Türkiye’nin yürürlükteki rejimi -eğer kendi içinde tutarlı, bütünlüklü, tarif edilebilir bir rejimden sözedebileceksek- nasıl tanımlanmalı? “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ya da “Türk tipi başkanlık” olarak adlandırılarak güya ciddî kurumsal yapıymış gibi sunulan bu rejimin yerine geçtiği “eski rejim”den farkları neler?
Levent Köker, Birikim’in Eylül (377.) sayısındaki yazısında, siyaset alanına taşınması zorunlu bir tartışma açıyor. “Başkancı rejim” diye adlandırılmasını önerdiği olgunun eski rejimle farklarına eğilen Köker, bunu esas olarak, mevcut durumdan nasıl çıkılacağı yolundaki arayışlara yol gösterme amacıyla yapıyor. Ve “eskiye dönüş” seçeneğinin demokrasi yönünde çıkışa imkân yaratmayacağını ortaya koyuyor. (Siyasete rota çizme, yön tayin etme gibi iddiaları olanların bu yazıyı mutlaka okumasını tavsiye ederim.)
Köker, Türkiye’de mevcut halin “popülizm”, “otoriterleşme”, “yarışmacı otoriterlik” kavramlarıyla tanımlanıp tanımlanamayacağını sorguluyor. “Elit karşıtı” dil, ana akım siyasetin dışından gelme, başına buyruk delikanlı adam halleri -Köker tabiî benim gibi böyle âmiyâne tarif etmiyor :)-, anayasal-yasal mekanizmaları aradan çıkartan, halk oyu-onayına doğrudan dayanan, ama gerçekte halkın olan biten üzerinde denetiminin bulunmadığı “plebisiter” yöntemler ve nüfusun “dost-düşman ayrımı”yla kutuplaştırılması bakımlarından rejimimizin popülist sıfatının içini doldurduğunu tesbit ediyor. Biçimsel demokrasinin kurumlarının görünüşte varoluşu, bunların, öngörülmüş işlevleriyle çalıştırılmayışı, iktidarın bütünüyle ele geçirilmesi ve muhalefetin ezilmesi hedefleriyle “istismar edilişi”, muhalefetin iktidar için “yarışa” girmesine izin verilmesi, ama bizzat “yarış alanı” iktidarın çıkarına tahrip edildiği için ancak “gerçek ama adil olmayan” bir yarışın yapılabilmesi… bakımlarından da rejimimiz “yarışmacı otoriterlik” payesine hak kazanıyor.
Şöyle diyor Levent Köker: “Türkiye, Erdoğan liderliğindeki AKP’nin 2002’den bu yana süren serüveni içinde, ‘vesayetçi demokrasi’den kurtulmaya çalışırken, en azından biçimsel anlamda ‘demokratikleşme’ yerine artık demokrasi olarak nitelendirilemeyecek otoriter bir rejime dönüşmüş olmaktadır.”
Yazarın asıl derdi ve bunu ifade eden sorusu şu: “Söylem ve strateji olarak popülizm ve ‘yarışmacı otoriterlik’ rejim değişikliği hakkında neyi söylemekte, neyi söylememektedir?”
