredeyse tamamına sirayet eden Roma pagan dininin takıntılı imge yığınına maruz kaldı. Onlar paganlar arasında yaşamış, kentin açılım alanları olan cadde ve meydanlarında pagan tanrılarının tasvirlerine bakmış, paganlarla birlikte hamamlarda yıkanmış ve bazı durumlarda paganlara hizmet etmişti. 602–610 yılları arasında meydana gelen bir deprem Laodikya’yı vurduğunda, büyük bir caddede yer alan nymphaionda hala sadece bir Nike heykeli değil, aynı zamanda Zeus’un sevgilisi Ganymedes’in de yer aldığı bir rölyef sergileniyordu.

Tanrının ışığını aramak üzere yola çıkanlar için tüm bunlar gerçek bir çelişkiydi. Temelinde pagan dini ritüellerini barındıran tiyatro benzeri gösteriler bu nedenle uzak durulması gereken yerler olarak benimsenirdi. Tertullianus, çeşitli eğlence gösterileri tertiplenen tiyatrolarda en masum içerikli gösterinin dahi, tanrının ışığını arayan Hıristiyan için zamanı boşa geçirmek olduğunu düşünüyordu. Üstelik bazı tiyatro ve amphitiyatrolarda Hıristiyanların infaz edilmesi, bu mekanların şeytani ruhların esaretinde kötülük yuvaları olarak algılanmasına neden oluyordu.

Antik kentler, tiyatrolar dışında seyredilecek ilginç pek çok aktiviteye ev sahipliği yapıyordu. Kenti ziyaret eden imparator ve valiler, meziyet sahibi retorikçiler, çeşitli pagan tanrılarının adak heykelciklerini satan dükkanlar, sergiler, tanrılara sunulan kanlı kurban törenleri, sokak gösterilerinin tamamı bir kentin kalabalık şehir manzarasının parçasıydı. Kısacası sokak bir açılım alanı olarak dış yaşamın bir sahnesiydi. Hıristiyan öğretisi, pagan motiflerle yoğrulmuş bu tür alanların iç dünyaya yönelmeye engel teşkil ettiğini düşündü. Sokaklar ‘ahlaksızlıkların’ girdabına kapılma tehlikesi arz eden yerlerdi. Farklılıklardan beslenen kamusal alanlar tekinsiz yerler olarak algılandı. Tanrının gerçek ışığını arayan gözler, pagan göstergeleri görmenin vicdani rahatsızlığını tattı. Kilisenin nihai zaferine dek yani imparator ve kilisenin ortak hareket ederek, yeni bir toplum inşa ettikleri sürece değin, Hıristiyanlar bu çelişkilerle yaşadılar.

İMPARATOR, GÖZLE GÖRÜLMEYEN TANRI İLE TEK BAŞINA MÜCADELE EDEMEZ

Roma imparatorlarının, Hıristiyanlığın yükselişi ile beraber neden kentlerdeki kamusal alanları, tiyatroları, caddeleri tanrı ve tanrıçaların heykelleriyle, eski mitolojik konuların bezemeleriyle doldurduğunu rahatlıkla tahmin edebilirsiniz. Kendi tanrılığı elden gitmekte olan imparator, gözle görülmeyen bir tek tanrı ile tek başına mücadele edemez. Çünkü tanrılığını ön plana çıkartmaya çalıştığı her seferde faniliği yüzüne vurulur, komik duruma düşürülebilirdi. Ancak, eski çok tanrılı inancın devam etmesini sağlamak işine gelirdi. Çünkü Zeus’a, Mars’a, Dionysos’a veya Venüs’e yani kısacası çok tanrılı pantheona tapılmaya devam edilirse, o da o kalabalık tanrı topluluğunun içerisinde kendine yer bulmaya devam edebilir, böylece tanrılığını sürdürebilirdi.

