Eski bir ev olarak çocukluk

Zamanın yavaş aktığı, yaz sıcağıyla baş edebilmek için dayatılan öğlen uykularının günlerimizi kısaltacağı için kabusa dönüştüğü, gübre kokusunun, doğada yaşayan canlıların sesinden başka bir şey işitilmeyen gecelerin, dalından ve topraktan toplanan sebze ve meyvelerin tel dolaplar, sandık odaları ve kilerler gibi geçmişte kaldığı çocukluğumuzu hatırlamak başka bir dünyanın yolunu bulmamızı sağlayabilir.

Funda Şenol fsenol@gazeteduvar.com.tr

Bu yazım başlığından anlaşılacağı gibi belli bir yaş üzerine hitap ediyor. Yaşlılığa doğru yol alırken fiziken dönüşü olmayan yaşam evrelerinize, çocukluğunuza, gençliğinize, bilinçliyken veya rüyadayken sık sık dönüyor, ya burnunuzun direğinde sızı hissediyor ya da yeniden travmatize olmuş halde buluyorsunuz kendinizi. Çocukluğunuzun iyi mi, kötü mü geçtiğine (ki iyi-kötü de tartışılır) bağlı olarak bu halet-i ruhiye değişse de, genelde nostalji duygusu ve güzel hatıralar galebe çalıyor. Çocukluk travmaları, uyarına gelirse bir uzmana anlatılmak üzere bastırılıyor muhtemelen. Aile sırları olarak empoze edilen tecrübeleri açık etmemek yönündeki ahlaki ketin yanı sıra zihin kendini korumaya mı alıyor ne?

Çam pürleriyle Namrun’dan, ceviz tetiriyle Niğde’ye…

Yakın zamanda Nermin Saybaşılı’nın, Tarsus’un yaylası Namrun’da geçirdiği çocukluk yazlarını andığı, daha doğrusu bugünkü aklı ve kalbiyle geri çağırdığı kitabı Çam Pürleriyle Namrun’u okudum. Pandeminin şerrinden kaçıp, uzun yıllar sonra bir yaz daha geçirdiği Namrun yaylasındaki aile evinin odalarının kapılarını açıp içeriye göz atarken, “çocukluk eski evdir” diyor Saybaşılı. Aralanan her kapı bellek kapılarını da açıyor. Neredeyse günün her saatinin geçirildiği, misafirlerin ağırlandığı merdivenle çıkılan teras benzeri sofa bu küçük konakların kalbi olsa da, bir mevsimlik evlerin az eşyalı odalarındaki her bir objenin çağrıştırdıkları çocuklukla birlikte dünyanın, toplumun, siyasetin, şehirlerin, insan ilişkilerinin nasıl dönüştüğünü anlamak için de bir anahtar vazifesi görüyor.

Çam pürleriyle Namrun, Nermin Saybaşılı, 136 syf., Metis Yayınları, 2023 Aralık

Bol fotoğraflı bu incecik kitabı okurken kendi çocukluk coğrafyam hücum etti zihnime sürekli. Bizim kelebek ömürlü takılar yaptığımız ve çam iğnesi dediğimiz çam pürleri, ellerimizde inatçı lekeler bırakan ve tetir denilen taze ceviz kabuklarıyla hemhal olduğumuz Niğde ve Ulukışla yazlarını doldurdu kucağıma. Ve başka yaz şehirlerini, köylerini, kasabalarını, bağları, bahçeleri, evcilleştirilmiş ve yabani hayvanları, düğünleri, doğumları, cenazeleri, düşmanlıkları, dostlukları, bize benzeyen ve benzemeyen komşuları…

Eski bir Niğde… Şehir merkezinden.
Niğde’nin eski bağ dokusu
Ve bağların son hali...

