Esat Aslan: Otoriteye başkaldıran Alevilik, İslam’ın özünü temsil ediyor
Esat Arslan, Aleviliğin tarih boyunca önemli bir itiraz kültürü ürettiğini, onun Sünni İslam’ın içine düştüğü handikaplardan bu itiraz kültürü sayesinde uzakta kalabildiğini düşünüyor.
Din ile dini düşünce arasındaki fark, bize dinin farklı yorumlara açık olduğunu söyler. Yorumlardaki çoğulculuk imkânı bizzat dini metinlerin onayladığı bir şeydir. Dolayısıyla ortodoksi ve egemen din anlayışı, tarihsel koşullarla oluşturduğu tekel pozisyonunu takipçilerine dayatamaz. Esat Arslan’la hem çoğulcu bir dini yorum ve yaşantının imkânlarını hem de dinin ezen ezilen ilişkisine ve hayata dair neler söyleyebileceğini konuştuk. Buyurun birlikte okuyalım.
Marx’ın “Din halkın afyonudur” vecizesini, öncesinde söylediği ruhsuz bir dünyanın ruhudur ifadesiyle birlikte ele aldığımızda sizce nasıl bir sonuca varmak mümkün? Marx’ın bu sözünü yeniden mi yorumlamak gerekiyor sizce?
Marx’ın tevarüs ettiği haliyle din ve ne yazık ki bizim bugünkü pek çok tezahür ettiği haliyle İslamımız, salt bu dünyadaki acıyı katlanılır kılma derdine düşmüş ve bu dünyadaki siyasi yanlışları meşru kılmaya yarayan bir din haline gelmiş durumda. Bu anlamda bir afyon. Ve güzel bir geleceğe yönelik arzularımızı ölüm sonrası bir ahiret formunda da olsa koruduğu için bizim bu dünyanın sıkıntılarına katlanmamamızı ve hayata sevgiyle ve ümitle sarılmamızı sağlıyor. Bu anlamda din ruhsuz bir dünyanın ruhudur.
Eğer Marx, Hazret-i Peygamber’in mücadelesini gözleriyle görseydi, sanıyorum dinin özüne dair başka şeyler söylerdi. Zira Kuran’da ‘ahiret yaşamı’ diye kodlanan bütün emirler bu dünyayı cennete çevirmeye yönelik idealistçe eylemlerdir. Yani Kuran’da ahiret yaşamı bu dünyayla ilgisiz bir ritüeller demeti değil, örneğin dürüstlük, haram yememe, anne babaya yaşlılığında sahip çıkma gibi ahlaki emirleri, tamamen bu dünyayı cennete çevirmeye yöneliktir.
Kuran’ın infak emri tamamen bizim yaşadığımız mutlulukları bu olanaklara sahip olmayanlarla paylaşmamız içindir. Cihad emirlerini dikkatli okuduğunuzda, Kuran’da cihad tamamen yeryüzünde zulüm ortadan kalksın diye yapılır. Herkes Müslüman olsun diye değil, yani… Herkes inancını özgürce yaşasın diye…
'ADİL BİR DÜNYA İÇİN DİNİ METİNLERİ YENİ BİR GÖZLE OKUMAYA İHTİYAÇ VAR'
İslam sadece uhrevi bir cenneti değil aynı zamanda bu dünyayı cennete çevirmeyi hedefliyorsa peki İslam, günümüz ekonomi-politiğine ilişkin ne söyler?
Anladığım kadarıyla Kuran’ın iktisada dair temel önermelerini üç cümlede toplayabiliriz: (1) zekât emri, (2) faiz yasağı (3) kitap okuma ve eğitim emri.
İslam kurumsallaştıktan ve bu emirlerin tarihin kısıtları içindeki uygulamaları İslam’ın gayesini yerine getirmek için yeterli görülmeye başladıktan sonra, biz İslam’ın bu konudaki felsefesinin derinliğini yitirmişiz. Fakat bu emirlerin mantığını ortaya çıkarmak için Kuran’ı taze gözlerle okuduğumuzda bu üç emrin bizim bugün dünya ölçekli yaşadığımız iktisadi krize de sağlam bir yanıt verdiğine inanıyorum. Kuran’dan okuduğumuzda zekât emri dünya ölçekli gelir adaletinin sağlanması içindir.
Malın 1/40’ından alınan zekât sosyal adaleti sağlar mı sizce?
