Ertuğrul Günay: Türkiye hiçbir zaman çoğulcu olmadı

Türkiye siyasetine yıllarını vermiş Ertuğrul Günay, Demokrat Parti ile CHP arasında farklı bir yerde duran Hürriyet Partisi’nin Türkiye için bir şans olduğunu ancak siyasi koşullar nedeniyle partinin varlığını sürdüremediğini düşünüyor. 27 Mayıs’la kesintiye uğramasa ve parti yaşasaydı demokrasimiz çok farklı olabilirdi diyen Günay’la Şerif Mardin, Turan Güneş, Muammer Aksoy gibi isimleri barındıran Hürriyet Partisi’ni ve darbe yıllarını konuştuk.

İslam Özkan islamozkan@gmail.com

Türkiye’nin siyasi tarihi hep Demokrat Parti ve CHP ile bu ikisi arasındaki çatışmalar üzerinden okunuyor. Ancak çok partili hayata geçtikten sonra bu ikisinin dışında gerçekten siyasi hayata önemli katkıları olmuş başka partiler de var. Hürriyet Partisi de bunlardan biri. Konuya ilişkin bir de kitap kaleme almış olan Günay bize o yılları anlattı.

'BAYAR, CUMHURBAŞKANI SEÇİLDİĞİNDE GENEL BAŞKANLIKTAN İSTİFA EDEREK ÖRNEK BİR DAVRANIŞ SERGİLİYOR'

Bir “Hürriyet Hikayesi” adlı kitabınızda Celal Bayar’ın “Beyaz Devrim” dediğiniz demokrasiye geçiş ve iki seçimi kazasız belasız atlatma noktasındaki stratejik rolüne işaret ediyorsunuz. Burayı biraz açabilir miyiz? İsmet Paşa’yla Menderes’in geçişteki rolü konuşuldu, ama Bayar o kadar konuşulmadı sanki….

Haklısınız, Celal Bayar çok önemli bir siyasi figür. Atatürk’ün son başvekili, daha önce de İsmet İnönü’den başvekilliğin alındığı olmuş, ama genel başkan vekilliği hep üzerinde kalmış. Oysa 1936’da başvekillik Bayar’a verildiğinde genel başkan vekilliğini de Atatürk ona vermiş. Bayar bir İttihatçı, Kurtuluş Mücadelesi'nde Galip Hoca ismiyle önemli çalışmaları var. İktisatçı, özel eğitim görmüş, yabancı ülke bilgisi var. Uzun yıllar CHP’de görevler almış, rejimin kodlarını biliyor. Bu açıdan, Atatürk’ün son başvekilini Demokrat Parti’ye genel başkan yapanlar akıllı bir seçim yapmışlar. Partiyi kazaya uğratmama konusunda gereken dikkati göstermişler.

Tabii, 25 yıllık tek parti iktidarına karşı birikmiş bir öfke var. Bu öfke nedeniyle daha radikal CHP karşıtları, Osman Bölükbaşı gibi, DP’den ayrılarak Millet Partisi’ni kurmuş ve farklı bir yolu tercih etmişler. 1946’da seçime girmişler, 1948’de daha radikal muhalefet yapmak amacıyla DP’den ayrılmışlar. Prof. Hikmet Bayur’u genel başkan, Mareşal Fevzi Çakmak’ı onursal başkan yapmışlar.

DP ise bu çizgiden farklı olarak Celal Bayar’ın liderliğinde dış politika ve Atatürkçülük konusunda CHP’den çok da farklı olmayan bir çizgi izlemiş, hatta başlangıçta İsmet Paşa ile de bir denge tutturmuşlar. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye’nin Batı kampını tercih edeceği belli olduktan sonra, çok partili hayata geçiş sürecinde Celal Bayar devlet için makul bir seçenek olarak gözükmüş.

