"İç politikada ve ekonomide yakın dönemde önemli bir siyasi atak yapması mümkün görünmeyen, niyeti de olmayan iktidar için, manevra yapılabilir, gerilim ve ‘başarı’ devşirilebilir alan hâlâ dış politika.” Bu satırlar geçtiğimiz çarşamba günü bu köşede yer alan “Dümeni yeniden dışarıya kırmak” başlıklı yazıdan. Daha ABD gezisi başlamadan yazılan makalede, iktidarın siyasi aktivasyonu yeniden dış politikaya yüklemeye ve gerilimin yanına ‘başarı” diye sunulacak unsurlar eklemeye niyetlendiği görüşünü öne sürmüştüm. Elbette bu dış konjonktüre bağımlılığın da artması demekti. Giderken gezinin zor bir dönemde yapıldığın söyleyen Erdoğan ve neredeyse tüm yorumcular ihtiyaç ve zorluklar konusunda –gerekçeleri ve olası sonuçlarında ayrışsalar da- hem fikirdi. Durumun zor olduğu hakkındaki genel kanaat, ilginç biçimde iktidarı eleştirenlerin de, destekleyenlerin de en kuvvetli argümanıydı. Erdoğan açısından, alabileceği veya almış gibi yapabileceği her sonuç için durumun olduğundan daha zor görünmesinde bir sakınca olmadığı gibi, aslında biraz da ihtiyaç vardı.
Sonuçta, açık kısmı tıpkı Trump’ın tweetleri gibi pek “alışık olunmadık” bir şov halinde cereyan eden ABD ziyareti, herkesin ihtiyacı olanı alabilmiş göründüğü bir kurguyla tamamlandı. Açık kısmındaki -kimileri için utandırıcı- performanslar dışında, kapalı tarafının da –en azından bir kısmının- hem yaşanışı hem de sunuluşuyla benzer bir içerikte olduğu anlaşılıyor. ABD ve genel olarak Batı medyası, gösterinin toplam bilançosunda Erdoğan’ın istediğini aldığı yorumlarına ağırlık vermiş görünüyor. Türkiye’de iktidara yakın medyanın da büyük bir iştahla alıntıladığı bu değerlendirmelerde, Trump’ın tekrar “doğru yola girmesi” ve Erdoğan’a ayar verilmesi konusundaki beklentilerin karşılıksız kalmasının büyük etkisi var. Erdoğan’ın bütün istediği kendisine kötü davranılmamasıydı, batı kamuoyu ve ABD medyası açısından ise kötü davranılması. İşte değerlendirme ve memnuniyet farkı da bu noktada. Cansu Çamlıbel’in “Oval Ofis’teki PR şovuyla satın alınan bir nefeslik zaman” yazısı ile Mühdan Sağlam ile İlhan Uzgel söyleşisi işin arka planı konusunda hayli fikir veriyor.
Gezi başlamadan önce sıkıntılı başlıkları oluşturan S-400, YPG’nin algılanışı (dolayısıyla statüsü), güvenli bölgenin geleceği gibi dosyaların hemen hepsi hala açık. Kimsenin tam olarak ne aldığı ve ne verdiği belirsiz ama –örtülü bir aşağılamanın eşliğinde- yüksek bir alış-veriş görüntüsü ve pek karşılığı olmayan –siyasi karşılığı var elbette- bol övgü var. Somut sonuç olarak; zaten senatodan geçmeyecek olan Ermeni tasarısının bloke edilmesi, Trump’ın Türkiye konusunda kongre karşısında elinin biraz daha rahatlaması, gerilimi tırmandırmama ve mevcut durumu zorlamama tercihinin karşılıklı teyidi sıralanabilir. Erdoğan için -iade yerine takdim biçiminde ifade edilmiş olsa da- mektup meselesinin gündemden düşürülmesi de artı olarak not edilebilir. Trump’ın Erdoğan’a karşı fazla müsamahakar tavrından rahatsız olanlar için verilenlerden çok alınamayanlar daha önemli. Türkiye’den bakıldığında ise muhalefet sözcüleri ve daha eleştirel yorumcular haklı olarak bu gezideki “başarı hikayesini” sorguluyor. İktidar çevrelerinin cevapları ise daha kolay: “Zorunuza mı gitti?” Herkese yetecek rahatsızlık ve memnuniyet çıkartılacak bir tablo.
Erdoğan iktidarının dış politika meselelerini gerilim ihtiyacını karşılamak için kullandığını biliyoruz. Suriye harekatının da, iç politikada ve oy hareketlerinde işlevsel olduğuna dair veriler mevcut. Ancak “AKP’nin kendi içinden gelişmeye başlayan yapısal çözülme, artık tek bir ayağa yaslanarak durmayı zorlaştırıyor. İçeride ve ekonomide tamamen tükenmiş ‘sorun çözme’ becerisinin gösterilebileceği alan olarak dış politika öne çıkıyor.” Bu açıdan Suriye harekatı, ürettiği gerilimle sağlayacağı siyasi getiriden daha çok, başarı illüzyonu temin edebilmesiyle kıymetli. ABD gezisi de bu pencereden bakıldığı için “başarılı”. Biraz “önce eşeği kaybettirip sonra buldurma” uyanıklığı veya bir tür mehter adımı taktiği. “İstediğimiz olmadı” diye gidip, “ateşkes iyi gidiyor” cevabını onay olarak cebine koyup dönmek böyle mümkün olabiliyor. Mehter adımında yaygın kullanımın aksine geriye atılan bir adım yoktur. Sanki yön değiştiriyormuş gibi yana doğru bir duraksama yapılır ve yola aynı biçimde devam edilir. Metaforik olarak AKP dış politikası bu durumla çok daha uyumlu.
Kürtlerin Normandiya’da ABD’ye destek olmadığını söylenen Trump ile Ermenilerin Anadolu’da gezinen göçerler olduğunu anlatan Erdoğan’ın kolay anlaşmasında, birbirlerini övmeye doyamamalarında şaşılacak bir şey yok. Tarih ve dış politika, sübjektivitenin “kafaya göre” sınırlarını çok kolay zorlayabildiği alanlar olarak görülüyor. Sanki kimsenin iddialarının kanıtlarını göstermesi gerekmiyor, “öyle işte” demesi yetiyormuş gibi. Tarihi tarihçilere bırakalım ama biz tarihi istediğimiz gibi kullanalım, bozalım, yetmiyorsa tarih uyduralım kolaycılığına sık müracaat ediliyor. Dış politika meselelerinde de, son derece oynak ve muğlak zeminin herkes için uygun olduğu zamanlarda –zaten yapısal olarak müsait bir dil kullanımı eşliğinde- herkese kendine göre anlatabileceği bir hikaye imkanı çıkıyor. Somut sorunlarda giderek sıkışan iktidarın, kolayca deforme edilebilen “bilgileri” dolaşıma sokabileceği, yalan gerilimler ve uyduruk başarılar üretebileceği hatlara çekilmeye çalıştığı anlaşılıyor. Fakat Ağustos ayı itibarıyla, genelde yüzde 14, gençlerde yüzde 27.5 sınırına gelmiş işsizlik gibi meselelerin, intihar dalgalarına dönüşen çıkışsızlıkların örtülmesi de hiç kolay değil. Eşek kaybedip bulma oyununda, her zaman sahiden kaybetme riski vardır.