Soğuk ve hafif rüzgârlı bir mart sabahı Ankara’da evde dünyaya geldi. Sabaha karşı doğduğu için ebe adına “Seher” eklenmesini istemiş. Babası bu isim önerisinden ilhamla “Esin” koymuş adını.
Dört kardeştiler. Çocukluğunun bir kısmı Anadolu’da bir kasabada geçti. Sokağa çıkar çıkmaz oyun arkadaşları bulurdu. Yaşamının sonraki aşamalarında olduğu gibi “oyunbozanları” zarifçe oyunun dışına atmayı başarmasıyla ünlüydü.
Çocukluğu boyunca günce tuttu. Sarı deri kapaklı bir günce... İleride kaleminin bu denli kuvvetli, duru ve sürükleyici olmasını belki de bu alışkanlığına borçluydu.
Baharın başlarında Burhaniye’deki bahçesi zeytin ve kayısı ağaçlarıyla dolu, balkonunda sarmaşık ve sakız sardunyalar olan yazlık evlerine giderlerdi. Küçük Esin, çok özlediği deniz ve yosun kokusuna böylelikle kavuşurdu. Yelken ve kaptanlık hevesi tam da bu yıllarda belirginleşmeye başlamıştı.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin Ankara il teşkilatında siyaset yapan bir annenin, “53 Mülkiye mezunu” olmayı kimliğinin en önemli unsurlarından biri yapmış, iki üniversite mezunu, Almancadan şiir çevirileri yapan, ona sürekli dünya ve Türk klasiklerini okutan, onun güçsüz kalma olasılığından çok kaygılandığı için gücün akıl ve eğitimden geldiğini telkin eden bir babanın kızıydı.
Babası Mülkiye sonrası Anadolu’nun çeşitli kasabalarında kaymakamlık yapmıştı. Devrin başbakanını karşılama törenine gitmediği için sürgüne gönderildi, kızağa alındı. İstifa edip hukuk fakültesi sınavlarına girdi, serbest avukatlık yaptı.
Annesi de babası da siyasetin içindelerdi. Ülke siyasetine dair farkındalığını ve toplumsal gelişmelere ilişkin duyarlılığını onlardan devralmıştı.
Bir de “yaşamın son çeyreğine denk gelen” ninesi vardı. Okuma yazması olmayan, kulaktan dolma masalları doğaçlama şekilde kendisi yeniden yazan ninesi... Dizlerine yatmaya, daima enfiye kokan buruşuk elleri onun altın sarısı saçlarında dolaşırken bir yandan anlattığı uyduruk, kırık dökük masalları dinlerken uyuyakalmaya hasret kaldığı ninesi... Yıllar sonra geriye dönüp baktığında sığınmak istediği biricik zaman diliminin başkahramanı olan ninesi...
Lise eğitimini TED Ankara Koleji’nde tamamladı. Lisede okurken bir yandan da özel bir yetiştirme programına seçilmiş, Bilim Akademisi Matematik Yarışması’nda dereceye girip tüm lise eğitimini burslu okumuştu. Hatta üniversite hazırlık dershanelerine bile parasız devam hakkı elde etmişti.
Yazdığı kompozisyonlar okul panolarının baş köşesindeyken babasının Esin’le ilgili en büyük hayali, anlaşılır bir şekilde, onun da kendisi gibi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girmesiydi. Ancak Esin, ruhunu besleyecek her şeye yöneliyordu. Herkes deliler gibi üniversite sınavlarına hazırlanırken bir yandan kompozisyonlar yazıp diğer yandan okulda kurduğu Tiyatro Kulübü’ndeki en sevdiği oyunlarda yer alıyordu. En çok da Namık Kemal’in ilk tiyatro yapıtı Vatan Yahut Silistre’yi sahneliyorlar o dönemde...
Üniversite tercihlerinin son günü gelip çatmıştı. En üste ailesi ve yakın çevresinden habersiz şekilde Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni yazsa da, sınava çalışmadığı için mutsuzdu. En baştaki hedefi psikiyatrist olmaktı.
Tıp fakültesine başlayacağı gün ise 12 Eylül 1980 darbesi oldu. Solcu kimliğiyle bu süreçte ciddi bir savrulma yaşayan ailesinde hüzün, devasa ve uğursuz bir yorgan veya arsız bir sarmaşık gibi tüm yaşantılarını sarıp sarmalamıştı.
“Hüzün ve zulüm zamanlarıydı” diyor Esin hoca o yılları anımsadıkça.