Bu başka bir tartışma konusu ama elbette zekâtın oranı 1/40’la sınırlandırılamaz.
Peki o zaman İslam’ın ekonomi politiğine geri dönelim…
Faiz yasağı mutlak değildir, sadece finansal piyasaların aşırı kar etmesinin, reel ekonomiyi sömürecek ve onun işleyişini çarpıtacak bir kurum haline gelmesinin ve zengin-fakir hiyerarşisini perçinlemesinin önüne geçmek içindir. Eğitim emri ise –Kuran’da Yusuf ve Musa peygamberlerin Mısır sarayındaki seküler eğitimlerini merkeze alacaksak- bireylerin dünyevi ilimlerde hâkimiyet kazanabilmesi ve yeni fikirlerle ekonomiye kalıcı katkıda bulunabilmesi içindir.
2008 dünya ekonomik krizine kadar bu üç emrin güncelliğini fark etme yeteneğine sahip değildik. Fakat bu krizde ve bu krize uygulanan yanlış tedavilerden sonra artık en ciddi iktisatçılar bile dünya ölçekli gelir adaletinin, finansal piyasalara ciddi kısıtlamalar getirilmesi gerektiğinin ve kalıcı bir maddi-manevi kalkınma için dünya ölçekli bir eğitim reformunun elzem olduğunu daha bir vurgulu bir şekilde dile getirmeye başladılar.
Hazret-i Peygamber’in hayatına dikkatle baktığımızda, onun, maddi köleliklerden azade olabilmiş ve kendisinin yetiştirip sahabe toplumuna örnek olarak sunduğu Hazret-i Ali ve Hazret-i Ayşe gibi hem dini hem seküler bilimlerde söz sahibi olan özgür insanlar yaratmaya çalıştığını görüyoruz. Ne yazık ki çağımız kapitalizminde tüm yeteneklerimiz paranın hizmetine veriliyor ve dumur oluyor. İlahiyat camiamız ise ilim deyince sadece dini ilimleri anlıyor ve seküler bilimlere ve sanatlara değer vermiyor. Hazret-i Peygamber’in bu unutulmuş idealini yeniden canlandırabilmenin insanlık olarak bizim mutluluk seviyemizi alabildiğine yükselteceğine inanıyorum. Ve zaten küresel ısınmanın maddi büyüme çabalarımıza ket vurmaya başladığı bir ortamda manevi ve tinsel yeteneklerimizi geliştirmek dışında bir mutluluk arayışı imkânsız bir fanteziye dönüşmek üzere.
'KATOLİKLİĞİ ERASMUS, PROTESTANLIĞI SCHELEİERMACHER RUHUYLA YAŞAYAN BİR HIRİSTİYANLA, YAHUDİLİĞİ LEVİNAS GİBİ ANLAYABİLEN BİR YAHUDİYLE BİR MÜSLÜMAN, DİN KAVGASI YAPAMAZ'
Temelde Kuran’ın kendinden önceki dinler olan Hıristiyan ve Yahudiliğe atıfta bulunmasına, hatta meşruiyet tezini İncil ve Tevrat’tan hareketle kurmasına rağmen ana akım İslam düşüncesinin bu iki dine çatışmacı bir dille yaklaşmasını ve bu ilişkiyi bir devamlılık ilişkisi olarak değil bir rekabet ya da husumet ilişkisi olarak görmesini nasıl yorumlamalı? Bunun nedenleri ne olabilir?
Maide Suresini dikkatle okursanız Kuran’ın derdi çok kültürlü bir medeniyet kurmaktır. Yani Yahudilerin, Hıristiyanların ya da Budistlerin vs. herhangi bir baskı ya da ayrımcılık altında kalmadan kendi kutsal metinlerindeki hakikatleri özgürce yaşama geçirebildiği ve farklı inançlara sahip olanların ortak bir kamusal alanda geleceklerini beraberce şekillendirebildiği bir uygarlık kurmak istiyor Hazret-i Peygamber.
Yine Maide Suresinde Yahudi ve Hıristiyanlara getirilen itirazlar onlar Müslüman olsun diye değil, dinlerini gücün, servetin, softalığın ve yobazlığın bozmasına müsaade etmemesi için getirilen eleştirilerdi.
