Eşitlik ve farklılık arasında Kürt siyaseti: Sosyolojik bir bilanço

Kürt siyasetinin orta sınıfların bireyselleşen özgürlük (özerklik talebi) talebi ile yoksul Kürtlerin fiili komünal eşitlik talebi (demokrasi talebi) arasında sıkıştığını görüyoruz. Böylece, bir yandan özerklik vaadi ile -gittikçe çeşitlenen- farklılığın fiili denetimi arasında, diğer yandan eşitlik vaadi ile -gittikçe orta sınıflaşan- sivil yönetim arasında, çok katmanlı bir çatlağın meydana geldiğini söyleyebiliriz.

Abone ol

Bülent Küçük*

Cumhuriyetin Kürt politikası Edward Said’in (1979) Filistin meselesi için dillendirdiği ama sömürge idaresinin beynelmilel rasyonalitesini de ifade eden “dışlanan mevcudiyet” veya “yok sayılan mevcudiyet” nosyonu çerçevesinden açıklanabilir (1). Said, sömürge rejimlerin yerli halkların işlevsel yokluğu veya inkarı üzerinden şekillendiğini belirtir. Yerli halkların, antropolojik bir mevcudiyet olarak var olduklarının bilinmesine karşın, -sanatsal, akademik, siyasi, tarihi ve hukuki gibi- temsiliyet alanında yok sayılarak bitkisel bir hayata indirgenmeleri, bütünüyle içeride ve burada olanın dışarıda tutulması Said’e göre (post-) kolonyal rejimlerin temel karakteristik yapısıdır(2). Üstelik, bu rejimler ötekini (mekânsal ve sınıfsal olarak) ayrıştırıp simgesel dünyada yok sayarken, bütün bu kötülüklere ve acılara kayıtsız kalarak rejime onay veren, egemen nüfustan devşirdiği popüler bir öznelliğin pedagojik terbiyesine ihtiyaç duyar (3). Zira egemen kimliğe vaat ettiği itibarın ve konumun sürekliliği kurumsal yalanın popüler düzeyde de onaylanması şartına bağlıdır (4).

Temsiliyet alanındaki farklı biçimlerde cereyan eden kurumsal inkar ve popüler kayıtsızlık, simgesel ve toplumsal eşitsizliği doğrudan beslediğinden, Kürt meselesi gibi, egemen kimliğin dışına itilmiş olan bütün kimlikler, hem farklılığın inkarına (simgesel ve hukuki), hem de sosyal eşitsizliğe/sömürüye maruz kalırlar. Bundan dolayıdır ki bu meselenin esastan çözümü bu her iki alanı kapsayacak alternatif bir siyasi ve toplumsal proje ile mümkün olabilir (5). Kürt siyasetinin önerdiği demokratik özerklik fikri bir ideal olarak, -bağımsız bir devlet fikrine nazaran eksik, içi boş müphem bir demokratik vatandaşlık meselesi olmasından ziyade- iç içe geçmiş sosyal eşitsizliğin ve kültürel farklılığın aynı anda demokratik bir çözümünü hedefliyordu. Bu siyasi projenin başarısı 7 Haziran seçimlerinde onay almış ve HDP tabanını mekânsal olarak genişletmiş, sınıfsal ve ideolojik olarak çeşitlendirmişti. Bu başarı zaten fiili olarak durmuş ve mahiyeti hep müphem bırakılmış müzakere sürecini resmen bitirmiş oldu. Bilindiği gibi, o günden bu yana müesses nizam, Taş Devri'ne ayarlı ilk moduna sert bir dönüş yaptı.

Peki, toplumsal tabanı bu kadar genişlemiş ve protesto konusunda bunca deneyim sahibi olan bir toplumsal hareketin rejimin çatışma siyasetini boşa çıkaracak geniş çaplı ekstra-legal bir sivil karşı duruş ortaya koy(a)mamasını sosyolojik olarak nasıl açıklayabiliriz? Böylesi bir müşterek siyaseti imkansızlaştıran yapısal paradokslar nelerdi? Demokratik sivil Kürt siyasetinin bu kadar kıskaca alınarak cüzzamlı ilan edildiği bir konjonktürde, eleştirel bilgi üretmek birçok bakımdan oldukça zor ve belki de anlamsız. Yine de kamuoyunda biri aleni olarak tartışılan, diğeri “kamusal sır” niteliğinde olan, iki önemli noktayı, eşitlik ve farklılık arasında oluşan yarılma olarak nitelendirdiğim bir yerden, tartışmaya açmak istiyorum. Bunlardan biri Kürt toplumun son yıllarda kentlileşme ile dönüşen sosyal yapısı ve bunun siyasi ve ideolojik etkilerine, diğeri Kürt hareketinin zihinsel ve örgütlenme yapısının çıkmazına dair eleştirel tespitler.

