Eski bir tavşan: Yahudi Dr. Eckstein’ın Ankara günleri

Hastalara uzaktan bakarak bile teşhis koymasıyla bilinen Eckstein ve eşi Erna, ürkütücü suçiçeği salgınında yetersiz yatak kapasitesinin yanında, “Allah is great” diyerek çocuklarını kadere teslim eden ailelerin tavrını üzüntüyle karşılasalar da ülkede geçirdikleri yıllar boyunca şaşırmamayı öğrenmişler, yerli halkla gönül bağı kurmuşlardır. Eckstein, iyileşmesi mümkün olmayan çocuk hastaları bile hastaneye alır. Cenaze masraflarını hastane üstlensin de yoksul aileleri zor durumda kalmasın diye.

Funda Şenol fsenol@gazeteduvar.com.tr

1935’te bir mesai günü, Düsseldorf’taki Çocuk Hastalıkları Kliniği’nin başhekimi olarak görev yapan Prof. Dr. Albert Eckstein’e Hitler imzalı bir yazı gelir. Birçok meslektaşı gibi sırf Yahudi olduğu için Prusya devleti hizmetinden çıkarıldığı tebliğ edilmektedir bu yazıda. Aslında başına geleceklerin alametleri çoktan belirmiştir. Nazi yanlısı öğrencilerin Yahudi olduğu gerekçesiyle derslerine ve sınavlarına girmeyi reddetmeleri, hatta onu boykot etmeleri bunlardan biridir. Oysa 1. Dünya Savaşı’nda Fransa Cephesinde yaralı askerleri terk etmeyi reddederek esir düşmüş, meslek ahlakı ve cesaretinden dolayı madalyayla ödüllendirilmiştir.

Hayatını kökten değiştirecek karanlık yaklaşırken Eckstein, Düsseldorf Tıp Akademisi’ndeki şefi Schlossman’ın kızı Erna ile çoktan evlenmiştir. 3 çocukları vardır. Erna da işinin ehli bir çocuk hastalıkları uzmanıdır. Fakat hem kadın olması, hem de Albert’in ışıltısı yaşadıkları sürece Erna’yı gölgede bırakacaktır. Eckstein Ailesi İngiliz yardım organizasyonu Akademik Yardım Örgütü’nün yönlendirmesiyle 1935’te Türkiye’ye göç ederler. Genç Cumhuriyet, Ankara’da kurulmasına çalışılan tıp fakültesine öğretim üyesi aramaktadır. Bu parlak hekim, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti tarafından Ankara Numune Hastanesi Pediatri servisi direktörü olarak atanır.

'BU ÜLKEYİ YA SEVER, YA NEFRET EDERSİN'

Bozkır Çocuklarına Bir Umut - Dr. Albert Eckstein, Nejat Akar, 222 syf., Gürer Yayınları, 2008.

Bu radikal kararın alındığı dönemi ve Ankara’yla ilgili ilk izlenimleri dikkatli, özenli ve çalışkan Erna’nın günlüklerinden takip ediyoruz. Çiftin akrabası hemşire İlse daha önce Türkiye’de çalışmıştır. “İnsan Türkiye’yi ilk görüşte ya sever, ya da nefret eder” der Erna’ya. Eşikte ve seçeneksiz olan kişi için ürkütücü bir tespit! Fakat Erna da, Albert de güçlü ve mücadeleci kişiliklerdir. Albert önden gider. Anne ve çocukları yalnız yola çıktıklarında, Alman devleti tüm mal varlıklarına çoktan el koymuştur. Yanlarına sadece 10 Mark almalarına izin verilir. Tıpkı 1964’te Türkiye devletinin 12 binden fazla Yunan pasaportlu Rum’u sınır dışı ederken yanlarına sadece 20 kilo eşya ve 20 dolar almalarına izin vereceği gibi… Öyle acıklı bir haldir ki bu, Albert, Erna’ya çok zorda kalırsa trendeki kondüktörden borç almasını salık verir.

30’larda artık iyi kötü bir imar faaliyeti içindeki başkent karşılar onları. “Ankara’da evler kötü değildi ama Alman standardı ile karşılaştırmamak gerekiyordu” diyerek durumu kabullenir Erna. Kaloriferli ev çok azdır. Onlar da mecburen sobaya alışırlar. Ama su sorunu sebebiyle aynı suyla aile bireylerinin arka arkaya yıkanması zorunluluğuna kolay alışılmamış olsa gerek. Göçmenlerin çocuklarını okutan bir öğretmen bile vardır. Bu zor yıllarda daha ne olsun? Onların da Ankara’daki sloganları “Geçmişi unutacağız ve yeniden yaşamaya başlayacağız” olur.

'HERKESİN KARIMA DOKUNMASINI İSTEMEM!'

