İbrahim Tatlıses, Türkiye’de “inşaat işçisi” imgesinin en
popüler taşıyıcılarından biriydi. 70’lerin başında
inşaatlarda soğuk demir ustası olarak çalışır (ve tabii türkü
söyler) iken Adanalı bir prodüktör tarafından
keşfedildiği, sonra şöhret basamaklarını hızla tırmandığı
anlatılageldi. Ayağında Kundura türküsüyle 1974 yılbaşı
gecesi TRT ekranında göründü ve sonra bugüne kadar gelen şöhreti
katman katman gelişti.
70’lerin ikinci yarısında, işçi hareketlerinin giderek
güçlendiği ve örgütlendiği koşullarda, onun bu özgeçmişi
ikili bir fayda sağlıyordu: Hem otantik hikayesiyle bir star
inşasını kuvvetlendiriyor ve onu en yoksulların dünyasında
geçerli bir değer haline getiriyor hem de işçi sınıfının en
örgütsüz, en çok horlanan, en çok çalışıp en az kazanan kesiminden
(bile) burjuva toplumun yaldızlı dünyasına dikey
geçişin mümkün olduğuna dair bir nesne gibi gösteriliyordu. İnşaat
işçiliği ya da işte ona benzer en alttaki işler; toplumsal
örgütlenmenin yarattığı devasa eşitsizliğin açıkça görülebileceği,
“en çok çalışanın en az kazandığına” dair kapitalist yasanın teşhis
edilebileceği bir kanıt olmaktan çıkıyordu onun şahsında. Bunun
yerine, kötü kaderin, yanlış tercihlerin, toplum yapısındaki
istisnai aksamaların yol açtığı bir tür mağduriyet, aynı
sistem tarafından telafi edilebilecek bir
talihsizlik olarak görünüyordu.
Tatlıses, kendi kolay zenginleşmesinin bir karşılığı olarak bu
rolün gönüllüsü oldu. “Geçmişimden utanmıyorum” terennümü,
o geçmişin işaret ettiği koşullarda yaşayanlara dönük bir
‘yatıştırma’ ideolojisi gibiydi. O, kendisi için artık
sonsuza dek “geçmişte kalmış” bir yoksunluğu, ezilmişliği; zaten de
sırf “geçmişte kalmış olduğu için” kariyerinin bir süsü olarak
benimsiyordu.
1981 tarihli “Yaşamak Bu Değil” filminde bir inşaat işçisini
oynadı. Toplumun çelişkilerini, ait olduğu yerde, yani sermayesiyle
ve emeğiyle yaşayanlar arasındaki mücadelede değil de sınırları
belirsiz bir “zengin-fakir” çekişmesinde, esasen de yapay bir
“iyiler-kötüler” kavgasında gösteren sayısız melodramdan biriydi bu
film. Memleketinden Bodrum’a çalışmaya gelen; ama oradaki ‘mutlak
kötü’ler tarafından ‘kutsal aşk saadeti’ parçalanınca intikam alan
‘mutlak iyi’ bir inşaat işçisi resmediyordu. “Kendi geçmişi” ile
barışık görünmenin yolu olarak böyle “evliya gibi bir ameleyi”
oynamaya gönül indirmişti. Ama ne Kürt annesinden ne de Arap
babasından kalan aksanını sahiplenebilmiş; 1981’in Türkiye
koşullarına uygun olarak bunları bir çırpıda terk edip, İstanbul
Türkçesiyle dublajlanan bir amele olmuştu. Toplumsal,
bölgesel ve sınıfsal bir eşitsizliği değil; muğlak bir mağduriyeti
temsil ediyordu. Kurtuluş yerine, bireysel hıncın, feodal
intikamın, ataerkil törenin ve tüm bunlardan oluşan karikatür
düzeyindeki bir sözde erdemler koleksiyonunun taşıyıcısıydı.
“İbo”, 10 Ekim 2006’da yine Bodrum’da, kendi yaptırdığı otelinin
inşaatında çalışan ve paralarını alamadıklarını söyleyerek kapasına
dayanan işçilerin üzerine, eline geçirdiği bir sopayla yürüdü:
“Dininizi s.. Kiminle anlaştınız? Kiminle anlaştıysanız, gidin
ondan alın. Sülalenizi s.... Beyninizi kurşun doldururum.”
“Sınıf atlayan amele”nin peri masalı zaten çoktan bitmişti. Ama
2006’da, artık çok değişmiş olan Türkiye’de, bu kez yeni zenginler
için, sopa zoruyla emek sömürüsüne rol model oluyordu. Hakkını
arayan amelelere, kendi filminde resmettiği kötülerin usulüyle
saldırdığında çevrimi tamamladı. Geçmişin inşaat işçisi
etiketiyle, sınıf kavgasını kökenin, erdemin, başka soyut
palavraların arkasına gizleyen bir karikatür kahraman değil;
bugünün müteahhidi etiketiyle, aynı kavgayı ete kemiğe
bürüyen, işçilere savurduğu sopanın ucunda açığa çıkaran gerçeğin
aktörüydü artık.
