Şu aralar farklı nedenlerle evin kıyısında köşesinde unutulmuş
eski nesneler yanımda yöremde beliriveriyor. Kimi aklıma düşüyor da
arayıp buluyorum, kimi durduğu yerde gözüme takılıyor, kimi aile
içi sohbetlerde konu oluyor da ortaya çıkartılıyor… Henüz
kapanmamıştık; günlük yürüyüşlerimden birinden sonra bir kitapçıya
uğradım. Kitaplara bakarken, okuduklarım, epeydir okumayı
istediklerim, yeni çıkanlardan ilgimi çekenler derken, elime
aldığım bir kitabın yıllarca önce babamın kütüphanesindeki eski
baskısını hatırladım. Dönüp eve aradım, buldum. Charles Baudelaire,
Elem Çiçekleri. Vasfi Mahir Kocatürk çevirmiş. 1954’de
basılmış. Kapağını açınca burnuma çarpan toz kokusu, birçok anıyı
canlandırdı. O kadar eskimiş ki sayfalarını çevirdikçe
dağılmasından korktum. Çocukken merak ettiğim, ama henüz şiirin
tadına varamadığım yıllarda öylesine sayfalarını çevirip kenara
koyduğum, daha sonra ilk gençlik yıllarımda gerçekten okuduğum bir
kitap… Evde kapalıyken yeniden okunacaklar listeme aldım.

Bu kapanma günleri beni sürekli geçmişe atıyor. Evin dört duvarı
geleceğe bir kapı açamadığı içindir herhalde… Eski nesneler
bırakıldıkları köşelerden kendilerine yapışmış anılarla göz kırpıp
duruyorlar. Annemin ellerini hissediyorum üstlerinde. Çocukluğuma
sığınmak istiyorum. Orada anneme sarılmak mümkün çünkü.
Varlıklarını bile unuttuğumuz bir sürü nesne var evin içinde.
Kütüphane eski kitap dolu. Babamın her doğum günümüzde, her
kalbimiz kırıldığında aldığı çocuk kitapları okunmaktan yıpranmış
ciltleriyle göze çarpıyor. Neler yok ki… Bir Eşeğin
Hatıraları, Alice Harikalar Diyarında, Anne
Frank’ın Hatıra Defteri, Tom Sawyer’in Maceraları,
Küçük Kadınlar, Çocuk Kalbi, Genç Prens,
La Fontaine’den Masallar… Annemin alet çantası, dikiş
kutusu… Dikiş kutusunun bir rafında rengarenk düğmeler, diğerinde
iğneler, çizim sabunu, toplu iğneler… Kocaman yorgan iğnesi 8- 9
yaşlarımdayken pazar akşamları onunla birlikte yorgan kapladığımız
anların tanığı… Mis gibi kokan çarşaflar yorganlara kaplanırken
içimi kaplayan sevincin tanığı… Rengarenk düğmeler arasında onun
eskimiş ceketlerinin düğmeleri de var. Düğmelerin kıymetini bilip
saklamış. Dikiş dikerdi. Eski düğmeleri nasıl değerlendireceğini
düşünürdü. Hep de bir yerini bulurdu onlar. Elbiseden elbiseye,
ceketten cekete… Yeni yerlerinde düğmeler de yenilenirdi sanki,
kimse bilemezdi eski olduklarını. Her düğme annemin bir haline
iliklenmiş. Elime alsam annemi de alacağım.
Çocukluğumdan çıkamıyorum. Şu kapanma yüzünden hep. İnanılmaz
ama zihnim geriye doğru çalışan bir dişli gibi… Türkiye’nin
hallerinin çocukluğumda izini sürüyorum durmadan. Babamın
kütüphanesinde, kutular içinde sakladığımız eski gazete
kesiklerinde, YÖN, AKİS gibi dergilerin sararmış sayfalarında
okuduğum haberlerde bugünün alt üst oluşlarının benzerlerini arıyor
zihnim. Arada bir çıkarıp bakmak istiyorum. Eskiden de bu kadar
kötü müydük diye. Travmalar üşüşüyor zihnime. Örneğin, 49 yıl önce
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam edildikleri 6
Mayıs gününü okuldaki alışılmadık sessizlikle hatırlıyorum. O
zamanlar cumartesileri yarım gündü. Okuldaydık, sabahın erken
saatlerinde idam edilenlerin acısı öğretmenimin yüzüne işlemişti
sanki. Yüzümüze bakamıyordu. Belki de evdekilerin acısını ben
öğretmenimin yüzüne taşımıştım. Orada o acıyı görmek istemiş
olabilirim. Acının ortak olması gerektiğini hissediyordum.
Kavrayamadığım bir utanç duyuyordum. Derin bir utanç… O günden bu
yana o utanç orada duruyor. Hiç gitmedi. Sonradan tanık
olduklarımla büyüdü.
Şu aralar utancımı büyüten İkizdere’deki taş ocağı inadı. Arada
fotoğrafları karşıma çıktığında görmemek için yüzümü çevirdiğim Kaz
Dağları'ndaki maden arama inadının içime yerleştirdiği sızıya,
İstanbul Kanalı inadına duyduğum öfkeye İkizdere’nin utancı
eklendi. Hep birlikte yaşadığımız şu gezegene yaptığımız eziyetten,
havaya, sulara saldığımız zehirlerden etkilenen canlıların sebep
olduğumuz ölümünden nasıl hep birlikte utanç duymadığımıza
şaşırıyorum bir de. Gezegen ölüyor. Yakında dağlarımız
çiçeklenmeyecek, ağaçlarımız yeşermeyecek. Zehir soluyarak ölecek
çocuklarımız. Susuz kalmaya ramak kaldı. Ağaçları keserek yerlerine
yetiştirdiğimiz beton ormanları soluksuz bırakıyor bizi.
Hastalıklar daha hızlı yayılıyor. Gezegen kendini savunmak için
bizi öldürecek yollar arıyor. Covid-19’u ne sanıyoruz?
Ormanları yağmalayarak, suları kirleterek, canlı türlerinin
soyunun tükenmesine neden olarak kazandığımız her fazla doları
harcayabilecek bir geleceğimiz olacak mı? Soru bu olmalı. Bu
gidişle yanıt da belli. OLMAYACAK!
Kalbim İkizdere’de atıyor, çünkü umut orada. “Direniyruk!”
diyebilenlerde…
Kapak görseli: Harold Knight, Morning
Sun, 1913.