Liseden arkadaşlarıyla geçirdi ilk üç yılı. Okula kantine dışarıdan arkadaş getirmek yasaktı. Kantinde pinpon oynarlardı. En büyük eğlenceleriydi bu. Üçüncü yıldan sonra Cebeci kampüsündeki arka sokaklarda kahvelere dadandılar. Okuldan çıkar çıkmaz briç oynamaya koşardı.
Enfeksiyon alanını seçmesi ise, “tamamen seçimsiz kalışımla ilişkiliydi” diyor. Psikiyatrist olmaktan, insan ruhunu çözümlemekten vazgeçmişti. Akademisyen olarak, tıp fakültesini seçtiği için hayal kırıklığına uğrayan babasının gönlünü biraz olsun almak istiyordu. Akademisyen olması için en uygun branşın Enfeksiyon hastalıkları olduğuna karar verdi.
Esin hocaya “neden akademisyenlik?” diye sorduğumda yanıtı hep çok nettir: “Çalışmak ve odaklanarak disiplinli çalışmak, insana boş zaman bırakmadığı gibi iyileştiricidir de. Tüm fuzuli sorunları bertaraf eder çünkü zihnin oyunlarına düşmeye vakit bırakmaz. Ben tüm melanetlerin bomboş zaman geçirmek / geçirememek ve girift insan ilişkilerinden kaynaklandığını düşünüyorum. Doğru soru sormak büyük meseledir. Akademik disiplin doğru sorular sorma egzersizidir. Hakkıyla çalışırsanız görece homojen, öğrenmeye gelen, öğreten, soru soran disiplinli ekiplerle çalışmak çok tatmin edicidir.”
Mesleğine tutkuyla bağlandığı dönemeç işte tam da buradaydı. Uzun yıllar Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı başkanı olarak görev yapacak olan Esin Davutoğlu Şenol’un tıp dünyasındaki doğuşu tam da o gün oldu. Fakültede eşiyle yolları kesişti.
Beş yıl sonra mezun olur olmaz ileride anabilim dalı başkanı olacağı Gazi Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak ihtisasa başladı; ihtisasını beş yılda tamamladıktan sonra uzman oldu. Ardından akademik kariyer basamaklarında kararlı yükselişi devam etti.
İlk uzmanlık yılında, 1993’te oğlu Alaz doğdu. Canı gibi sevdiği oğlu... Alaz, çalışan bir annenin oğlu olarak erken olgunlaştı, yaşından önce büyüdü.
Esin hocanın yoğun iş seyahatleri, eve akşamdan akşama uğramak zorunda kalışı, Alaz’ın eğitimi için başka ülke ve şehirlerde yaşaması derken, birçok özel günü ana-oğul birbirlerinden ayrı geçirdiler.
Çocukken tuttuğu günceler, yerini her daim çantasında tuttuğu, nereden bulursa topladığı küçük not defterlerine bıraktı. Beğendiği aforizmaları, deneyimlerine dair kendi notlarını, oğluna yönelik tavsiyelerini, gündelik yaşantıda karşılaştığı irili ufaklı ayrıntıları not düştü kişisel not defterine... Bu koca evrende ıssız ve kimsesiz kalmamasını istedi yaşanmışlıkların...
Kalemi çok ama çok kuvvetliydi, ne de olsa babası ona çocukluğundan beri güçlü bir edebiyat temeli kazandırmıştı.
İhtisasını tamamladıktan sonra ABD’de kemik iliği transplantasyonu alanında araştırma asistanlığından, kanser hastalarının enfeksiyona duyarlı durumlarına dair araştırmalara, bağışıklık sistemlerine, erişkin aşılamasına dek birçok çalışmada aktif olarak yer aldı.
Gazi Üniversitesi’nde Erişkin Aşı merkezi kurduktan sonra, KLİMİK derneği çatısı altında Erişkin Bağışıklama Çalışma Grubu kurup başkanlığını yürüttü.
“Enfeksiyon, hızla cevaplar bulup hızla sonuçlara gitmeyi gerektiren dinamik bir disiplindi” diye açıklıyor bu tutkusunu.
Ve pandemi geldi çattı...
Bu dönem, oğlu Alaz’la aralarına bir de ekran faktörü eklendi. Birbirlerini virüsten korumak için ekran üzerinden uzaktan görüştüler. Pandemiyle birlikte görüşlerine en çok başvurulan bilim insanlarından biri haline gelen Esin hocayı biricik oğlu TV ekranlarından gururla ve özlem dolu bir tebessümle izledi hep.
Pandemi döneminde hastane nöbetlerinin çıkışında bazı akşamüzerleri annesi ve babasıyla konuşmak için çekine çekine onları apartmanın bahçesinde endişeli gözlerle bekledi. İlk katta yer alan evde babasının küçük radyosundan bahçeye doğru süzülen Chopin Nocturnes eşlik ediyordu bu özel anlara...