AMBARGO, GENÇ KUŞAKLAR, GEÇMİŞ
Hepinizin bildiği üzre, Türkiye’de mevcut rejim ve muhtemel rejim değişikliği konusundaki tartışmaların üzerinde sıkı ambargo var. Muhalefet saflarının sesi en çok çıkan kesimlerince konan ambargo. Eski rejimin kurumlaşmış anti-demokrasisinden, acımasız baskıcılığından, ahlâksızca ayrımcı, ırkçı özelliklerinden bahsetmek derhal “AKP’yi savunmak” olarak damgalanıyor ve tartışma başlamadan bitiyor. AKP öncesine her gönderme, solun önemli bölümünün de dört elle sarıldığı -büyük harfle- “Cumhuriyet”in kuruluşundan 2000’lere kadarki macerasını, herkesin kendi hakkındaki hayallerini süsleyen anti-emperyalizm kurmacasını kurcalamaya -belki daha önemlisi, CHP’de temsil edilen düzen-içi “hayat tarzı muhalefeti”ni gücendirmeye- yolaçabileceği endişesiyle, bugünkü baskı düzenini savunma olarak mahkûm ediliyor. Oysa, basitçe, demokrasi tartışmasını oralara uzatıp, “bizim sahiden bir demokrasimiz var mıydı?” diye sorup açıkyüreklilikle cevap aramadan bugünkü karanlıktan çıkış mümkün olmayacak. Bu yüzden, Köker’in sorduğu soru hem mevcut rejimin tarifini sırf akademik egzersiz olmaktan çıkarıp pratikleştiriyor, siyasîleştiriyor hem de çıkış arayan bizlere ayağımızı basacağımız sağlam yer öneriyor.
“[M]evcut muhalefet partilerinin,” diye soruyor Köker, “…‘parlamenter sisteme geri dönülmesi’ anlamında bir restorasyon talep ettikleri bilinmektedir. Bu acaba gerçekten demokratik bir seçenek midir?” Cevabı, hayır: “…çünkü, bugün gelinen nokta, geçmişteki rejimin krizlerinden doğmuştur. (…) Türkiye’nin geçmişinde, bugünkünden daha ‘demokratik’ dönemler vardır ama bunların hiçbiri, bugün ‘restorasyon’ talebiyle siyaset sahnesine getirilebilecek ölçüde demokratik, yani arzu edilebilir değildir.”
Sebebi, Türkiye’nin siyasî rejiminin “her zaman” “demokrasi ile otoriterlik arasında konumlanma anlamında” “melez bir nitelik taşımış” olması. Köker, “Türkiye’nin otoriter anayasa geleneği”ne işaret ediyor. Ve siyasî rejimdeki “asıl tıkanma”ların “bu gelenek içinde yerleşmiş ‘kalıcı otoriterlik’ten kaynaklandığı”na.
Dünyaya aklı ermeye başladığından beri AKP-Erdoğan’ınki dışında iktidar görmemiş, giderek faşistlerin de tam söz sahibi olduğu pervâsız bir keyfî yönetim altında, baskı ve aşağılanmanın her türlüsüyle yüzyüze yaşayan genç insanlar, eskiyi bilmiyor. Onlar, eskiden en azından görünüşte daha iyi olan şeylerden, daha hukuka uygunmuş gibi yürüyen işlerden haberdar olduklarında bugünden çıkışı eskiye dönme gibi tahayyül edebilirler. Ancak siyaset hakkında atıp tutan zevatın büyük bölümü eskiden neyin ne olduğunu bilmez değil. Buna rağmen mevcut rezillikten kurtuluş için tasavvuru dünle sınırlayanların yaptığı iş, genç kuşaklara karşı işlenen suç bile sayılabilir.
“Aman, AKP’nin işine yarar!” gerekçesiyle geçmişin çarpıtılması, örtülmesi birçok zararı birarada doğuruyor. Bugünden çıkış için olmazsa olmaz geniş bakış açısının oluşturulmasını baştan önlüyor. Bugüne yolaçmış esas faillerin tahlisiye filikalarına önden atlayıp paçayı sıyırmalarına meydan yaratıyor. Eğer bugünden çıkılabilirse ulaşılacak düzlükte, bunlar, dünün beşerî ve toplumsal felaketlerini yaratmış olanlar, böylece oluşturulan tümseklerin ardına gizlenip faaliyetlerini aynen sürdürebileceklerini umuyorlar. Nitekim bugünkü iktidar da elbette sadece “AKePe” iktidarı değildir. Askerî operasyonların kurt işaretleri eşliğinde, duvarlara MHP sloganları yazılarak icra ediliyor olması bir yana, eski rejimin demokrasi olmasını önleyen devlet içi yapılanma, tahkim edilmiş, daha da denetlenemez kılınmış olarak yürürlükte.