* * *
Türkiye bir haftadır, yeni havalimanı inşaatının işçilerine
‘bakıyor’. Krizin yükünü piramidin altında olanlara
yıkmaya çalışan yönetici sınıflar da emekçiler de, oradaki
‘kavga’nın önümüzdeki dönemin ruhu olduğunu biliyor.
Kavga, çok sembolik bir noktada gerçekleşiyor. Üçüncü havalimanı
inşaatının dev şantiyesi; ‘Şimdiki Türkiye’nin birikim
rejimi açısından da o rejimin siyasal kabuğu açısından da son
derece sembolik ve ‘merkez’ bir nokta. Ama ‘kavga’nın bu kadar
sembolik bir noktada çıkması da tesadüf değil elbette.
ANAP ve Özal, 12 Eylül sonrasının ilk konsolide burjuva
iktidarını temsil ediyordu. Arkasında büyük bir sermaye
fraksiyonları uzlaşması vardı ve sarsılmaz görünüyorlardı. Ama 1989
baharında, tam da yok etmeye yemin ettikleri kamu teşekküllerindeki
işçilerin başlattığı direniş dalgasıyla çöküşe geçtiler. Desteğini
aldıkları sermaye sınıfının kârlarını ve buna koşut olarak kendi
siyasal nüfuzlarını; hayali ihracat gibi usulsüzlüklerin yanı sıra,
bu kamu teşekküllerini de satıp savarak şişirmeyi planlamışlardı.
Ama 1989’da oradan başlayan işçi eylemleriyle iki senede
süpürüldüler. 1990’da Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyen madenciler,
infaz ilamı gibi bir sloganla fişi çekmişti aslında: "Çankaya'nın
şişmanı işçi düşmanı!" İktidar işçilere çok sert karşılık verdi.
Polis ve askeri devreye soktu. Ama 1991’de yapılan seçimde de
çöktü. Özal Çankaya’daydı ama partisi üçüncü oldu. İşçiler yeterli
politik örgütlenmeye sahip olmadıkları için yeni bir siyaseti
kuramadılar. Ama eskiyi yıkmayı başardılar. Özalizm, ilk
ateşi, ekonomik hikayesinin merkezi olarak gördüğü ‘kamu
teşekküllerinden’ yakılan bir emek hareketi sonunda gözden düştü ve
eriyip gitti.
Bugünkü siyasal rejim de, kendi birikim modeli açısından merkezi
konumda olan sektörlerden birinde, inşaatta başlayan işçi
hareketliliğine karşı tek seçenek olarak ‘zor’ uyguluyor.
Sermayenin ve siyasal bürokrasinin tecrübesi, bu işin
benzinli bir iş olduğunu, derhal ve hızlıca
yayılabileceğini endişeyle tekrar ediyor kendi kendine. Taleplerin
‘insani’ olup olmamasıyla, tahtakurusuyla, yelekle, servisle
ilgilenebilecek durumda değiller. Kaygıyla ve can havliyle en sert
şekilde yanıtlıyorlar eylemi. Barakaları basıp işçileri
tutukluyorlar. Bir yandan da gerçeği çarpıtma aygıtlarını muazzam
bir devirle çalıştırıyorlar. Henüz olayları izlemekle yetinen ama
kriz derinleştikçe daha büyük ‘tehlike’ haline gelecek olan başka
işçilere gözdağı verirken aynı işçileri ‘dış güçler’ gibi ideolojik
müsekkinlerle yatıştırmaya çalışıyorlar.
Bu yolda, son derece kırılgan ve olayların seyriyle
parçalanabilecek de olsa, neredeyse tam bir ‘egemen sınıf
ittifakı’nı sağlamış gibi görünüyorlar –şimdilik... Yakın zamanın
‘kimlik kavgaları’, ‘ideolojik çekişmeleri’ bir kenara bırakılıyor.
Sınıf çatışması hepsinin sıvasını kazıyor. İşçiler, kendisini ‘yeni
Türkiye’ olarak tanıtan ya da ‘eski Türkiye’ denen bir zamanı
özleyen, ama gerçekte tümü eski ve köhne bir dünyaya ait olan
aktörleri bir araya getiriyor: ‘Yandaş’ ve ‘candaş’ sermaye,
Anadolu kaplanları ve İstanbul burjuvazisi, ‘Reisçi’ müteahhitler
ve ‘liberal’ sanayiciler, Akitgillerden ‘şeriat yanlısı’ Mehtap
Yılmaz ve Habertürkgillerden ‘laik’ Fatih Altaylı… Tüm bunlar,
eskisini yenisini bir kenara bırakıp ‘Şimdiki Türkiye’
iktidarı etrafında pozisyonlarını alıyorlar.
Bugünün İboları, karikatür halindeki ‘mağdur ve
mağrur’u oynadıkları setleri terk edip, sopayla işçi kovaladıkları
'esas işlerinin' başına geçiyor. Sadece iktidar bloku değil, tüm
toplum bu çatışmayla sınanacak gibi görünüyor.