Ölümle “pandemi tünellerinde” köşe bucak kovalamaca oynanan, insanın en sevdiklerinin etrafına koruyucu koza örmek istediği, pandemiden önce ihmal edilen her şeyin daha çok önemsendiği çok tuhaf zamanlardı.
“Çünkü aptalca ölmekten; kayıtsız, yaşsız ölmekten korkuyorduk” diyor Esin hoca.
Çocukluk hevesi olan yelken ve kaptanlık, tüm kariyerinde olduğu gibi pandemide de peşini bırakmadı. Böylesi bir fırtınanın dümenine geçmiş bir kaptandı artık. Görevi de dalgaların yönüne karşı riskleri hesaplayıp gemiyi batırmadan, Burhaniye gibi sakin ve çocukluğunu anımsatan bir kıyıya ulaştırmaktı.
Tıpkı ninesinin kucağında dinlediği o canavara dönüşen dalgalara karşı mücadele eden peri kızlarının yaptığı gibi... Ve bunları seyir defterine kaydediyordu Esin kaptan.
Çocukluk ve ilk gençlik anılarının kıyılarına vuruyordu her sarsıntıda... Her vardığı kıyıda çok sevdiği Çetin Balanuye’nin şu sözü düştü belleğine: “Vardığımız yer, henüz başlayacağımız yerdir.”
Dünya tarihinin on yedinci, bu yüzyılın ise birinci pandemisinin en başından beri en karmaşık sorunları en sade ve anlaşılır dille sosyal medya takipçileriyle paylaşan, pandemiyle mücadelenin sokakları deterjanla yıkamakla olmayacağını salık veren, herkesle elinden geldiğince duygudaşlık kuran, yalancı iyimserlikler karşısında aşılamanın önemini, bilimsel literatür taramaları ve örneklemelerle sürekli yineleyen, asılsız umutların ölümcüllüğüne dikkat çeken, bilimle, akılla, sağduyuyla bu sürecin atlatılabileceğini vurgulayan Esin hoca, kısa süre önce “Salgının Seyir Defteri” isimli salgın günlüğünü yayımladı.
Kitap hem Esin hocanın pandemi dönemi öncesi ve sonrasındaki kişisel öyküsü, hem de bir bilim insanının bu ülkeye kattıklarına dair ortak belleğe düşülmüş notlar olarak okunabilir.
Esin hoca benim de pandemi döneminde bilimsel yaklaşımına ve uzman görüşüne sıklıkla başvurduğum, varlığıyla ve verdiği güçle beni her daim teskin eden, güvercin tedirginliğiyle yaşadığımız bu topraklarda onun da karşılaştığı adaletsizlikler, giyim tarzı üzerinden duyduğu hakaretler, kılpayı atlattığını belirttiği saldırı girişimleri ve itibar suikastları karşısında hiçbir zaman “nezaket kozasından” ayrılmayan, kaya gibi sağlam bir bilim insanı...
Tüm bunların aslında onu susturmak için uygulanan bir şiddetin, birçok açıdan da kadına yönelik şiddetin farklı bir türü olduğunu anladığında da artık serinkanlı olmaya karar veren bir sağduyu insanı...
Esin hoca, hayatın hiçbir aşamasında bilimden şaşmadı, bu yüzden de hep düşmanlar edindi. Çünkü ona göre “tek özgürleştirici olan gerçeklik, tek rahatlatıcı olan ise dürüstlüktü”. Ve pandemi öncesinde olduğu gibi pandemi sırasında ve sonrasında da hayatı, hayat kurtarmakla eş gördü.
Pandemi dönemi, hepimizi olduğu gibi Esin hocayı da dönüştürdü. Akademide, araştırma gruplarında, laboratuvarlarda öğrendiği, test ettiği, uyguladığı gerçeklikler, insan yaşamıyla bu denli büyük çaplı bir temas ortamında onu katılaştıracağına kırılganlaştırdı. Katı gerçeklikler, kırılgan yaşamlarla çarpıştı. Yaşam çırpınıyordu. Bilim-karşıtları karşısında bilimi savunan bilim insanları, insanları akla, doğruya, sağduyuya çağırmak için adeta çırpınıyordu...
Kendi ifadesiyle, “dünyanın daha iyi bir yer olmayacağını biliyor, ama daha iyi bir yer olması için çabalamayı sorumluluk addediyordu.”