Bu şartlar altında Erken Hıristiyanlar kurtuluş ve özgürlükleri için terk-i dünya ettiler. Bütün gündelik yaşamın zevklerinden feragat ederek ıssız mağaralarına çekilenler, kurtuluşu umdular. İşte biz de bu yazıda, kendi konfor alanlarını inançları uğruna terk eden ve gönüllü bir göç yolculuğuna çıkan Hıristiyanları ele aldık. İlk olarak Efes’te (Ephesos) Yedi Uyurlar Mağarası’nda uykuya dalan Hıristiyanlardan bahsedelim.

Hikayenin ilk bölümü MS 3’üncü yüzyılda, Hıristiyanlara karşı baskı ve kovuşturma politikaları yürüten Decius iktidarında, Efes kentinde yaşayan yedi Hıristiyanın kentin dışındaki bir mağarada kapatılıp ölüme terk edilmesi işlenir. Hikayenin sonunda, Hıristiyan amentüsünü kabul etmiş yedi kişi, II. Theodosius iktidarında dirilir ve artık Hıristiyanlaşan Efes’e şaşkınlık içinde tanık olurlar.

Yedi Uyurlar tasviri.

“Ephesos’a gömülen yedi kardeşin hikayesi buradadır. Decius iktidarında Hıristiyanlara karşı zulüm olduğu zamanlar, yedi adam yakalanarak imparatorun huzuruna çıkarıldılar. Yedi adamın isimleri: Maksimianus, Malchus, Martinianus, Constantinus, Dionysius, Johannes ve Serapion’dur. İnançlarını terk etmeleri için çeşitli önerilere rağmen, asla kararlarından dönmediler. İmparator önce saygı duyarak, kararlarını düşünmeleri için zaman tanıdı. Ama yedi adam, kendilerini bir mağaraya kapattı ve günlerce orada yaşamaya başladı. İçlerinden biri, ihtiyaçlarını karşılamak için mağaradan ayrılır, alışveriş yapıp geri dönerdi. İmparator Ephesos’a tekrar geri geldiğinde, yedi adam Tanrı’ya bu tehlikeden kendilerini kurtarması için dua etti. Dua ettikten sonra, uzanıp uykuya daldılar. Mağarada kaldıklarını öğrenen imparator Tanrı’nın izniyle, girişin büyük taşlarla kapatılmasını emretti. İmparator şöyle bir ifade kullandı: Tanrılarımıza kurban kesmeyi reddedenler, orada ölsün.” Giriş kapatılmadan önce, o sırada orada bulunan bir Hıristiyan, şehitlerin isimlerini kurşun bir levhaya yazıp, gizlice içeri attı. Yıllar sonra, kiliselere karşı barışın gelmesiyle, bir Hıristiyan olan Theodosius imparator oldu. O dönem, bir dirilişin olacağını inkar eden sapkın Sadukiler’in itikadı yayılmaktaydı. Daha sonra Ephesoslu bir adam, mağaranın bulunduğu dağda sürüleri için bir barınak inşa etmeye karar verdi ve ağılın duvarlarını örerken girişteki taşları devirdi. Her şeyden habersiz olan adam, mağaranın girişini açtı. Ancak, daha dipteki yedi adamın uyuduğu odayı fark etmedi. Rab, yedi adama yaşam nefesi verdi ve uyandılar. Sadece bir gece uyuduklarını zannedip, içlerinden bir genci yiyecek bir şeyler alması için gönderdiler. Genç adam kentin kapısına geldiğinde, görkemli bir haç görünce ve etraftakilerin Mesih adına yemin ettiklerini duyunca şaşkına döndü.” (Gregory of Tours. Glory of the Martyrs, 2004: 87-88).