İslam tarihinin ilk şekillenişi Bizans egemenleriyle savaş üzerine oturunca ve Kuran’ın bu konudaki derinliğini hissetme yeteneği sonraki kuşaklar tarafından unutulunca, Kuran’ın bu konudaki mesajı hakkıyla kavranamadı. Zaten Ortaçağ, genel olarak farklı dinlerin birbirini anlama yeteneğinin gelişkin olmadığı bir çağ. Ancak İslam medeniyetleri Batı’nın aksine kozmopolitizmi çağına göre daha gelişkin bir ruhla korumuş olmalarına rağmen bu mesajın kavranamadığını söylemek gerekiyor. Katolikliği Erasmus ruhuyla kavrayan, Protestanlığı Scheleiermacher ruhuyla yaşayan bir Hıristiyanla, ya da Yahudiliği Levinas ve Derrida gibi anlayabilen bir Yahudiyle bir Müslüman’ın dini sebeplerle kavga etmesinin gereksiz olduğunu anlayabileceğimize inanıyorum. Kuran bu dostluk idealinin bütün donelerini veriyor…
'İSLAM’IN İLK ÇIKIŞINDA EZEN-EZİLEN MÜCADELESİ VARDIR'
Mekke dönemi Hz. Peygamber’in mücadelesini nasıl okumak gerekiyor? Tevhit-şirk mücadelesi mi, ezen ezilen mücadelesi mi? Yoksa bu iki eksenin sentezlendiği yeni bir okuma biçimi mi?
Yeni bir okuma biçimi şart. Fakat merkeze ezen-ezilen mücadelesini almak gerekiyor.
Hazret-i Peygamber’in Mekke fethinde söylediği ve pek dikkat çekmeyen bir ibare var: “Artık putlara tapmak ve cahiliyeden kalma bütün toplumsal hiyerarşiler ortadan kaldırılmıştır” diye bir cümle…
Mekke döneminde putlar sadece evrenin ortaya çıkışını açıklamak için kullanılmıyordu. Mekkeli müşrikler putları toplumsal hiyerarşilere meşruiyet sağlamak için de kullanıyordu. Beyazın siyaha, efendinin köleye, erkeğin kadına, zenginin fakire, Arab’ın Kıpti’ye üstünlüğünü sağlamak için ideolojik bir mazeret sunuyordu putlar. Hazret-i Peygamber’in putlara tapmak ile sosyal hiyerarşileri beraberce zikretmesinin arkasındaki mantık bu gibi duruyor.
Örneğin bugün de neo-liberal iktisat, zengin Batılı ülkelerle fakir Afrikalı ülkeler arasındaki hiyerarşiyi meşru kılmak için bir araç olarak kullanılıyor. Daha öncesinde Sosyal Darwinizm, medeniyet hiyerarşilerini meşru kılmak için kullanılıyordu. Bugün bir peygamber gelseydi, muhakkak bugünün birer putu olan ‘ideolojik hale gelmiş bilgi sistemleri’yle de savaşırdı.
Fakat Asr-ı Saadet'ten sonra hilafet sürdürülemeyip imparatorluğa geçilince bu eşitlikçi damar zayıflıyor. Kuran’ın çok kültürlü ruhu ve zekât emrinden kaynaklanan eşitlikçilik bir yere kadar korunuyor. Fakat toplumsal hiyerarşi Müslümanlar tarafından meşru görülmeye başlanıyor. Oysa Hazret-i Peygamber’in derdi köle Bilal’le aristokrat Ömer’in siyasette eşit söze sahip olması. Erkek Ali’yle kadın Ayşe’nin eşit entelektüel ağırlığa sahip olması. Asr-ı Saadet’te bu başarılmıştı.
Tevhid inancının apolitik boyutuna gelince… Allah, özgürlüklerimizin ve yaradılan herkesi yaradan namına sevmemizin önkoşuludur. Tevhidin bağrındaki manayı yakalamış bir insan düşmanıyla savaşırken bile hasmının yanlış yolda olduğuna inanmasına rağmen, onun da Allah tarafından yaratılmış olduğunu bilir. Ve düşmandan nefret duygusuyla değil, adalet ve merhamet duyguları aktif olarak savaş verir.