EŞİTLİK: İKİ FARKLI ÖZNELLİK-İKİ FARKLI GELECEK TAHAYYÜLÜ

Birinci nokta: Kürt nüfusunun son 25 yılda gittikçe kentlileşmesi sonucunda Kürt toplumunda gözlenen orta sınıflaşma ve bu yeni sınıfın siyasi beklentilerine dair tartışmadır. Özellikle son 15 yıl içinde, bir yandan, AKP rejiminin finansal teşvik programları ve kamu ihaleleri ile orta sınıflaştırma projesi, diğer yandan, Kürt siyasetinin denetiminde olan 100 den fazla yerel yönetimlerin alt yapı ve kentsel dönüşüm projeleri yolu ile Kürt kentlerinde küçük ve orta ölçekli sermaye birikimin artarak kısmen genişlediği görülüyordu (6). Bu orta sınıflaşmaya paralel olarak, 2000’lerin başından barış sürecinin sonuna kadar yerel yönetimlerde ve AB programlarıyla sivil toplumda gittikçe büyüyen yeni bir seçkin yönetici sınıfının ortaya çıktığı da bilinen bir durumdu. Bu yeni durum, Kürt hareketinin dayandığı toplumsal tabanın kentlileşerek, kendi içinde sınıfsal ve simgesel olarak çeşitlendiğinin bir işaretiydi. Büyüyen yeni orta sınıfın ve bu sınıfla ilişkide olan söz konusu yönetici insan sermayesinin gittikçe daha fazla Kürt siyasetine yön vermeye başladığı, yapılan tespitlerin başında geliyordu. Buna karşın savaşın ağır bedellerini ödeyen ve 1990’larda kırsal alanlardan zorunlu göçle kentlerin çeperine sürülen sayıca ezici çoğunluğu oluşturan Kürtlerin demokratik sivil siyasetin de çeperine itilmiş olduğunun da altı çiziliyordu. Neticede tabanın ezici çoğunluğu kentlerin varoşlarında yaşayan “yoksullardan,” ve yöneticilerinin ezici çoğunluğu eğitimli orta sınıftan oluşan siyasi bir yapının ortaya çıktığını görüyoruz. Kürt toplumu kentlileştikçe, sivil hareket, siyasi talepler ve kültürel kodlar bakımından görece liberalleşti, buna karşın kentli yoksul Kürtlerin sivil siyasetten dışlanmasına, onlar adına konuşan ve karar veren yeni bir yönetici sınıfın ortaya çıkmasına alan açtı. Bu durum, Kürt coğrafyasında birbirine yabancı iki farklı ahlaki dünyanın, birbiriyle gerilimli bir ilişkisellik içinde şekillenen iki farklı toplumsal öznelliğin ve onların siyasi beklentilerini ifade eden iki farklı gelecek tahayyülünün belirdiğinin bir işareti olarak görülebilir.