Annemin anne-babası ben doğduğumda çoktan Ankara’ya göçmüştü. Fakat annemin teyzeleri, dayısı Niğde’de; babamın geniş ailesi ise upuzun bir tren yolculuğuyla varabildiğimiz bir Orta Anadolu taşrası olan Ulukışla’da yaşıyorlardı. Babamın babası Osman dedem kendisine Şenol soyadını seçecek kadar şen, gamsız, esprili, yeniliklere açık, çalışkan bir adamdı. Haliyle muhibbi çoktu. Kız-erkek ayırt etmeden çocuklarını okutmuştu. Hacca gidip gelmişti ama “yobaz” dediği insan tipine tahammülü yoktu. “Ecevitçi” olduğunu her fırsatta dile getirirdi ama babam ona “Ay’a insan indirmişler baba” müjdesini verdiğinde, “Haşa! Ay bir nurdur, inilemez!” diye isyan etmişliği de vardı. Askerken kendi tabiriyle “Şıh Sayit isyanı”nı bastırmaya yollanmıştı. Dönüş yolunda beline sarıp getirdiği altınların kaynağına dair yanıtlanmayan soruların gölge düşürdüğü mütevazı bir malvarlığı vardı. İlçe merkezinde konaktan bozma bir ev ve içinde iki göz odalı bir başka ev olan epey büyük bir bahçe. Hayat şaşırtıcı karşılaşmalara gebe. Yıllar sonra Şeyh Sait’in ailesinden biriyle aynı işyerinde çalıştığımızda, bu altınların hangi yöntemle ve kimlerden alınmış olabileceği üzerine konuşup dertlenmiştik. Tren istasyonunda ambar şefi olarak yıllarca çalıştıktan sonra asıl hevesi olan çiftçiliğe başlamıştı. Laika olan göbek adımı koyan, yazları beni kucağından indirmeyip şapırtılı öpücükler konduran bu babacan adamın “isyan bastırmaya yollanmış” gözü kara bir asker olarak portresi ancak erişkin olduktan sonra zihnimi bulandırabilmişti. Tıpkı Saybaşılı’nın, “tarihimiz gibi engebeli, eğimli” evlerde geçen çocukluk yazlarında “kimlikleri hiç telaffuz edilmeyen” Namrun’un yerlisi Ermeniler’in varlıklarını büyüdükçe idrak etmesi gibi. Çocukluk evine yolculuk, kollektif bilinçaltına, hatta bilinçdışına da yolculuk anlaşıldığı üzere.

Eski bağ evlerinden birinin yıkılmaya yüz tutmuş cumbası. Dedemin evindekinin benzeri.

Namrun’un yazlık nüfusu ekseriyetle torun torba sahibi ihtiyarlar, çocuklar ve kadınlardan oluşuyordu, diyor Saybaşılı. Taşra yazları ergen ve yetişkinler için çekilmez olabilir, biliyorsunuz. Benim çocukluk yazlarımda da genç/orta yaşlı erkekler yazlık konaklarda,  gölgeli bahçelerde, bağlarda ya akşamları iş dönüşü, ya hafta sonları ya da güz başında tersine göç için belirirlerdi. Ben değil ama birçok arkadaşım, kuzenlerimin bir kısmı, anne-babaları çalıştığı için Namrun’un çocuk popülasyonunun çoğunluğu gibi dedeler ve ninelerle yollanmışlardı memlekete. Bizden iki önceki kuşağın yaşamımızda, yetişkinliğimizin düşünce ve duygu ikliminde bu kadar pay sahibi olmasının sebebi biraz da buydu. Karakterimizin, dünyanın maddi ve manevi yanlarıyla kurduğumuz ilişkinin, dolayısıyla korkularımız, alışkanlıklarımız, beklentilerimiz, inançlarımız ve arzularımızın biçimlenmesine hatırı sayılır etkileri vardı. Zorla yatırıldığım öğlen uykularında, uykuyla uyanıklık arasından yan odadan kulağıma ve zihnime sızan dualar, beddualar, kıkırtılar ve iç çekişler beni ben yapan hikayelerdendir. Saybaşılı’nınki gibi bizim kuşağımızdan Sünni ailelere mensup çocuklar için de bir çeşit yaz okulu işlevi gören, çoğunlukla eğlenmek için gittiğimiz Kur’an kursları bu tatil dönemine denk gelirdi. Henüz çocuk olduğumuz için Çorum’da, Maraş’ta yaşananlardan bihaberdik ve Alevi çocukların okulda, sokakta neden daha mahzun ve tedirgin durduklarını idrak edecek bilinçte değildik. O yüzden onların kendi inanç sistemlerine nasıl dahil oldukları sorusunun yanıtını çok sonra öğrendim.