Devlet Ankara’da bir tıp fakültesi kurmak istemektedir. Eckstein asıl bunun için davet edilmiştir. Ama fakültenin yönetsel sistemi ve klinikleri Alman sistemine değil, Anadolu insanının ihtiyaçlarına uygun olsun diye düşünülmektedir. O yüzden Eckstein’e Anadolu’yu gezmesini önerilir. 1938’de ve sonraki yıllarda da karı-koca Anadolu gezisine çıkarlar. Bu geziden, birden çok kez sergilenecek, Anadolu insanının profilini temsil edecek ve hatta bir tanesi paraya basılacak belgesel niteliğinde fotoğraflar çıkar. O yıllarda Basın Yayın Umum Müdürlüğü’nde fotoğraf sanatçısı olarak çalışan Othmar Pferschy ile de ortak gezilere çıkıp fotoğraflar çekerler. Avusturyalı Pferschy, 1932’de 'Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun' ile mesleğini icra etmesi yasaklanınca bir süre İskendireye’de yaşamışsa da, 1935’te artık başkentte resmi olarak tanıtım fotoğrafçılığı yapmaktadır. Eckstein ailesinin fotoğrafları çoğunlukla Albert’e mal edilse de, özellikle sosyal hayatı belgeleyenler Erna’nın eseridir. Erna’nın yasa gereği hekimlik yapması yasaktır. Ama illegal olarak çocukları muayene eder. Nazi rejimi mağduru Almanlara yardım faaliyetlerine katılır. İçinde yaşadığı yabancı kültürü kayda alır. Bütün bunları yaparken sadece başarılı bir hekimin eşi olarak anılmanın onu incittiğini yaşamının sonlarına doğru verdiği bir röportajdan anlarız. Erna’nın hikayesini ve etkileyici fotoğraflarını İFSAK kayda almış neyse ki: (https://www.ifsakblog.org/tarihte-unutulanlar-erna-eckstein/)

Eckstein’lerle birlikte bu gezilere katılanlar Albert’in Anadolu insanıyla çabucak kaynaştığını, sofralarında yiyip içip güldüğünü, muhtarların getirdiği tüm çocukları muayene edip istatistikler tuttuğunu anlatıyorlar. Hüsn-ü kabul görmesinde eşi Erna’nın yanında bulunmasının da etkisi olsa gerek. Sonradan 10 liralık banknotun üzerinde yer alacak fotoğrafın ilginç bir hikayesi var. Fotoğraftaki kadınlardan birinin kocası banknotu görünce rahatsız olmuş, “herkesin karıma dokunmasını istemem” diyerek itiraz etmiş. Karısının güzelliği sebebiyle orada göründüğü ve memleketi temsil edeceği söylenince yatışmış. Aynı fotoğraftaki genç kızlardan Nazife ise “fotoğraflarını köyün delikanlılarına dağıtmış” dedikodusu yayılınca ailesinden epey tepki görse de, işin doğrusu sonradan anlaşılmış. Bu fotoğrafı yukarıdaki linkte görebilirsiniz.

İŞİNİ ŞEFKATLE YAPMAK

Derslerinin bitiminde öğrencilerin fikrini soran ve dersi kapatırken, nedendir bilinmez “Ben eski tavşan” diyen bu güler yüzlü, mütevazı adam bir çocuk hekiminin sahip olması gereken en hayati niteliklerden ikisine sahiptir: şefkat ve espritüellik. Aralarında Sabahattin Ali’nin kızı Filiz ve Burhan Asaf Belge’nin oğlu Murat’ın da bulunduğu bebekleri muayene ederken “Gagavuz, Gagavuz” diyerek yatıştırır, güldürür onları. Minik hastaları onun burnunu kulağını çekiştirirken Eckstein de onlara el şakaları yapar. Aile arasında ise kelime anlamı elastik, esnek anlamına gelen Schummi diye çağrılır. Onca zulüm ve haksızlığa karşı dayanıklı ve yeni koşullara uymakta mahir olması ismiyle müsemma olduğunu göstermiyor mu?

Hastane önündeki bu fotoğrafta Eckstein önden ikinci sırada, soldan beşinci. (Fotoğraf Prof. Dr. Semih Baskan arşivinden)

Hastalara uzaktan bakarak bile teşhis koymasıyla bilinen Eckstein ve eşi Erna, ürkütücü suçiçeği salgınında yetersiz yatak kapasitesinin yanında, “Allah is great” diyerek çocuklarını kadere teslim eden ailelerin tavrını üzüntüyle karşılasalar da, ülkede geçirdikleri yıllar boyunca şaşırmamayı öğrenmişler, yerli halkla gönül bağı kurmuşlardır. Eckstein, iyileşmesi mümkün olmayan çocuk hastaları bile hastaneye alır. Cenaze masraflarını hastane üstlensin de, yoksul aileleri zor durumda kalmasın diye…