Bu iki toplumsal formasyonun siyasal temayüllerine gelince - genelleştirme pahasına- şunu görüyoruz: Özel sektörde, sivil toplumda ve siyasette konumlanmış bu yeni kentli orta sınıf, siyasi temayül olarak Kürt kimliğinin tanınmasını, idari adem-i merkeziyetçiliği ve anayasal eşitliği öncelikli bir talep olarak ifade eden çok kültürcü bir tanınma siyasetine eğilim gösteriyordu. Buna karşın Kürt hareketinin ana tabanı ve taşıyıcısı konumundaki kentli yoksul nüfus, çok kültürcü tanınmadan ve soyut-hukuki eşitlikten ziyade, toplumsal eşitsizliğin yapısal şartlarının dönüşümü ve kaynakların yeniden dağılımı noktasında inşa siyaseti diyebileceğimiz somut ve gündelik pratiklere dair beklentiler içindeydi. Ne var ki inşa siyasetinin gereği olan emsal ekonomik projeler ve sosyal mekanizmalar, yerel yönetimleri de içeren sivil siyaset tarafından kadük bırakıldı ve siyaset simgesel ve hukuksal alana sıkıştırıldı. Toplum siyasallaştığı halde, sivil yönetim toplumsallaştırılamadı, böylece toplumun ezici çoğunluğunun maddi talepleri ve radikalleşmiş siyasi beklentileri sivil siyasette karşılık bulamadı. Bölge nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan yoksul Kürtler, ağırlıklı olarak sokak seferberliğinden müteşekkil sembolik siyaset alanına çağrıldı. Buna karşın yönetici seçkin sınıf, hem mesaisinin önemli bir kısmını toplantılardan müteşekkil salon siyasetine ayırdı, hem de kendini mekânsal ve sembolik olarak yoksul mahallelerden ayrıştırmaya başlayarak onlarla gündelik bağını kopardı.

Bu bakımdan, 2015-2016 arasında kent mekanlarında güvenlik güçleriyle girilen çatışmalar devlet şiddetine karşı bir “öz savunma” niteliği taşımasının ötesinde, aynı zamanda gittikçe seçkinlerin tekeline giren Kürt siyasetinde kendini ifade edemeyen radikalleşmiş yoksul gençlerin söz konusu orta sınıflaşmaya verdikleri bir tepki olarak da yorumlanabilir. Bilindiği üzere, 2015 sonrasında meydana gelen çatışmalarda yoksul gettolar yerle bir edilirken, orta sınıf mahalleleri bu sürecin dışında durdu. Bölgede doktorası için etnografik saha çalışması yapan bir arkadaşımın ifadesiyle, “nihayetinde barışın da savaşın da kaybedeni yoksul Kürtler oldular”, zira hem hayatlarından hem de -zaten olmayan- mülklerinden oldular.

Buna karşın, kendi içinde çeşitlilik arz eden orta sınıf dediğimiz maddi ve simgesel güç biriktirmiş toplumsal öznelliğin bu sürece seyirci kalması, sırf bencil, pasif veya korkak olduğu anlamına gelmez. Bu öznelliğin “demokratik özerklik” idealine ve bu ideale ulaşmak için çatışmacı mücadele biçimlerine neden rıza göstermediğini yapısal bir noktadan açıklamayı gerektirir. İkinci noktayı biraz daha açalım.

FARKLILIK: HAYALİ ÖZGÜRLÜK VE FİİLİ DENETİM

İşte tartışmaya açmak istediğim kamusal sır niteliğindeki ikinci nokta, tam da bu noktaya, Kürt hareketinin zihinsel ve örgütlenme yapısına dair bir çıkmazına tekabül ediyor. Bilindiği üzere, HDP çatısı etrafında örgütlenmiş sivil siyasetin yanında, Kürt hareketinin bir de kırsal ve kentsel alanlarda örgütlü askeri ve siyasi mekanizmaları var. Bu yapının hem sivil siyasetin kuramsal çerçevesini belirlemeye çalıştığı, hem de sivil kurumların pratik gündelik idaresini yerel yöneticilerle birlikte –deyim yerindeyse bu alana atadığı çeşitli “aracı” kadrolarla- yönlendirmeye çalıştığı biliniyor. Burada, maddi ve kültürel sermaye biriktirmiş kesimlerle temas halindeki sivil yerel yönetici sınıf ile, “atanmış” aracı kadrolar arasında çetrefilli ikili bir idari yapının ortaya çıktığı söylenebilir: bir taraftan gittikçe liberalleşen kentli nüfusun değişen kültürel ve estetik anlayış yapısını temsil eden yeni yönetici sınıfı, diğer yandan kent hayatının karmaşık sosyal ilişkilerine yabancı ve demokratik özerklik fikrini tek düze bir şablona, sihirli bir reçeteye indirgeyen ara kadroların zihinsel yapısı arasındaki aşılması zor mesafe. Bu durum, Kürt siyasetinde stratejik meselelerdeki karar alma süreçlerinin vaat edildiği gibi toplumsallaşmamasının farklı bir yönüne işaret etmektedir: sadece yoksul Kürtler değil, orta sınıf Kürtlerin de beklentilerinin ve itirazlarının kale alınmadığı algısının yaygınlaştığını gözlemliyoruz.