1950’de Bayar’ın -bugün için de öğretici- anlamlı bir tutumu var. 1946’da çok partili hayata geçildiğinde İsmet Paşa, Demokrat Partililer tarafından çok eleştiriliyor hem cumhurbaşkanı hem de parti başkanı olunmaz diye. Celal Bayar, 1950’de cumhurbaşkanı seçildiğinde parti genel başkanlığından istifa ederek örnek bir davranışta bulunmuş. Bugünle kıyaslarsak bugünkü Türkiye’nin, bu açıdan 1950 yılının gerisinde görüyoruz.

'DEMOKRAT PARTİ’NİN ÖRNEK ALACAĞI BİR GEÇMİŞ YOKTU AMA ŞU ANKİ İKTİDARIN VAR'

Demokrat Parti dönemini bugünle karşılaştırdığınızda benzeri süreçleri görüyor musunuz?

Olayları kendi şartları içinde değerlendirmek gerekir. Demokrat Parti, 25 yıllık tek parti iktidarından sonra gelmiş; dünya çoğulculuğu, çok partili sistemi içselleştirmeye başlamış, ama ardından da hemen Soğuk Savaş gelmiş. Bir taraftan Batı kampını tercih etmiş, ama öte yandan da Soğuk Savaş çatışmasında uç karakol durumunda. Bu gerginlik hep sürmüş.

Burada kritik nokta seçim yasası. Demokrat Parti yöneticileri çoğunluk sisteminin avantajlarını görmüşler, on puan farkla, parlamentoda ezici bir çoğunluk elde etmişler. Örneğin 1954 seçiminde arada on puan fark var, ama Demokrat Parti, 400 sayısının üzerine çıkmış, CHP 30’larda kalmış, inanılmaz bir uçurum. Ama aynı fark, DP’ye karşı elde edilse bu kez sonuç tam tersi çıkacak, yani CHP parlamentoda aldığı oyla orantısız bir çoğunluk elde edecek. Bu gerçek, ikinci seçimden sonra hırçınlaşmanın nedeni olmuş. DP, kendi taraftarını konsolide edecek sertliklere girmeye başlamış. Bu sapma 57’de oy kaybetmesine ve -ne yazık ki- 60 darbesine doğru giden sürece yol açmış. Bu sürüklenişin gerisinde DP’nin alacağı bir örnek yok; tek parti yönetimi var ve DP onlara özenmiş.

Oysa bugünden geriye baktığımızda ibret alınacak çok olay, ders var. 1950/60 Türkiyesi ve dünyası ile bugün çok farklı. O günden bugüne 70 yıl geçmiş ve bu süreçte günümüz açısından ibret alınacak birçok olay yaşanmış. 12 Mart’ın 50. yıldönümünde yayınlanan “Muhtıra’dan Darbe’ye” adlı kitabımızda biraz da bunu anlatmaya çalıştık. Her şey, “Asker geldi, darbe yaptı” şeklinde ezberden ibaret değil; yaşananlardan ders çıkarmak, gerginliklerden sakınmak, tuzaklardan kaçınmak gerekiyor..

'27 MAYIS, TÜRKİYE’DE DEMOKRASİNİN KENDİNİ GELİŞTİRMESİNİ ENGELLEMİŞTİR'

Öte yandan gidişata baktığımızda DP kan kaybediyor, halk yavaş yavaş DP’den uzaklaşıyor, asker darbe yapmasa seçimlerle gitme ihtimali çok yüksek değil mi zaten?

Görüşüm ve tezim odur. 1957 seçimleri bize bu ipucunu veriyor. 1957’de ilk defa muhalefetin oyları Demokrat Parti’yi geçiyor, ancak muhalefet partileri DP’ye karşı güç birliği anlaşmasını yapmak üzereyken, hemen rahmetli Menderes, güç birliğinin önünü kesecek bir seçim formülünü gerçekleştiriyor ve baskın seçim yapıyor. O dönemde seçim yasasında değişiklikler yapılır yapılmaz yürürlüğe girebiliyor şimdiki gibi bir sene geçmesi gerekmiyor.