Yedi Uyurlar menkıbesi kovuşturma dönemlerinde fiziki ve dini baskılar altında gerilen Hıristiyanları anlamak için metoforik bir anlatıdır. Uyku veya ölüm, yeniden ayağa kalkış ve diriliş için gereklidir. Zor şartlarda inançlarını korumayı amaçlayan Hıristiyanlar, tanrının yardımı ile uyutulur. Hellen mitolojisinde hypnos ve thanatos sırasıyla uyku ve ölüm ile ilgili figürlerdir. Uyku ve ölüm, Gece Tanrıçası Nyks’ten olma iki kardeştir. Uyku ve ölüm kardeşler, sonsuz ve geçici uykuyu getirmekle görevlendirilmiştir. Uyuyan bir canlı, uyandığında dinç bir biçimde nasıl güne başlıyor ise, zulüm ve baskılar ile geçen günlerden kurtulmak, gerçek imanla daha güçlü ayağa kalkmak için uyumak-ölmek gerekir. En sonunda mağaradaki gençler İsa’ya yemin eden bir kente gözlerini açarlar. Artık kovuşturma dönemi bitmiş, imparatorluğun başında devleti Hıristiyan itikadına uygun bir şekilde yöneten bir idareci vardır. Diriliş mucizesi gerçekleşmiştir.

Mağaraya çekilmeyi, Platon’un Devlet eserinde aktardığı alegori ile kıyaslamak mümkün. Bu alegoriye göre; mağaraya zincirlenen üç tutsak, hayatları boyunca bu mağarada tutulur. Mağara girişine sırtları dönük vaziyette yaşarlar. Dış dünya ile temasları ancak çeşitli sesler ve mağara girişinden gelen, duvarlara yansıyan gölgelerdir. Tüm nesneleri bu gölgeler ve yansımalarla tanımlarlar. Günün birinde tusaklardan biri zincirleri kırar ve özgür kalır. Hiç görmediği dış dünyaya adım atar. Mağara dışına çıktığında gerçek ışıkla gözleri kamaşır ve geçici körlük yaşar. İşte Hıristiyan öğreti gerçek ışık-tanrının ışığı ile kör olmayı kurtuluşun yol haritası olarak sunar. İman edenler gündelik yaşamın biçimleri olan gölgelere bakmamalıdır. Dünyevi ve kamusal yaşama aldırış etmeyen bu Hıristiyan bakışı, Orta Çağ’da bambaşka kentler yarattı. Roma’nın çok çeşitli renkli kamusal yaşamı yerini, ağırlıklı kilise merkezli bir kente bıraktı.

PAULOS MAĞARASI İÇ DÜNYAYA YÖNELMEK İÇİN DÜZENLENMİŞTİ

Efes’te dış dünyanın farklılıklarına sırt çevirenlere ait bir başka mağara daha var. Bülbül Dağı’nın kuzey yamacında, 80 metre yükseklikteki bu mağara Paulos Mağarası olarak isimlendiriliyor. Ziyarete çoğunlukla kapalı olan bu mağara aslında yapay bir mağaradır. Celsus Kütüphanesi ve Embelos meydanına yukarıdan bakan mağara, Efes’in en merkezi noktalarından birinde, kalabalık insan sürkülasyonundan uzakta, iç dünyaya yönelmek için düzenlenmişti. Mağarayı bir başka önemli kılan unsur, duvar resimleridir. Eski ve Yeni Ahit’ten bilinen anlatılar görsel olarak duvar resim kompozisyonunda yer almıştır.

İshak’ın kurban ediliş sahnesi (Foto: A. Özkan).

Girişte İshak’ın kurban edilme girişimini konu edinen resmin tam karşısında, mağaraya ismini veren Paulos ile Azize Thekla konulu resim yer alır. Kompozisyonun ortasında Paulos oturur vaziyette, kucağında bir el yazması ile gösterilir. Sağ elini havaya kaldırmasından yola çıkarak bu kompozisyonun bir ders-vaaz sahnesi olduğu yorumlanır. Paulos, alnı açık ve ikiye ayrık sakalı ile tasvir edilmiştir. Sağ tarafta bir pencere açıklığında Thekla yer alır. Cepheden tasvir edilen Thekla bakışları ile vaaz eden Paulos’u pür dikkat dinler gibidir. Sahnenin solunda ise siyah boya ile ismi de yazan Theoklia yer alır. Bu kadın Thekla’nın annesidir.