OTORİTER ANAYASA, HEGEMONİK MANTIK
Köker, Ertuğ Tombuş’un “Türkiye’nin otoriter anayasa geleneği”ne dair tesbitine katılıyor: Burada yapılmış anayasalar hep bir “otoriter temel”e dayandılar. Bu temel, “halk iradesini kendisinde tecessüm ettirdiğini ileri süren bir ‘aktör’ün ‘hegemonik-totaliter mantığı’”.
Anayasanın, dolayısıyla belirli bir dönemde yürürlükte olan rejimin âdetâ kalbine kendini yerleştiren bu “aktör”, gördüğümüz gibi, kişilik ve rol değiştirebiliyor. Sandalyesi orada kaldıkça birinin oturması kaçınılmaz.
“Halk” ve “millet” terimlerinin Türkiye’de “birbirlerinin yerine geçecek şekilde anlaşılmasının cârî siyaset dilinde hâlâ varlığını koruduğu”na dikkat çeken Köker, “[H]alk egemenliği…” diyor, burada “…demokrasinin en temel ve tanımlayıcı unsuru olarak görülmektedir. Oysa, hem siyaset teorisinde hem de pratikte, demokratik rejimler halk veya millet egemenliği ile liberal hak ve özgürlükler arasındaki gerilimlerle yüklüdür.”
Sonrası da şöyle geliyor: “Bu gerilimlerin ana kaynağı (…) ‘halkı yekpâre, birleşmiş bir varlık’ olarak gören ve bu varlığın iradesinin kendisinde cisimleştiğini ileri süren ‘hegemonik-totaliter mantık’tır.”
Zihnindeki ideal devlet-toplum ilişkisi tasavvurunda “halk” ya da “millet”i yekpâre varlık olarak görmeyen, ciddîye alınabilir siyasî hareket-parti temsilcisi bir adım öne çıksın. Yok mu kimse? Tamam. Devam edelim.
Tombuş’un “hegemonik-totaliter mantık”ın “karşı kutbuna” yerleştirdiğini Levent Köker şöyle tarif ediyor: “…‘Halkın bir bütünlük (totality) olarak temsil edilmesinin mümkün olmadığını, dolayısıyla da iradesinin asla belirlenemeyeceğini’ kabul eden ‘çoğulcu-demokratik’ mantık…” Tombuş’a göre bu iki mantık arasındaki “zıtlık”, Türkiye’deki “anayasaların temellerinde” hep “karşımıza çıktı”. Köker’in, Tombuş’un tanımlarını da araya katarak anlattığı üzre: “…Türkiye’nin (…) anayasalarda somutlaşan siyasî rejimi her zaman ‘otoriter’ bir nitelik taşıdı”, “toplumsal çoğulculuğun bir gereği olan, ‘iktidarın boş alanı’nda cereyan edecek olan demokratik siyasetin önünü tıkayan, tekçi bir halk/millet iradesi anlayışı, ‘Kemalistlerin başlıca popülist muhalifleri’nde (önce Demokrat Parti, sonra ve bugün AKP) ve tabiî ‘popülist’ versiyonuyla karşımıza çıktı”.
Köker buradan, dünkü rejimi “vesayetçi demokrasi” diye nitelemenin yanlışlığına varıyor: “‘Vesayetçi demokrasi’ denilen rejim de, aslında demokrasi değil, bir tür otoriterliktir, ama bu otoriterliğin ideolojik meşruluk zemini, ‘başkancı rejim’ için ileri sürülen ve popülist ve söylem ve stratejinin desteğindeki ideolojik zeminden farklıdır. Fark, bir bakıma, Kemalist bir ilke olarak halkçılığın ‘halk için halka rağmen’ yaklaşımı ile, başkancı rejimdeki popülizmin doğrudan halk (seçmen) desteğini üretebilmekteki becerisi arasındadır.” Bilahare “vesayetçi demokrasi” rejiminin demokrasiyi mevcut özelliği değil ancak gelecekte varılacak hedef olarak barındırdığı gerçeğini ortaya koyuyor Köker.