Kısa konuşursak apolitik boyutlarıyla tevhid; özgürlüğümüzün, ümidimizin ve bireysel ve toplumsal travmalarımızın galiba en derinden tedavisidir. Yani Allah’ın “Putlara kul olmayacaksınız. Bana bağlı yaşayacaksınız” diye emretmesi O’nun kaprisli bir egemen olmasından değil, tevhidin bizim yaşam kalitelerimiz için gerekli olmasından doğar gibi geliyor. Fakat ben tevhidin apolitik ve kozmik boyutlarıyla ilgili Bediüzzaman’ın “İman ve Küfür Muvazeneleri” adlı kitaba müracaat etmeyi öneririm. Bediüzzaman ciddi yanlışlar yapabilmiş bir insan olmasına rağmen bu konunun hakkını veriyor. Ben de bu konuyu ondan öğreniyorum.
Alevilik tarih boyunca resmi iktidarlara sürekli bir başkaldırı içerisinde, Kuran’ın özünü yakalama iddiasında olan bir yorum/öğreti. Birçokları tarafından fıkha odaklandığı ve insani özü büyük ölçüde ıskaladığı düşünülen Sünniliğin Alevilikten öğreneceği çok şey olduğunu ifade eden fikre katılır mısınız?
Bu cümleye sonuna kadar katılırım. Sünni geleneğinden geliyorum. Ve bu gelenekten çok şey de öğrendim. Ve bu geleneğin büyükleriyle sohbet etmekten de hoşnutum.
Fakat bizim geleneğimizin fıkıhtaki hikmet ve ahlak boyutunu bir süre boyunca ihmal etmiş olmasının (ki Şatıbi ve Dehlevi gibi modern-öncesi fıkıhçılarımızın derdi bu boyutu yeniden hatırlamaya çalışmaktı) ve Sünniliğin imparatorluk tecrübesi sonrasında iktidarın istekleri doğrultusunda bir nebze eğriltilmiş olmasının sonucu biz Sünniler İslam’ı yaşamayı, anlamını ve gayesini bilmediğimiz kuralları takip etmek olarak ve sırf ritüelleri yerine getirmiş olmayı Allah’a karşı borcumuzu ödemekte kafi görmeye meyyal olduk. Bir de siyasi iktidarların itaatkâr kul görmeyi istemesi sonucu Allah’la ilişkimizi Kuran’ın Hazret-i İbrahim üzerinden anlattığı gibi bir dostluk ve sohbet ilişkisi olarak değil de, kaprisli bir egemene sınırsız itaat olarak kurmaya yöneltildik. Allah’a böylesi kul olunca siyasi iktidara da mutlak itaat ediyorsunuz. Kuran’ın ululemr, biat ve şura gibi konulardaki temel felsefesini de ne yazık ki bu iktidarla hemhal olma sürecinde biz Sünniler tahrif ettik.
Benim anladığım kadarıyla Aleviliği İbn Arabi gibi sufilerin, Ehl-i Beyt mirasını taşıyan ve Arap dünyasında zulüm görmüş çilekeşlerin, Sünni gelenekten gelen ve fıkhın şekline takılmamış, İslam’ın gayesini ve ruhunu kavramış müçtehitlerimizin yeni Müslüman olmuş ve fıtratı bedevilikten gelen bir temizlikle mevsuf Türkmenler için inşa ettikleri bir yaratıcı içtihada borçluyuz. Bu konuda Cengiz Güleç’in bir kitabını okumuştum. Kitaplardan öğrendiğim ve yakın birkaç Alevi dostumda müşahade ettiğim kadarıyla Alevilik ritüele takılmıyor. Ve İslam’ın dürüstlük, haram yememe, mazluma sahip çıkma gibi ahlaki kodlarını oldukça fazla önemsiyor. Hazret-i Peygamber “ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diyordu. Alevilik bu ahlakı merkeze alıyor.
Yine Alevilik kadın hakları konusunda Kuran’ın yedinci asır diliyle zuhur eden lafzına değil de, bu lafzın arkasında yatan evrensel ve çağlarüstü gayeye odaklanıyor. Ve kadın haklarına duyarlı bir toplumsal yapı kurabiliyor.
Yine Alevilik biz Sünnilerin siyasi erke, mezhep imamına, ya da tarikat şeyhine mutlak itaat düsturuna muhalif olarak Alevi cemaatinin dedesini sorgulayabiliyor, ‘dara çekebil’iyor. Yine Alevilik Kerbela mirasından dolayı zulme karşı aktif mücadele etmeyi kendi dini anlayışının vazgeçilmez bir bileşeni olarak görüyor. Ve Alevilik Allah-insan ilişkisini mizahi bir bağlamda ele alabilen bir dostluk ve samimiyet ilişkisi içine girebiliyor. Örneğin Neyzen Tevfik’in böylesi konuşmaları biz Sünnilerde bile tebessüm ve sempati duygusundan başka bir duygu uyandırmıyor. Dediğim gibi Sünni geleneğini de çok seviyorum. Fakat İslam’ın 21. Asırda alacağı form üzerinde düşünürken en azından bu beş temel konuda Alevilikten öğrenmemiz gereken çok şey olduğuna inanıyorum.