Thekla (Konya), İconium’da yaşayan nişanlı pagan bir genç kadındır. İconium’a gelerek öğretilerini paylaşan Paulos burada bir dizi vaaz verir. Bu vaazların birinde evlenmeme ve bekaret üzerine konuşurken, Thekla konuşmalara kulak verir. Vaazların etkisiyle, dünya nimetlerine ve gündelik zevklere sırt çevirmeye karar verir. Sonunda annesinin itirazlarına rağmen nişanı atar ve Paulos’un peşinden gider. Hıristiyanlık tarihi için özel bir öneme sahip olan Thekla, vaaz veren, hastalara şifa veren, kötü ruhları kovan bazı mucizevi yetileri olan saygın bir figürdür. Dönem kaynaklarının aktarımlarına göre, Hıristiyan topluluğuna öncülük eden bir lider imajı çizer. İlk kadın aziz olma özelliği taşır. Ephesoslu Erken Hıristiyanlar, azizenin hayatındaki dönüm noktasını ve kurtuluş yolunu temsil eden duvar resim kompozisyonunu sipariş ederek, iç dünyalarına yolculuk için seçtikleri bu yerde inzivaya çekilmiş olmalılar. Bu mekan, tanrıyla en yakın birleşim için mücadele ettikleri yer olur. 

EFESLİLER'İN ARTEMİS'İ ULUDUR!

Mağaraya resmedilen Paulos, Efes tarihinde öne çıkan figürlerden biriydi. Dini yaymak ve vaaz vermek için yolculuklara çıkan Paulos, Hıristiyan kültürünün temelinde olan, maneviyat için yerinden olma ve vatansızlık felsefesine göre hareket etti. Yerleşik ve konforlu hayata küserek, İsa’nın mütevazi yaşamını örnek alarak, sadece dini yaymak için yola çıktı. Yolda olmak, tanrıyı aramak her şeyin temeliydi. Karşılaşılan çileli sonuçlar bu arayışın bir parçası olarak görüldü. Yeni Ahit-Elçiler’in İşleri’nde, Efes’e gelen Paulos’un, tiyatroda linç girişimi ile karşılaştığı aktarılır. Tiyatroyu dolduran kalabalık, hep bir ağızdan kentin kadim tanrısı Artemis’i savunur: Efeslilerin Artemis’i uludur!

Hıristiyanlık yayılırken, Thekla dünya nimetlerine düşkün bir pagan, Paulos ise, hayatının ilk yıllarını bu yeni dine inananları avlamakla geçiren azılı bir Hıristiyan düşmanıdır. Ancak ikisi de tanrının inayetiyle mucizevi bir biçimde dönüşürler. Önceki hayatlarının tam zıttı bir ‘yeni hayat’ sürerek hem iyi birer Hıristiyan olurlar hem de dini hiyerarşide en üst basamaklara tırmanırlar. Thekla’nın ilk kadın aziz olması gibi Paulos da bu yeni dini yaymak için gösterdiği çabaların sonucunda gayrı-resmi 13’üncü Havari olarak anılacaktır.

Yeni bir din hakkında şüphesi olan, özellikle de kalabalıklar içinde, önemsiz,herhangi bir kişi olarak yaşayan yüzbinlerce insan için ne güzel bir davet; yaşın, cinsiyetin veya geçmişinizin bir önemi yok. Kendinizi tanrının şefkatine bırakarak iyi bir dindar hatta önemli bir insan olabilirsiniz. Kim böyle bir fırsatı geri çevirir ki?

Bu arada Paulos’un asıl alameti farikası, durmadan gezerek, o kentten diğerine en zor koşullarda bile göç ederek, inandığı şeyleri söylemeye devam etmesidir. Eğer Paulos, kentteki konforlu yaşamı bırakarak yollara düşmeseydi, ne o Aziz Paulos olurdu ne de Hıristiyanlık geniş coğrafyalara bu kadar kısa bir sürede yayılabilirdi.