Kadınlar ve ihtiyarlardan kurulu bir dünya

Saybaşılı’nın anlatısında, en azından gündüzleri kadınların hakimiyetindeki yayla coğrafyası komşuluğun güven ve neşe veren, dayanışmacı bir ilişki biçimi olduğu bir yerdi aynı zamanda. Tıpkı bizim Kayaardı ve Fertek bağlarımız gibi, ana yola çıkmadan yandaki eve girmeyi mümkün kılan “komşu kapıları” vardı Namrun’da da. Üstelik anahtarlar da her zaman kapının üzerinde olurdu. Çocuklukla ihtiyarlık arasında kalan yaş grubunu rahatsız edebilecek bu mahremiyet ihlali, bahsettiğim nüfus profili için sorun teşkil etmediği gibi, aksi bir görgü kuralı ihlaliydi. İmece usulü kışlık nevale hazırlanır, tatlı niyetine genelde el altında olan pekmezle ve cevizle hazırlanmış, karsambaç, köfter, cevizli sucuk gibi yiyecekler yenirdi.

Niğde, Kayaardı bağları

Namrun’da olduğu gibi bizde de, henüz televizyon yayıncılığı başlamamışken veya herkeste televizyon alıcısı yokken toplanılıp radyo dinlenilirdi. Radyo tiyatroları küçük dedikodularla renklendirilen sohbetlere rakip olabilecek yegane eğlencelerdi. Suspus olup dinlediğimiz bu oyunlardan Necati Cumalı’nın “Nalınlar”ı, ürkütücü efektleri müziği ve gerilimli atmosferiyle tüylerimi ürpertse de kulak vermekten kendimi alamazdım. Komşulardan biri televizyon edinir edinmez de, Namrun’un sakinleri gibi her fırsatta telesafirliğe gitmeye başlamıştık ona. Yine komşuluk hakkı gereği, ikramlarda bulunmanın da kaçınılmaz olduğu telesafirlerden şikayet edilemezdi. Çocuk aklımızla bize neşe ve enerji veren, besleyip kollayan bu kadın nüfusunun ne ağır bir bakım yükü üstlendiklerini anlamak epey vakit aldı. Yazlık çile kışa da uzar, hastalık, düğün, mevlit, sünnet, cenaze sebebiyle büyük şehre gelen akrabalara hizmet etmek yine evdeki kadınlara düşerdi.

Modern tıbbın neredeyse cadı avına maruz bırakacağı ebeler, şifacılar, otacılar ve kırık-çıkıkçılar da taşra hayatının ayrılmaz parçasıydı. Ayrıca yaşını başını almış her dinibütün kadının geleneksel tıbba yatkınlığı olurdu. Anneannemin tükenmez kalemle etrafını çizerken dualar okuyarak siğil tedavi ettiğini hatırlıyorum. Sarılık olana idrar içirme, sıtma tutanı anında bir hayvan kesip yüzerek postuna sarma gibi yöntemlerin de yine bu şifacıların marifeti olduğuna şahit oldum. Kırık çıkıkları kendi yöntemiyle iyileştirmeye çalışan ve namı çevreye yayılmış şifacıları da analım. Çocukluk yazlarımdan bazılarını geçirdiğim eniştemin Antalya’nın Bademağacı köyündeki erkek kırık çıkıkçılardan birinin adı, nedendir bilinmez “parlamento”ydu ve farklı şehirlerden de gelen hastalardan başını alamazdı. Saybaşılı ise vücuda kesikler atılarak yapılan tedavileri hatırlıyor. Şifacılar arasında tecrübeleriyle kendilerini yetiştirmiş yaşlı ebelerin itibarsızlaştırılmaları bu mesleğin de değersizleşmesine ve doğumun doğal sürecinin tahrip olmasının sebeplerinden biri oldu.

Uzun zamandır ihmal edilen bir aile büyüğünü ziyaret etmiş gibi bir izlenim bırakan anlatısının başında Saybaşılı’nın bir Toros sedirinden öğrendiğini söylediği “durmanın erdemi ve sakinliğin cesareti” biz büyüdükçe ve hız çağının temposuna teslim oldukça elimizden kayıp gidiyor. Zamanın yavaş aktığı, yaz sıcağıyla baş edebilmek için dayatılan öğlen uykularının günlerimizi kısaltacağı için kabusa dönüştüğü, gübre kokusunun, doğada yaşayan canlıların sesinden başka bir şey işitilmeyen gecelerin, dalından ve topraktan toplanan sebze ve meyvelerin tel dolaplar, sandık odaları ve kilerler gibi geçmişte kaldığı çocukluğumuzu hatırlamak başka bir dünyanın yolunu bulmamızı sağlayabilir. Daha yavaş dönen ve her canlının eşit değerde olduğu bir dünyanın…

Tüm yazılarını göster