Oysa darbe olmasa, demokratik mücadeleye devam edilebilse Türkiye için güzel bir gelenek oluşacaktı. Bu açıdan 27 Mayıs’ı, yürümeye çalışan çocuğun düşüp kalkmasına fırsat vermeyen yanlış bir müdahale olarak niteliyorum. Çocuk dizini, elini ve hatta bazen başını yaralar, ama sonunda yürümeyi öğrenir. Siz ona sürekli yürüteç takarsanız kendi gücüyle yürümek zorunda olduğunun farkına varamaz. 27 Mayıs, Türkiye demokrasisine maalesef bunu yaptı.

'27 MAYIS NEDENİYLE İYİ BİR HUKUK METNİ DARBE ANAYASASI ADINI ALDI'

27 Mayıs darbesi bu anlamda kötü bir gelenek oluşturmuş oldu öyle değil mi?

Gereksiz ve ölçüsüz müdahale siyasetin kendi sorunlarının kendisi tarafından çözülmesini engelledi. 60 ya da 61’de seçim yapılsa nispeten özgürlükçü maddelerin yer aldığı anayasa, darbe anayasası değil, yeni kurulan meclisin anayasası olacaktı. Zira toplumda o tartışmalar vardı; yargı bağımsızlığı, hakim teminatı, çift meclis, basın özgürlüğü, grev hakkı tartışmaları. Bu tartışmaların yeni meclis tarafından anayasaya aktarılması çok doğal. Fakat 27 Mayıs gelip oyunu bozdu ve Türkiye’nin iyi bir hukuk metni, maalesef bir darbe anayasası gibi göründü. 1965’te ve 1969’da DP’nin devamı sayılan Adalet Partisi seçimleri kazanınca da, ‘asker sivil aydın zümre’ adıyla bir takım seçkinler, “devrim yarım kaldı” diyerek yeni arayışlara girdi ve 27 Mayıs’ı tamamlayacak bir adım olarak, parlamentoyu feshetmeye, “Milli Demokratik Devrim” yolunda yeni bir yönetim kurmak için 9 Mart girişimine kalkıştılar. 9 Mart olamadı, 12 Mart oldu. Gerisini biliyorsunuz.

'DARBEYE DEVRİM DENİLEMEZ'

Peki, 27 Mayıs’a darbe değil ‘devrim’ diyenlere ne dersiniz?

Bütün müdahaleler darbedir. Devrim falan değil. 27 Mayıs da, 12 Mart da, 12 Eylül de darbedir. 9 Mart gerçekleşmiş olsa, sanırım o da çok acımasız bir darbe niteliği taşıyacaktı.

'İSMET PAŞA DARBEYE YETERİNCE KARŞI KOYMADI'

Öte yandan siyasi partiler arasında düşmanlaşma yaşanmasaydı, taraflar bu kadar cepheleşmeseydi, askeri darbe de önlenebilirdi aslında. Diyelim ki sivillere rağmen yapılacak bir darbe girişimi söz konusu olsaydı, ortak bir tutumla püskürtülebilirdi belki de. Bu kutuplaşma CHP ve İsmet Paşa’nın da “istemem, yan cebime koy” tarzında darbeye göz kırpmasına ve muhalefetin askerleri kurtarıcı olarak görmesine yol açtı belki de...

Bu meseleyi o günleri yaşamış büyüklerimizle tartıştım. Bazıları, kitapta İsmet Paşa’nın darbeye yeşil ışık yaktığını söylediğimde bana “haksızlık ediyorsun” dediler, ama tartıştığımızda Paşa’nın radikal bir karşı koyuş içerisinde olmadığını da kabul ettiler. İsmet Paşa açıkça “Darbenin ne içindeyim ne dışında” diyor. Halbuki “Ben bu ülkeye çok partili sistemi getirdim, bunun yıkılmasına izin vermem, biz demokrasiyi kendi sınırları içerisinde kendimiz koruruz” dese, ben askerlerin darbeye kalkışabileceklerini sanmıyorum. Zaten 27 Mayısçıların içinde kalıcı olmak isteyen bir ekip (Türkeş ve arkadaşları) ve diğer tarafta da hızla demokrasiye geçişi arzulayan grup olmak üzere iki kanat var. İkinci kanadın İsmet Paşa’ya karşı çıkması imkânsız gibi.