Büyükannesi düşüyordu aklına öyle zamanlarda. “Alıp başımı dağlara gideceğim” demesi... O “bir başınalığa” duyulan özlem... Ancak bir bilim insanının, bitmek bilmeyen dertlerin kol gezdiği, sürekli acil durum çağrısı altında tetikte ve nöbette yaşanan bir memlekette böyle bir lüksü olamazdı elbette... Gitmek isterken kalıyor, dinlenmek isterken “ölümcül yorgunluklara” sürükleniyordu.
Toplumuna karşı hep duyarlıydı. Pandemide yeni açılan kuaför salonunu kapatmak zorunda kalan kuaförün aşırı zayıflamasının, günde tek öğün yemek yemesinden kaynaklandığını anlayıp hüzünleniyordu. Mahallesinde çöplerden hurda çıkaran mavi gözlü adamla sokakta konuşurken “karımı da virüs öldürdü” demesi üzerine, karısını aslında yoksulluğun ve sosyal dışlanmanın öldürdüğü geçiriyordu zihninden.
Yoğun bakımdaki entübe babasını son bir kez görmek için çırpınan adamın oğlu yaşında olduğunu görmesi, uzmanlık öğrencilerinin kendilerinden çok onun sağlığını önemsemesi, hastalık bulaştırma potansiyeli yüksek olan bir meslek grubundan olduğu için toplumdan kendini yalıtmak zorunda kalması, kasvet-endişe-çaresizlik üçgeninde insanın gözlerinin istemsizce parklarda birbirlerine sokulmuş genç çiftler araması, yalnızlık ve buna ek olarak çığ gibi büyüyen bilim-karşıtlığı karşısında bildiklerini ve alınması gereken önlemleri doğru ve anlaşılır şekilde halkın geniş kesimlerine ulaştırma çabası... Bunlar kolay katlanılacak değişimler değildi bir bilim insanının yaşantısında... Kendi tabiriyle, “tüm muhalifler için bir cendere zamanıydı”.
Ama o, halen İstanbul’da çalışan oğlunun yolladığı çiçeğin üzerindeki notta yazıldığı gibiydi: “virüs savaşçısı”. Bana göre hakikati söyleyen “Parrhesiastes” ve zorlu görevler yüklenmiş Sisifos... Kendisine göre ise, sürekli küllerinden yeniden doğan Zümrüdü Anka kuşu...
Virüsü, aşı yerine dut pekmezi içinde tereyağı eriterek veya sarımsak-zencefil-zerdeçal kürüyle yenmeye çalışanlara ve tüm bu kısır ve anti-entelektüel tartışmalara karşı halk sağlığını korumak adına mücadele eden bir kaptan...
Bu süreçte akıl dışılık ve sistemdeki krizler karşısında cesareti kırıldıkça, hastaları, öğrencileri, yakın çevresi, ailesi ve sosyal medya takipçilerinden güç alarak yeniden doğrularak yoluna devam eden yenilmez bir sağlık emekçisi...
“Hayatım, etrafımdaki herkesin hayatını dolduracak kadar kalabalıklaştı” diyor artık.
Bir zamanlar ortaklaşan virüs kaygılarımızdan artık giderek ayrılarak her birimiz kendi gerçekliklerimizle mücadele etmeye bıraktığımız yerden devam ediyoruz. Bir yandan Dünya Sağlık Örgütü tarafından Omicron’un yeni alt varyantları açıklanıyor. Esin hoca da bir süredir artık alıştığı “yakın korumalı” bir yaşantıda, bize Zümrüdü Anka zarafetiyle bilimsellik çağrıları yapmayı sürdürüyor ve yeni kitabı sayesinde bizle arasında yeni bir kişisel bağ kuruyor.
Bu kitap vesilesiyle görüştüğüm Esin hocanın hepimize bir mesajı var: “En büyük hakikatimiz yaşamak. Yaşama eylemi sarılıp tutunacağımız, uğruna mücadele verip her koşulda ve tüm varlıklar için savunacağımız en hakikatli meselemiz” diyor virüs savaşçımız.
Bizim ise belki de “Yıldız doğurtmazsan karanlığa, kendi ahengine çevirmezsen yok olursun” diyen Nietzsche’nin izinden, bu kederli yüzyılda seyir defterine yazdıkları ve yaptıklarıyla Esin hoca ve diğer tüm fedakâr hekimlerimizin varlığına bir kez daha kocaman bir teşekkür etmemiz, iyileştirici elimizi ve sözümüzü uzatmamız gerekiyor.
Onlar olmasaydı pandemi dönemini, yıldızların doğmadığı kapkaranlık bir tünelde yapayalnız ve bilimsiz geçirebilirdik ne de olsa...