Paulos sonrası Efes’e gelen bir diğer Hıristiyan figür İoannes olur. İoannes Celile bölgesinde doğmuş, babasının ismi Zebedee, annesinin ismi Salome’dir. 66 yılı civarında Kudüs’te Roma saldırıları başladığı sıralarda, yanına aldığı bir grup Hıristiyan ile yola çıkar ve sonunda Efes’e ulaşır. O sırada Efes’te Paulos’un mektupları ve çabaları ile küçük de olsa bir Hıristiyan topluluğu yaşıyordu. İoannes kentte otuz yıl kadar, Efes’in Hıristiyanlarına piskopos olarak hizmet eder ve İncil yazarlığı yapar. Hagiografi yazarlarından Tourslu Gregor, İoannes’in İncil’i kaleme aldığı mekan hakkında detaylar verir. Yapı, dört duvardan oluşmakta, çatısız, orta büyüklükte ve olasılıkla harabe hale gelmiş eski bir mekandır. Gregor yapının özellikle çatısız oluşuna vurgu yapar. İoannes burada birçok kez halka açık dua eder. İncil’i yazmayı bitirene kadar da üstü açık bu yere yağmur yağmaması gibi bir mucize gerçekleşir. İoannes, İncil’i yazmayı tamamlayıp görevi bittiğinde daha hayatta iken bir mezara indiği ve üzerinin toprakla örtülmesini emrettiği rivayet edilir.

Bu mezar zamanla Efes’in en kutsal ziyaretgahlarından biri haline geldi. Daha sonra İustinianus’un anıtsal bir bazilika inşa edeceği bu kutsal yer, hac yolculuklarına çıkan inanç sahiplerinin uğrak noktalarından biri oldu. Bugün Selçuk ilçe merkezindeki Ayasuluk Tepesi yamacında bulunan anıtsal bazilika, ihtişamlı sur duvarları ile yüzlerce yıl hacıların ziyaret ettiği, konakladığı korunaklı bir yer olarak varlığını sürdürdü. Hacılar, dinsel görmenin sadece kutsal metinlerdeki sözleri okumakla yetersiz olacağını düşünüp, kutsal kitaplarda konu olan mekanları yılmadan ziyaret ettiler. Tıpkı erken dönemlerde konfor alanlarını terk edip göç edenler gibi… Yola çıkmak, bakmak ve aramak; az yemek yiyen, sadece ekmek ve tuzla yaşamını sürdüren keşişleri hatırlamaktır. Hacılar, şaraba ve ete el sürmeyen, gerekmediğinde yıkanmayan, dönemin lüks bir teknolojisi olan hamamlara yüz çeviren, bir şilte üzerinde yatmayı tercih eden bu keşişlere öykünürler. Yola çıkmak, yerinden olmak ve de yolun tehlikelerini göze almak kuşkusuz dönemin Hıristiyanları için önemli adledilmiştir. Belki de yola çıkmak mevcut koşullardan daha iyisini umut etmek, iyiyi hayal etmektir. Emir Kusturica’dan ödünç alarak şu soruyu sormak yerinde olacaktır: Hayalleri olmadan bir insan ne işe yarar? Çatısı olmayan bir kilise, sesi çıkmayan bir çan olabilir mi?

Ayasuluk Tepesi ve Aziz İoannes Kilisesi (Efes Müzesi Arşivi).

Kendi memleketlerini terk ederek, inancının peşinde diyar diyar gezen bu kişilere, günümüz iletişim fakültelerinde birer kürsü versek az bile. Çünkü modern araştırmaların ortaya açıkça koyduğu gibi; herhangi bir hammaddenin, ürünün veya aletin ya da bilginin, sevginin veya inancın, kendi kendine yaptığı bir yolculuk yoktur. Tüm bunlar, kendini adamış bir göçmen ruhun yolculuğunda temas ettiği diğer ruhlara ışık saçması ile yayılır. Ne demişler? Aydınlık bulaşıcıdır! Ayrıca, tabii ki önemli olan vardığın yer değil, yolda olmaktır.

Martyr edilen Hıristiyanlar (Eugene Thirion).

*Dr.