Yassıada’da alınan kararlara baktığımda, bir hukukçu olarak Menderes ve ekibine idam cezaları verilmesinin çok ağır ve haksız olduğunu görüyorum. Osmanlı’daki ‘siyaseten katl’ cezalarını andıran kararlar bunlar. Bu kararlarla birlikte Türkiye siyasetine kan davaları girdi. Bu kan davasının bir misillemesi de 12 Mart’ta yaşandı. Üç idam başka üç idamla karşılandı. Bugün biz hala bu travmaları yaşıyoruz.

'FEVZİ ÇAKMAK BİLE KOMÜNİSTLİKLE SUÇLANMIŞ'

Bir de Millet Partisi var, üzerinde sizin yaptığınıza benzer müstakil olarak bu partiyi ele alan çalışmalar yapılmış mıdır bilmiyorum, ama fikri olarak kendisinden sonrakileri etkilemesi ve bugüne ışık tutması bakımından önemli bir parti gibi görünüyor; ne dersiniz?

Millet Partisi, DP’den kopan ve muhalefetini zaman zaman dini referanslarla güçlendirmeye çalışan bir ‘ahali’ partisi. Türkiye toplumunun geleneksel dokusuna hitap etmeye çalışan bir parti. Gerek DP gerekse CHP, ikisi de ödünsüz Kemalist olduğu için bu partiyi dışlıyorlar. Osman Bölükbaşı, partinin simgesel ismi. Bölükbaşı’na şeriatçı demek mümkün değil ama muhafazakar-demokrat denilebilir. Kurucuları arasında Hikmet Bayur, sonradan partiyi suçlayarak ayrılmış ver DP’den milletvekili olmuş. Onursal başkan olan Mareşal Fevzi Çakmak’ı tek parti müfritleri, bazı ‘solcularla’ İnsan Hakları Derneği'nin kuruluşuna katıldığı için komünistlikle suçluyor. Türkiye’de bugün nasıl önüne gelen herkes PKK’lı ya da FETÖ’cü olmakla suçlanıyorsa, o dönemde de komünistlik de böyle bir yafta olarak kullanılıyor. MP’ye ilişkin bir akademik çalışmaya rastlamadım, ama incelemeye değer bir parti gerçekten.

'TÜRKİYE HİÇBİR ZAMAN ÇOĞULCU OLMADI'

Millet Partisi’ni ve onda sembolize olan Kemalizm karşıtlığı vs. gibi çizgileri dahi tolere edebilen bir siyasal sistem olsaydı, şu an demokrasi açısından farklı yerlerde olurduk galiba…

Tabii sadece MP değil söz konusu olan. Çünkü MP, kapatılmasına rağmen daha sonra farklı isimli partilerle çizgisini sürdürmeyi başarmış. Ama hiç yaşamasına imkan verilmeyen Türkiye Sosyalist Partisi, Ahali Sosyalist Fırkası gibi partiler de var. Bu partilerden birinin lideri büyük romancı Orhan Kemal’in babası, birinci mecliste bulunmuş bir hukukçu olan Abdülkadir Kemali Bey’dir. Partiyi kurduğu günün ertesinde partisi kapatılmış, kendisi de tutuklanmıştır. Türkiye, çok partili sisteme geçtikten sonra da hiç ‘çoğulcu’ olmamış.

'TİP, TEMELDE SOSYAL DEMOKRAT BİR PARTİYKEN KOMÜNİST BİR OLUŞUMMUŞ GİBİ SUNULDU'

Bu biraz da dış dinamiklerle de ilgili galiba. Soğuk Savaş gibi son derece cepheleştirici bir dönemde komünist ya da sosyalist partilerin gelişip serpilmesine izin vermezdi müttefikler.

