Eşit olmak mı dediniz?
Bir kaldırımda yürüyen insanlar kadar eşit olmaktan bahsediyorum. Yerel yönetimlerin, beni de herkes kadar düşünmesinden...
Ozan Şahin *
Bu aralar Yılmaz Erdoğan'ın bir şiirine fena sardım. "Bir nevi 33 yaş şiiri". Her gün, en az bir defa okuyorum. Okuyorum dediğime bakmayın aslında, hazıra konuyorum. Öyle güzel bir hazıra konuş ki bu, hangi dizede duygulanacağını bile kendini yormadan anlayabiliyor insan. Dahası da var. Alttaki fon müziği de yardımcı oluyor bu hazıra konuşa. Selda Bağcan-Ahmet Kaya düetinin eşsiz tınısı altta; yaprak döküyor bir yanımız.
Bunca şeye kolay ulaştığımız bir zamanda, bunca şeyden yoksun olmak... Duyguların "emoji"lerle ifade edildiği bir yoksunluk. Bir ekrana sıkışmış bir hayat. Ne kadar basitleşiveriyor kolay ulaştığımız şeyler. Ve ne kadar büyütüyoruz onlarda olup, bizim bulamadıklarımızı. Terliğini cep telefonu yapıp, "selfi" çeken köy çocuklarının masumiyeti, içimin yoksunluğudur mesela uzun zamandır. Eşit olmayı en çok o fotoğrafı gördüğüm zaman istedim. Ya da en çok istediğim zamanlardan biriydi desem, daha mı doğru olur acaba? Çünkü, o kadar çok ki eşit olmak istediğim zamanlar. Mesela bir kaldırımda yürüyen insanlar kadar eşit olmaktan bahsediyorum. Yerel yönetimlerin, beni de herkes kadar düşünmesinden... "Bu tarafta rampa var ama acaba diğer tarafından iniş var mı?"yı düşünmeden kent sokaklarında dolaşabilecek bir eşitlik aslında. Ya da şoför otobüsün rampasını açmazsa, bir "halk dayanışması"nın olup olmayacağını düşünmediğim bir eşitlikten bahsediyorum.
Kalın teori kitapları okuyan arkadaşlarımla tartışıyorum, pratik bir mücadele içinde. Onlar toplumun denklemini kuruyor, bense portresini çiziyorum insanların, kağıtsız ve kalemsiz. Onlar, insanlara "eşit ücret" dağıtırken, "eşit mutluluk" diliyorum arkadaşlarımın da içinde bulunduğu, tüm insanlık için. Kendimi de içine katarak.
Güzel havaların bir suçu olmasa da, terk-i mevki eyleyince memuriyetten, yalnız ve kederli insanların gözyaşı oldu bizim evim rızkı. Ağlamak bari ucuz olsun diye; "ne verirsen" diyorum. "Ben bilemem ki ağladığın nedenin kaç para edeceğini. Ama bizim adresi gizli, tarifi açık adres olan ev biraz pahalı. O yüzden sen ikiyle çarp o gözyaşının ederini. İşte mendilin fiyatı." İşte böyle başlıyorum, gri bir gökyüzünün altında evime ekmek götürebilme telaşına. Karımın sıcaklığını, oğlumun ilk baba deyişini, annemin "anneliğini" ta içimde hissederek. Bütün bu yaşama telâşı, anlam kazanıyor karımın yüzünü hayal edince.
Bu kadar bedel ödememeliydik aslında mutlu olmak için. İsteyince olmalıydık. Halbuki biz, olmadıkça istedik. Her istediği olan bir çocuğun şımarıklığı, çok mu sıkıcı olurdu yoksa? Belki de bizim oyalanma biçimimizdi mutluluğa inanmak, kim bilir?
* Engelli, mendil satarak yaşıyor