Daha açık ifade edersek, yeni orta sınıfa mensup mahalli yöneticiler ve küçük ve orta ölçekli müteşebbislerin, demokratik siyaset alanının ve mücadele araçlarının “atanmış” kadrolarca denetlemesini ve yönlendirmesini temel bir sorun olarak anladığını, bu durumu bir tür anti-demokratik bir rejiminin taklit edilmesi olarak değerlendirdiklerini görüyoruz. Bu “gölge iradenin”, kentlileşerek çeşitlenen zihinsel temayüllere ve bireyselleşen taleplere -hem sanatsal-kültürel alanda, hem de siyasal hayatta- alan bırakmadığına, çetrefili kent hayatının gündelik pratiklerini ezber edilmiş dar bir kalıba sokmaya çalıştığına, gittikçe büyüyen ve beklentileri çeşitlenen kentli nüfusu siyasetin çeperine ittiğine dair eleştirinin toplumsal bir karşılığı var. Bu yapısal ikiliğin gündelik siyasette, -mesela milletvekili aday ve mahalli yönetici belirleme süreçlerinde- farklı ve trajik izdüşümlerine de rastlamak mümkün: Sivil alanın yerel yönetici sınıfı içindeki çeşitli klikler arası sürtüşmelerin parçası haline gelen “atanmış kadrolar”, zamanla ilişkide oldukları kimi yerel yöneticilerle ittifaklar kurarak, çeşitlenmiş toplumsal beklenti ve temayüller hakkında eksik ve tek taraflı bilgi üretebilmekte, bu bilgiler üzerinden hayali bir toplumsal gerçeklik icat edebilmekte, sonra da tabanın çeşitlenmiş beklentilerini es geçen bu hayali gerçeklik üzerine siyasi stratejiler ve mücadele biçimleri belirlenmesinin önünü açabilmektedirler.

SONUÇ: GELMEYEN GELECEK

Yukarıda tarif ettiğim iki yapısal noktaya dair gözlemlerimi analitik olarak ifade edip özetlemek gerekirse: Kürt siyasetinin orta sınıfların bireyselleşen özgürlük (özerklik talebi) talebi ile yoksul Kürtlerin fiili komünal eşitlik talebi (demokrasi talebi) arasında sıkıştığını görüyoruz. Böylece, bir yandan özerklik vaadi ile -gittikçe çeşitlenen- farklılığın fiili denetimi arasında, diğer yandan eşitlik vaadi ile -gittikçe orta sınıflaşan- sivil yönetim arasında, çok katmanlı bir çatlağın meydana geldiğini söyleyebiliriz. Bir taraftan -idari yapıları demokratikleştirerek sivil alanda kendi kendini yönetmenin müstakil mekanizmaları inşa edilemediği için- tabanın sınıfsal ve ideolojik olarak gittikçe çeşitlenmiş olması gerçeğine denk gelebilecek geniş tabanlı sivil mücadele biçimleri ortaya konamadı. Diğer taraftan, sosyal eşitliğe dair inşa edici – deneysel- komünal/sosyal pratikler cılız bırakıldığından, sayısal olarak çoğunlukta olan yoksul Kürtler demokratik ve sivil alana çağrılamadı. Böylece siyasetin toplumsallaştırılması ve toplumsal yapının çoklu katmanlarını iştirak edebilecekleri müşterek bir mücadele biçimi ve zemini ortaya konamadı ve hareket çift yönlü yapısal bir handikapla karşı karşıya kaldı. Bu durumda iki farklı sınıfsal tabandan gelen eşitliğe ve farklılığa dair beklentilerin müphem bir geleceğe havale edildiğini ve netice olarak her iki toplumsal kesimin de farklı biçimlerde siyasetin çeperine itildiklerini söyleyebiliriz. Bunun sonucunda, siyasal rejim Kürt siyasetine içkin olan eşitlik ve özgürlük talepleri etrafında kümelenen farklı toplumsal tabakalar arasındaki gerilimi derinleştirdi ve orta sınıflaşan sivil siyasetle yoksul kesimlerin radikalleşen taleplerini birbirine çarpıştırarak ikisini birden boşa çıkardı.