Doğru, ama komünist ve sosyalist değil, en basitinden sosyal adalet talepleri olan siyasi hareketlerin yeşermesine de izin ve imkân verilmemiş. Örneğin 60’ların Türkiye İşçi Partisi, bugün baktığınız zaman sosyal demokrat bir parti aslında. Evet, üst düzey isimlerden bazıları Marksist bir düşünce yapısına sahip olanlar olabilir, ama aşağıya doğru inildikçe bir ahali sosyalist fırkasıydı. O dönemde TİP sadece sağcılar tarafından şeytanlaştırılmadı, sosyal adaletçi ve demokratik bir sisteme geçişin halka anlatılarak başarılabileceğine inanmayan bazı radikal 'sol' gruplar tarafından da imha edildi.

'DOĞRU SÖYLEYENDEN, SORGULAYANDAN HOŞLANMAYAN BİR TOPLUMSAL YAPIMIZ VAR'

Biraz da aydın ve entelektüellerimize çok nobran davranmıyor muyuz? Hala da değişen bir şey yok galiba. Ahmet Altan hala içerde. Dışarda olanlar da içerdekilerden çok farklı değil, sürekli saldırı altındalar, linç kampanyaları vs. üzerinden bağımsız düşünenlerimiz baskıya maruz kalıyor. Geçmişte de öyle işkence görmeyen, cezaevine girmeyen aydın yok gibi. Biraz da başımıza gelenler bağımsız duruşa sahip aydınlarımıza yaptıklarımızdan dolayıdır belki de. Ne dersiniz? 

Doğru. Türkiye siyaseti doğrucu tavırdan pek hoşlanmıyor. Başka dillerde “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” sözü var mı, bilmiyorum. İster sol, ister sağ eleştiriden, itirazdan hoşlanmıyor. Benim çocuğumun okulundaki bir veli toplantısına katıldığımda öğretmeni, "çocuğunuz çok soru soruyor” diye şikayette bulunmuştu. Sıkıntı eğitimimizden başlıyor. Soru sorandan, farklı, aykırı olandan hoşlanmıyoruz.

Oysa Mevlana’nın bir sözü rivayet edilir: “Hepimiz aynı düşüncedeysek yeteri kadar düşünmüyoruz demektir.” Aşık Veysel de onu söylüyor: “Kim okurdu kim yazardı, bu düğümü kim çözerdi, fikir başka başk’olmasa.”

Farklı fikirden hoşlanmadığı için Türkiye ilerleyemiyor. Bu ülkede bir kampın bağımlısı olmayan her aydın büyük eziyet gördü. Nazım Hikmet cezaevinde 12 yıl yattı, bunu ezberledik. Hikmet Kıvılcımlı da 12 yıl yatmış. Büyük romancımız Kemal Tahir de 12 yıl yatmış. Allah’tan korkmaz mısınız?

'SABAHATTİN ALİ, DEVLET RİCALİ KUTLAMA YAPILIRKEN SINIRI GEÇMEK ÜZEREYKEN ÖLDÜRÜLDÜ'

Yatmayan aydın kalmamış…

Devlet ricali Ankara’da opera gibi çağdaş bir etkinlikle kutlamalar yaparken 2 Nisan 1948’de Türkiye’nin seçkin edebiyatçılarından Sabahattin Ali, Edirne sınırında öldürülüyor. Türkiye’nin büyük yazarlarından biri kim vurduya gidiyor. Örnekleri çoğaltabilirsiniz. Bu cefayı çekmeyen yok gibi. Düşünün, ‘entellektüel’ olmak kolay bir paye değil. Fikrî yetenekleriyle temayüz eden özel insanların hak ettiği bir nitelik ve konum. Ama bu ülkede ‘entel /dantel’ diye alay konusu yapılıyor. Liberallik, batıda özgür düşüncenin kaynağı bir akımdır; Türkiye’de bir suçlama, aşağılama konusu oldu.