DİKTATÖRLÜK ÇEŞİTLEMELERİ
Levent Köker bu aşamadan sonra kaçınılmaz olarak “diktatörlük” kavramını didiklemeye ve özellikle 15 Temmuz ertesinde OHAL’le başlayan yönetim tarzını ele almaya girişiyor. “KHK rejimi” ve ardından “başkancı rejim” olarak adlandırdığı yönetim tarzının çeşitli unsurlarını hatırlattıktan sonra, Türkiye’deki “son olağanüstü hal tecrübesi”yle, belirli acil hallerle sınırlı “anayasal diktatörlük”ten çıkılıp, diktatörün “anayasa dahil hiçbir hukuk normu”yla sınırlanmadığı “egemen diktatörlük”e geçilmekte olduğunu belirtiyor.
Yürütme erkinin tek adamda toplandığı, onun da hiçbir kurumsal denetime tâbi olmadığı, icraatının sınırlarını ve kapsamını yalnız kendisinin belirlediği, isterse birilerine danıştığı, isterse kimseye danışmadan karar verdiği bir yapının, ekonomi, nüfus, toplumsal çeşitlilik-gelişmişlik bakımından Türkiye boyutlarındaki ülkede uzun zaman sürdürülemeyeceği ortada. Hiçbir kuralı doğru dürüst tanımlanmamış, kurumlara yer vermeyen, baştan aşağı belirsiz ve her şeyi her an değişebilecek bir uyduruk “Türk tipi başkanlık” sisteminin, daha mâkûl, daha tanımlı, sürdürülebilir bir yapıya dönüştürülmesi gereği iktidar koalisyonunun çeşitli katlarında şüphesiz hissedilecek ya da hayatın gerçekleri bunu dayatacaktır -belki de hissediliyordur bile.
İşte bu yüzden, Köker’in, yazısının sonraki kısmında girdiği “ikili devlet”-“ikici devlet” konusu hayatî önemde. Zira sahici çoğulcu-demokratik alternatif yaratılamazsa bizi bekleyen geleceğe dair öngörüde bulunmayı sağlıyor. Hakkıyla özetlersem yazıyı iki kat uzatmam gerekeceğinden, çok kabaca şunu aktarmakla yetineceğim: Bizim daha çok kabaca “güvenlik devleti” dendiğinde anladığımız şeyi andıran, “önlem devleti” kavramını “norm devleti”nin karşısına koyan yaklaşımı izah ediyor Levent Köker. 12 Eylül Anayasası’nın öngördüğü ikili yapıya değiniyor. Ve idare mensuplarının bir kısmının, görünüşte istisnasız herkesin tâbi kılındığı yargı denetiminin dışında tutulmasının kurumlaştırıldığı devlet yapısına işaret ediyor. Bugün siyasî tartışmaların tamamen dışında kalan bir kavramlaştırma, yakın zamana kadar “Türkiye gerçeği”nin özü gibi ortaya sürülürdü: Devlet ile hükümet ayrımı. “Tamam, hükümet şöyle diyor, ama bakalım devlet ne diyor…” gibi cümleler, siyaset hakkında konuşulurken kaçınılmaz olarak ve sıkça telaffuz edilirdi ve herkesin bundan anladığı bütünüyle gerçeğe denk düşerdi. İşte “bugünden çıkış” tartışmalarına ışık tutması gereken tesbit burada. Ahali olarak, problemli ergenlikten kurtulup kaderine sahip çıkan yetişkin toplum haline gelebilmemizin şartı ve imkânı da burada.
Köker’in yazısının, pratik siyasî yaklaşım ve önerilere temel yapmak üzere, siyasetçiler tarafından ele alınması ne iyi olur.