'GELENEĞE SIKI SIKIYA SARILMAK DA ONU BÜTÜNÜYLE YADSIMAK DA ÇÖZÜM DEĞİL'
1400 yıllık tarihsellik içerisinde oluşmuş ve günümüzle uyum içerisinde olmayan, kendisini yeniden üretemese de döneminin koşulları içerisinde üretilmiş devasa geleneksel bir bilgi mirası var. Bu mirasa nasıl bir yaklaşım içerisinde olmalıyız?
Ne yazık ki biz Sünniler, şu anda ya bugünkü başarısızlığımdan kaynaklanan depresif bir özeleştiri halinde ya da geçmişimizi koruyalım derken yeni olan ve Batı’dan gelen her şeye savaş açar bir ruh haliyle geleneğimizin mirasını hakkıyla değerlendiremiyoruz. Çok eleştirel baktığımız Şafii-Eşari-Gazali-Mevlâna gibi insanlar Osmanlı barışının felsefi temellerini inşa etmişlerdi. Bugünkü eleştiri ruhunun bu insanların hakkını veremediğine inanıyorum. Fakat Ebu Hanife-Maturidi-İbn Arabi diyerek geleneği harfiyen koruma çabasının da bugün İslam adına tezahür eden yanlışlarla baş etmede ve bize Küresel Çağ’da pozitif bir proje sunmada asla yeterli olamayacağına inanıyorum.
Yeni bir çağda yaşıyoruz. Kuran’ın dediği gibi ‘yeni bir yaratılış’a ve yeni bir söyleme ihtiyacımız var küresel çağa hitap eden pozitif bir proje inşa edebilmemiz için. Bu yeni söylem için uğraşmaya başladıktan sonra da en eleştirel baktığımız düşünürlerimizin, hatta İbn Teymiyelerin ve Abdülkadir-i Geylanilerin bile projemize temel olacak çok önemli cümleleri bize hediye edeceğine inanıyorum. Yeter ki geleneğimize bu gözlerle bakmayı öğrenelim. Farkında olmadığımız muhteşem bir bilgeliğimiz var.
Ben de bu geleneğin takipçisi bir insanım. Geleneğimin büyükleriyle sohbet halinde kalmayı, onlardan cümleler devşirmeyi çok seviyorum. Bir gün ölünce onları cennette görebilmek düşüncesi beni çok mutlu ediyor. Fakat Mevlâna’nın dediği gibi artık yeni şeyler söylemek lazım. Yoksa sadece küresel çağı değil, artık kendi çocuklarımızı da kaybediyoruz.
Esat Arslan kimdir?
1999’da Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünü bitirdi. 2004 yılında Sabancı Üniversitesi Tarih Bölümü’ne “Bediüzzaman’ın Said Nursi’de Cumhuriyet-öncesi toplumsal ve fıkhi/hukuksal düşüncesi” konulu tezini verdi. Yüksek lisans eğitimi esnasında Medeniyet Tarihi ve Sanat Tarihi derslerine öğretim asistanlığı yaptı ve ilahiyatın yanında özellikle Nietzsche-sonrası felsefe ve modernite sorunsalı üzerine yoğunlaştı. 2006 yılında yaşadığı bir buhrandan sonra akademik eğitimine son verdi ve Kur’an okumaya yoğunlaştı. Bir süre Tarım Bakanlığı’nda bürokrat olarak görev yaptı. Hâlen ODTÜ’de, 2008 yılında başladığı Sosyoloji yüksek lisans eğitimini devam ettirmektedir. Yazarın, Kapı Yayınları tarafından yayımlanmış ve Jeopolitik Derinlik kitabı dâhil hepsi “Tamamlanmamış İslam Yazıları” serisine ait beş kitabı daha vardır: Endülüs’te Raks, Marx’ın Simiti, Beyaz Kale, Şeriat Mekke’de Tamamlandı ve Kara Kitap. Yazarın bu seriyi tamamladıktan sonra Roma'ya Karşı Galyalılar adlı kitabı Mana Yayınlarından çıkmıştır.