Elbette, Kürt siyaseti orta sınıfların hareket içinde özgürlük/özerklik ve tanınma talepleri ile kentli yoksul Kürtlerin eşitlik ve özgürlük talepleri arasındaki yarılmayı nasıl aşacak sorusuna yanıt vermek de kuramsal olduğu kadar pratik olarak da oldukça zor bir soru ve şimdilik sihirli bir şifresi de yok. Üstelik, burada toplumsal eşitlik ile özgürlük (farklılık) arasında yaptığım ayrım analitik bir ayrım, çünkü gerçek hayatta ikisi arasında kurucu ve çift yönlü bir ilişki var: Maddi ve simgesel bakımdan dezavantajlı olanların aynı zamanda özgürleşme imkanı da yapısal olarak kısıtlıdır, özgürlükten feragat etmek de eşitlik fikrinden feragat etmek anlamına gelir (7). Dışlanmış sınıflar ötekiyle eşit görülmediği için (kültürel, ahlaki, hukuki ) onların temsil etme hakkı gasp edilebilir olur, bu sınıfların temsil hakkı gasp edildiği için de filli ve sembolik olarak eşit görülmezler.

Benim burada sorduğum soru ise şu: Ana akım sivil Kürt siyaseti eşit olmak ve farklı kalmak için bir mücadele verip yeni bir ahlaki ve demokratik toplum vaadinde bulunurken, kendi tabanında eşitlik ile farklılık arasında açılan mesafeyi nasıl kapayacak ve bu derinleşen toplumsal yarılmayı aşarak demokratik ve özgürlükçü siyasal bir bedeni nasıl inşa edecek? Kendi idari mekanizmalarını demokratikleşerek siyaseti nasıl toplumsallaştıracak? Bunun da ötesinde, eğer inşa edilmiş bunca sivil kurumsal yapı bu kadar kısa sürede yok edilerek film en başa döndürülmüşse, gelecekte eşitlik ve özgürlük nerede ve nasıl inşa edilecek ve inşa edilen kurumlar ve alanlar gasp edilmekten nasıl korunacak?

(1) Mesut Yeğen, (2003) Cumhuriyet rejiminin Kürtlerin antropolojik mevcudiyetini inkar etme biçiminin, onun hakkında tamimiyle susarak değil, onları duruma/döneme göre farklı kategoriler yolu ile temsil ederek onlar hakkında konuştuğunu tespit ederek nüanslı bir ayrım yapar. Yeğen, M. 2003. Devlet Söyleminde Kürt Sorunu. istanbul: İletişim.

(2) Said, E. 1979. ‘Zionism from the Standpoint of its Victims’, Social Text, 1.

(3) Barış Ünlü ‘nün bu konuda Eleştirel Beyazlık Çalışmalarından feyz alarak yaptığı akademik çalışmalar oldukça önemli. Ünlü, Ü. 2017.“Turkishness contract” and Turkish left 

(4) Mills, C. W. 2007. White Ignorance in: Sullivan, & Tauna., eds.: Race and Epistemologies of Ignorance, Albany: SUNY Press, pp. 13-38; Stoler A. L. 1989: “Rethinking Colonial Categories: European Communities and the Boundaries of Rule”, Comparative Studies in Society and History 31(1): 134-161.

(5) Eşitlilik özgürlük/farklılık ilişkisi üzerine daha ayrıntılı bir kuramsal tartışma için E. Balibar, N. Fraser, A. Honneth ve J. Butler gibi çeşitli sosyal bilimcilerin muhtelif eserlerine bakılabilir.

(6) Bu konuda Cuma Çiçek’in bölgede yaptığı şu saha çalışmasına bakılabilir. Çiçek, C. 2011. Kentsel Yönetişimin Sınırları: Yurttaşların Kent Yönetimine Katılımını Yeniden Düşünmek Diyarbakır Örneği, KBAM2. Kentsel ve Bölgesel Araştırmalar Sempozyumu. 145-157.

(7) Balibar, Étienne (1994) Masses, Classes, Ideas: Studies on Politics and Philosophy Before and After Marx, London: Routledge.

*Yrd. Doç., Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü