Erotik edebiyatın meşhur ismi: Anais Nin

Anais Nin’in İçsel Kentler serisinin beş kitabı, İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. İyi kadınlar ve kötü kadınlar, erdemliler ve erdemsizler, ağırbaşlılar ve hafifler arasındaki çizgiyi çok net çizen yargı dolu erkeklerin dünyasına başkaldıran Anais Nin herkesi belki kendini de rahatsız etmek için yazmaktan çekinmiyor. Okuyucuya da çekingenliğini ve önyargılarını bir kenara koyup onun iç dünyasına serbest bir dalış yapmak için cesaretini toplamak kalıyor.

Abone ol

 İthaki Yayınları 2020’nin son ayında Anais Nin’in İçsel Kentler serisinin beş kitabını birden yayımlayarak okuyucuyu heyecanlandırdı. Sırasıyla, Ateş Merdivenleri, Albatrosun Çocukları, Dört Odalı Kalp, Aşk Evindeki Casus ve Minotor’u Kışkırtmak Püren Özgören’in çevirisiyle raflardaki yerini aldı. Ateş Merdivenleri ile başlayan bu seri, nehir roman, ya da devamlı roman olarak nitelendirebileceğimiz bir tarzda kaleme alındı ve 1946-1958 arasında ayrı kitaplar olarak yayımlandı.

1959 senesinde tek kitap olarak olarak yayımlanan İçsel Kentler, üç ana kadın karakter etrafında şekillenen hikayelerden oluşuyor. Sabrina, Djuna (ki adını Nin’in çok sevdiği yazar ve çizer Djuna Barnes’tan alır) ve Lilian beş kitapta farklı kontekstlerde karşımıza çıkıyor. Kadınların hikayeleri beklenmedik anlarda kesişiyor. Anais Nin, bu üç kadının iç dünyasını, duygularını, arzularını, tutkularını, üzüntülerini, aşklarını apaçık bir dille ve ustalıklı bir anlatımla okuyucuya aktarıyor.

Psikanalize büyük ilgi duyan ve hatta psikanalist Otto Rank ile çalışmalar yürüten Anais Nin, bu kitaplarda, ya da romanlarda diyelim, bir taraftan psikanalitik yöntemleri kullanıyor, bir taraftan da kendi hayatını üstü kapalı bir şekilde okuyucuya aktararak bir nevi sağaltım gerçekleştiriyor. Zaten, günlükleri yayımlandıktan sonra ortaya çıktığı üzere, bu beş kitaplık serideki hikayelerin bir çoğu aslında kendi hayatından, hatta günlüklerinden yola çıkarak kaleme alınmış.

ÇALKANTILI BİR HAYAT

Angela Anais Juana Antolina Rosa Edelmira Nin-Culmell, 21 Şubat 1903’te Paris’in en zengin ve pahalı Neuilly bölgesinde dünyaya geldi. Günümüzde, L’Oreal’in Sahibi Bettencourt ailesi, eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Marine Le Pen ya da geçen sene hayatını kaybeden modacı Karl Lagerfeld’in yaşadığı semt zenginliği ve muhafazakarlığıyla tanınıyor.

Küba’dan Fransa’ya göç eden Nin ailesi sanatla iç içe bir aileydi. Anais’in babası Joaquin Nin-Castellanos, piyanist ve bestekar olarak çalışıyordu. Aynı zamanda Fransa'nın en yüksek dereceli sivil nişanı olan Légion d'Honneur sahibiydi. Danimarka’nın Küba büyükelçisi Thorvald Culmell ve Fransız bir anneden dünyaya gelen annesi Rosa Culmell Vaurigaud ise bir opera sanatçısıydı.

Anais Nin’in ebeveynleri, Küba’da evlendikten bir sene sonra Paris’e taşındılar. Anais iki yaşındayken annesi ve babası boşandı. Sonrası yollarda geçen bir hayat... Anais Nin, erkek kardeşleri Thorvald ve Joaquin ile dünyanın dört bir yanında parçalanmış bir çocukluk geçirdi. Annesi ve kardeşleriyle önce İspanya, Barcelona’ya oradan da 1911 yılında ABD, New York’a taşındılar. Anais Nin 16 yaşında okulu bırakıp mankenlik yapmaya başladı. Bir yandan da İngilizce yazılar kaleme aldı. Hugh Parker Guiler ve Rupert Pole ile evlendi, hatta ilkinden boşanmadan yeniden evlendiği için ikinci evliliği bir süre sonra geçersiz kılındı. Henry Miller, karısı June ve psikanalist Otto Rank gibi dönemin bilindik simalarıyla sevgili oldu; bu ilişkileri hem günlüklerinde hem de yazdığı kurmaca eserlerde anlattı.

ANAİS NİN'İN GÜNLÜKLERİ RAHATSIZ ETMEYE DEVAM EDİYOR

Anais Nin 11 yaşında günlük tutmaya başladı ve ölene kadar düzenli olarak günlüklerini yazmaya devam etti. Sekiz ciltlik günlüklerin büyük bir bölümü kendisi hayattayken yayımlandı. Kendisinin ve eşinin isteğiyle sansürlenen bir kısım günlük ise 14 Ocak 1977’de rahim kanserinden hayatını kaybetmesinin ardından, eşinin editörlüğünde okuyucuya sunuldu.

Aradan geçen 40 yılda dünya üzerinde çok şey değişse de Anais Nin’in günlükleri bazı insanları rahatsız etmeye devam ediyor. Erkeklerle ya da kadınlarla yaşadığı ilişkilerden, Henry Miller gibi ünlü simalarla yaşadığı aşklardan ve hatta öz babası tarafından taciz edilmesinden bahsettiği günlükler Türkçeye henüz çevrilmedi. Yayımlandığı ülkelerde yarattığı tartışmalardan bahsetmeye gerek bile yok…

Anais Nin, kaleme aldığı 8 ciltlik günlüklerin dışında, geriye son derece büyük bir erotik külliyat da bıraktı. Üç hikâyeden oluşan ve filmi çekilen Venüs Deltası/Venüs Üçgeni de bu kitaplardan biri. Anais Nin’in onu ve daha birçoğunu para karşılığı, günlük geçimini kazanmak için yazdığını biliyoruz. 1940’lı yıllarda, sevgilisi Henry Miller ve dönemin birçok yazarı gibi Nin de, ismini açıklamayan bir kişi için, sayfası bir dolara erotik hikayeler yazdı. Bu yazılardan utandığını söylemesine rağmen, Anais Nin külliyatına göz gezdiren okuyucu, onun utanmasına biraz şaşıracaktır. Zira bu hikayelerle, yazdığı diğer öyküler arasındaki fark son derece ufak görünüyor. Belki de para karşılığı yazmaktan utanmıştır, kim bilir?

Beş ciltlik İçsel Kentler’in içselliğine vurgu yapmadan bu yazıyı bitirmek mümkün görünmüyor. Anais Nin, 63 yıl boyunca aralıksız tuttuğu günlüklerinde, özel hayatını, aşklarını, ilişkilerini, iç dünyasını ve yaşadığı çalkantıları sansürsüz bir şekilde kaleme aldı. Günlüklerinden çıkıp kurmaca yazılarına geçerken okuyucunun gözüne çarpan en büyük değişim, 1. tekilden 3. tekil şahsa geçiş...

Özenle seçilmiş kelimeler, dikkatlice yazılmış planlı cümlelerde şiir mi düzyazı mı okuduğunuzu anlayamadan salınıyorsunuz. Kurmaca yazılarla, kendisi için kaleme aldığı günlükler neredeyse aynı derecede cüretkâr ve özgür bir dille yazılıyor. Kadın karakterlerde kendini anlatmaya devam eden, bu nedenle de eleştirmenlerce narsist bir yazım tarzına sahip olmakla eleştirilen Nin’i sevebilir ya da sevmeyebilirsiniz ama 40’lı yıllarda yaşayan özgürlükçü ve cüretkâr bir kadının iç dünyasını merak ediyorsanız, Anais Nin çok doğru bir adres.

İçsel Kentler serisinin dördüncü cildi Aşk Evindeki Casus, bu seride en dikkat çekici kitaplardan... Anais Nin’in günlüklerini okuyormuş gibi hissediyor okur. Her ne kadar Nin, gerçek hayattan kurmacaya geçişleri bulanıklaştırmaya çalışmışsa da satır aralarında açık açık söze giriyor, bir karakterden diğerine geçerek kendi düşüncelerini okuyucuya sunuyor.

Sabina, Djuna ya da Lillian, bin bir parçaya bölünmüş, her parçası diğerinden gizli, ama aynı kişiyi gösteren bir ayna gibi Nin külliyatı. Bu anlamda tıpkı kendi yaşamına benziyor. Hayatını biraz bilen okurlar için isimler önce bulanıklaşıyor, sonra da Nin’in hayatındaki gerçek kişilere dönüşüyor.

İyi kadınlar ve kötü kadınlar, erdemliler ve erdemsizler, ağırbaşlılar ve hafifler arasındaki çizgiyi çok net çizen yargı dolu erkeklerin dünyasına başkaldıran Anais Nin herkesi belki kendini de rahatsız etmek için yazmaktan çekinmiyor. Okuyucuya da çekingenliğini ve önyargılarını bir kenara koyup onun iç dünyasına serbest bir dalış yapmak için cesaretini toplamak kalıyor.