'HÜRRİYET PARTİSİ, TÜRKİYE’NİN BİR SENTEZİYDİ ASLINDA'

Biraz da bu konuyla bağlantılı olan, sizin üzerine kitap yazdığınız “Hürriyet Partisi” ile ilgili konuşalım hocam. Farklı bir parti, bir aydın partisi. Doğal olarak da seçkinci bir parti. Bir benzeri Türkiye’de kurulmuş mudur, bilmiyorum. Şerif Mardin’den Muammer Aksoy’a, Turan Güneş’ten Fethi Çelikbaş’a varana kadar farklı isimleri içinde barındırıyor. Böyle bir partinin kurulması için bir fikri olgunluk ve zemin gerekiyor. Bu partinin Osmanlı’ya kadar uzanan fikri kökleri var mı?

Türkiye’deki bütün yeni fikirlerin biraz naif, biraz çocuksu belki ama derin izleri var tabii. Cumhuriyet fikri de onlardan biridir. Cumhuriyet fikri “Efendiler yarın Cumhuriyet ilan ediyoruz” diyerek sadece M. Kemal’in aklına gelmiş yeni bir fikir değil. Mesela Kuvvay-i Milliye’de Hacı Muhittin Bey’in hatıratına baktığınızda, “Reddi İlhak Cemiyetleri” kurulurken cumhurun başkanı olmaktan söz ediyor. Daha geriye gittiğinizde Şinasi, Büyük Reşit Paşa için “Ahali-i fazlın reis-i cumhuru” ifadelerini kullanıyor. Hürriyet düşüncesi, eşitlik ve adalet düşüncesi de öyle.

Bu fikirlerin sistemleşmesi, siyasi bütünlüğe kavuşması ise yeni. Şimdi Hürriyet Partisi’ne gelirsek, bunların bir kısmı yüksek öğrenimini yurt dışında yapmış, demokrasi ve çoğulculuğu hazmetmiş, yakından gözlemleme imkanına kavuşmuş insanlar.

Demokrat Parti’de iki tür insan var: Gerçekten demokrat olup bu çizgide devam etmek isteyenler, bir de CHP içerisinde uzun süre bulunmuşlar oradan kurtulmak ama onun gibi olmak isteyenler. Hürriyet Partisi içerisindeki isimlerden bir kısmı örneğin Fevzi Lütfü bey, 1924’de Takriri Sükun kanunlarını uygulamaya konulduğundan beri bu icraata itiraz etmiş mücadeleci bir insan. 1955’te Menderes’e parti içinde denetim olmadığını, kimseye danışılmadığını söylüyor. Biz tek parti dönemine son verdik ama “bunu onlar gitsin yerlerine biz geçelim diye mi, yoksa halk yönetimde söz sahibi olsun diye mi yaptık” diyor.

DP yönetimi bu itiraz ve eleştirilerden hoşlanmıyor. Aralarında partinin kurucuları, önde gelen bazı isimlerinin de olduğu bu itirazcılar, hiçbir sorgulama olmaksızın büyük kongre eşiğinde partiden çıkarılıyorlar.

Bugüne gerçekten çok benziyor. Bu insanlar kendi seslerini duyurabilecekleri medya vs. gibi araçlardan mahrumlar. Bugün iktidarın TRT’yi ve birçok yazılı görsel yayını tamamen tekeline tutması gibi DP de o dönem de muhalefeti, tek yayın imkanı olan radyodan mahrum ediyor.

Hürriyet Partisi, program ve söylem olarak 'sosyal liberal' bir parti. İlk defa sosyal siyaset kavramını parti programına almışlar, grev ve sendika hakkını savunuyor. Demokrat Parti içinden kopan bir parti, ama sonra bir kısmı Türkiye İşçi Partisi’nin, bir kısmı DİSK’in kuruluşunda yer alacak İbrahim Güzelce, Avni Erakalın, Rıza Güven gibi sendikacılar 1957’de parti listelerinden aday oluyorlar. Farklı bir sentez yaparak Türkiye’nin önemli isimlerini, aydınlarını bir araya getirebilmiş. Keşke devam edebilseymiş diye hayal ettim ve bu hayalimi kitapta da yazıya döktüm.

Peki hocam partinin güçlü ve zayıf tarafları nelerdi?