Albert Eckstein hükümetin talebiyle yabancı elçilik mensuplarının ve Alman elçiliği mensuplarının çocuklarına, hatta Büyükelçi Van Papen’in torunlarına da bakmak zorundadır. Bundan daha zorlayıcı olanı Türkiye’deki Nazilerin başında olan Matzig’in de çocuğunu tedavi etmesidir. Matzig, sağlığına kavuşan çocuğunun hatrına Almanya’daki yakınları için bir şeyler yapmayı teklif eder. Eckstein’in yanıtı kahırlı ve kinayelidir: “Hemen hepsi öldürüldüler.” 1945’te, Hitler’in ölümü duyurulduğunda Eckstein Ailesi ve Ankara’daki Yahudi kökenli Almanlar “Domuz öldü” çığlıklarıyla o gün için saklanmış bayat bir şampanyayla kutlama yapacaklardır.

TERSİNE SÜRGÜN VE SONUN BAŞLANGICI

Numune Hastanesi’ndeki görevinden sonra Ankara Tıp Çocuk Kliniği direktörlüğünü 1945-49 arası yürüten Albert Eckstein’in bu itibarlı göreve getirilmesinin ağır bir bedeli vardır: sözleşmeye göre, derslerini Türkçe verecek ve eğitim, mesai konularında ağır şartları kabullenecektir. Bunca emeğin karşılığı İçişleri Bakanlığı’nın haymatlos (vatansız) nitelikli oturma iznidir. Bu yeni ve zor çalışma koşullarına rağmen savaş sonrası Alman Kuzey Ren Vestfalya eyaletinden yapılan yurda dönme çağrısına olumsuz yanıt verir: “içinde uzun zamandır hiç kötü duygu kalmadığını, tek isteğinin zor bir sınavdan geçen ülkenin sürekli ve hızla iyileşmesi” olduğunu söyler yine bir hekim jargonuyla. İyileşme fiilini ne kadar da yerinde kullanmıştır.

1948’de Ulus Gazetesi’nde, “Yabancı profesörlere yapılan harcamaların kesilmesiyle, öğrencilerimize ayrılan bütçe arttırılmıştır. Bu da başarılmıştır” diye bir haber vardır artık. Haber Eckstein’ı çok üzüp öfkelendirir. Cumhuriyet’in sağlık politikasını geliştirmek, çocuklar için yataklı hastane hayalini hayata geçirmek için gösterdiği çabalar, talepler hep geri tepmiştir. Geçmişte İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin mimari şubesinin başındaki Ernst Egli de tahsisat eksikliği ve ilgisizlikten kurumundan istifa etmiştir. Eckstein de bir zamanlar Egli’nin kapıldığı hislere kapılarak, artık istenmediğini düşünmeye başlar. Neticede rekabeti sertleştirecek nitelikle ve çalışkanlıkta bir hekimdir. Her alandaki millileşme politikasına kurban edileceğini de kavramış olsa gerektir.

Bir yıl sonra Hamburg’dan gelen teklifi kabul eder. Giderken yazdığı istifa dilekçesinde, Ankara Üniversitesi’nde bir çocuk kliniğinin kurulmasının önemini, bunun kendisini Hamburg’da bile ne kadar sevindireceğini yazar. Arkasında çok sayıda şifa bulmuş çocuk, iyi yetişmiş asistan, minnettarlıklarını bir mektupla dile getiren öğrenciler, yayınlar ve dostluklar bırakacaktır.

1949’un sonunda Eckstein ailesi yola çıkmaya hazırdır. Tren garına onları uğurlamaya hem Eckstein’in, hem de Erna’nın hastası olan çocuklar dahil yüzlerce kişi armağanlarıyla gelirler. Görülmemiş bir uğurlama merasimidir. Hekimliğinin yanında, müziğe, arkeolojiye, fotoğrafçılığa, edebiyata ve felsefeye hakimiyeti kuvvetli, para ile ilişkisi eşinden harçlık alacak kadar zayıf bir entelektüel olan Eckstein, Ankara’ya vedasından birkaç ay sonra Hamburg’da kalp krizinden ölür.

“Hiçbir yere evim diyemem” demesine rağmen hayatının en mutlu yıllarını Türkiye’de geçirdiğini söyleyen eşi Erna, 1956’da İhsan Doğramacı’nın davetiyle gelip Hacettepe Çocuk Hastanesi’nin kuruluşunda çalışır. Eckstein’in hayali olan çocuk hastanesi ise Cebeci’de asistanı Bahtiyar Demirağ’ın temelini atmasıyla 52’de inşaatına başlanıp 63’te hizmete açılır.

Not: Albert Eckstein’in Türkiye yıllarına dair bilgilerin önemli kısmı Nejat Akar’ın Bozkır Çocuklarına Bir Umut: Dr. Albert Eckstein adlı kitabından alıntılanmıştır. Bu haftanın kitabı bu olsun. (Gürer Yayınları, 2008).

Tüm yazılarını göster