Partinin güçlü tarafı, dünyayı iyi tanıyan, konularına hakim, demokrasiyi özümsemiş insanlar olmalarıydı. Zayıf tarafı ise partinin bir aydınlar kulübü olarak görülmesi, örgütlenmekte geç ve aşırı seçici davranması.

'HÜRRİYET PARTİSİ’Nİ KURANLAR, DP’DE KALSALARDI ÖDÜLLENDİRİLECEKKEN AYRILMAYI TERCİH ETTİLER'

Dünyada peki bir benzeri var mı böyle aydınların kadrolaşıp bir siyasal partiye dönüştüğü?

Dünyada bilmiyorum, ama Türkiye’de 90’lı yıllarda kurulmuş olan Yeni Demokrasi Hareketi’ni kısmen benzetiyorum. Tabii Hürriyet Partililerin farkı, iktidarın nimetlerinden yararlanmak ve güçlü olandan yana olmak varken yanlış politikalara itiraz ederek DP’den kopup yeni bir muhalif parti kurmuş olmaları. Partide kalsalardı muhtemelen bakan olacak ya da üst düzey görevlerle taltif edileceklerdi, ama onlar bunu tercih etmedi. O yüzden tutumlarını çok saygı değer buluyorum. 

'AK PARTİ, 3. SEÇİMDEN SONRA SERTLEŞMEYE BAŞLADI'

Son olarak siz, AK Parti’de bir süre bulundunuz ve bakanlık yaptınız. Şimdiki otoriter mantaliteyi andıran şeyleri o dönemde hissettiğiniz oldu mu? Bugünün ipuçlarını o günlerde gördünüz mü?

Önceki dönemlerde siyasetin farklı isimlerini, örneğin Ecevit ve Baykal yönetimlerini de tanıdım. Oralarda da çok itirazdan pek hoşlanılmazdı. Sayın Ecevit, sayın Baykal da itirazdan hoşlanmayan egosu yüksek bir siyaset adamlarıydı. Ben biraz muhalif tavırlıyım belki, anlaşamadım bu siyaset biçimleriyle. Çekişmelerimiz 1994’ten 2004’e kadar sürdü, sonunda sayın Baykal beni asılsız gerekçelerle ihraç etti. 2007’ye kadar bağımsızdım, o süreçte e-muhtıra verildi; seçimle gelmiş iktidara yönelik bir girişim olmasına itiraz ettim. O süreçte sayın Erdoğan’ın bana ve arkadaşlarıma AK Parti'ye katılmamız yönünde ısrarları oldu. Bir kısım arkadaşımızla birlikte AK Parti’ye katıldım. 2007-12 arasında Kültür ve Turizm Bakanı olarak beş yılı aşkın görev yaptım. 2011’e kadar fazla sorun yoktu. Ama üçüncü seçimi kazandıktan sonra bir tutum değişikliği oldu. Üç seçim kazanmasının öz güven patlaması kibir görüntüsüne ve ben merkezci bir tavıra dönüştü. 2011’den itibaren zaten 1.5 yılımız müthiş gergin geçti. Başkanlık sistemi, İstanbul’daki dikey yapılaşmalar meselesi ayrılık noktamızdı, Suriye konularında tümüyle farklı fikirlerdeydik. En son Gezi Parkı’nın betonlaşmasını Kültür Varlıkları Koruma Kurulu'nun reddetmesi ve benim bu red kararını savunmam ipleri kopardı. 2013 başında bakanlıktan, 2013 sonunda partiden ayrıldım.

Bugün yaptığım eleştirileri, başından beri yaptığım içim kendimi haklı görüyorum. Keşke üçüncü seçimden sonra uyarılarımızı dinlese ve bu savrulmalar yaşanmasaydı. Ne yazık ki, Türkiye siyaseti geçmişten ibret almaktan ve tecrübeden yararlanmaktan uzak. O nedenle aynı şeyleri sil baştan, yeniden yaşıyoruz.

Çok teşekkür ediyoruz söyleşi için.

 
 
 
 
 
Tüm yazılarını göster