Geçen haftadan itibaren Netflix tarafından bize sunulmuş olan "Gerçek Aşk" dizisi belki de Türkçeye çevrilmiş haliyle seyirciyi en çok yanıltabilecek, daha doğrusu çok yanlış beklentilere sokabilecek bir isme sahip. Her ne kadar dizide ‘aşk’ teması ve türleri üzerine yorumlar mevcut olsa da, karşımızda asıl olarak klasik bir romantik aşk filmi değil hem polisiye türüne hem de bilim kurgu türüne yanaşabilecek, ‘geleceğin’ dünyasına ve yaşamına değişik bir bakış getirmeyi hedefleyen iddialı bir yapım var.
Yazar Jonh Marrs’ın romanından uyarlanmış bu Amerika/İngiltere ortak yapımı dizinin hikâyesi, biraz distopik bir dünyada icat olan bir ‘eşleştirme’ programı ve bunun insanlar üzerine yarattığı etkiler üzerine şekilleniyor. Ancak bahsettiğimiz ‘distopik’ dünya, sık sık kullanıldığı gibi ‘savaş geçirmiş’, ‘yıkık’ veya ‘tükenmiş’ bir dünya değil daha çok ‘bireyciliğin’ tavan yaptığı ve insanların bütün duygularını ve arzularını teknolojik aygıtlara teslim etmiş olduğu bir mekan.
Bizi asıl şaşırtan nokta ise, bu kadar güncel ve ilginç potansiyele sahip olabilecek bir senaryonun pek fazla geliştirilmeden kendini daha çok entrika ve esrarengiz cinayet olaylarına bırakması ve ana damarı olabilecek noktayı kendi içinde bir amaç değil yan öyküleri için bir araç olarak kullanması oluyor.
Dizi, vaat ettiklerini gösteren değil, daha çok bir eleştirmenin dediği gibi Tinder (programını) ve Thriller’ı karıştıran bir yapım haline geliyor.
Rebecca Wepp (Hannah Ware), dünya çapında artık milyonlarca kullanıcısı olan, insanlardan ön bilgilerini alarak onları ‘ruh eşlerine’ kavuşturmayı başarmış ‘The One’ ( ‘O kişi’) adlı bir şirketin kurucusu ve başkanıdır. Bu hırslı, güçlü, zengin ve güzel iş insanı kendisine karşı çıkan bütün politikacıları, gazetecileri ve söz sahibi insanları dizginlemeyi başarmıştır. Kate Saunders (Zoe Trapper) ise Rebecca’nın bu kadar hızlı yükselmesinde gizli bazı karanlık sırlar olduğunu düşünen ve onu takip eden bir kadın polistir. Londra şehrinin bir nehrinde Rebecca’nın eski arkadaşı ve ortağı olan Ben Naser’in cesedinin (daha doğrusu iskeletinin!) bulunması iki kadını karşı karşıya getirir.
REBECCA’NIN KIRILMA NOKTASI!
"The One" ilk olarak bir ‘kadın kahraman’ dizisi. Dizinin iki asıl baş karakteri yaşları birbirine yakın iki ‘güçlü kadın' ve birbirlerine karşı kullandıkları kişiler de onların hakimiyetinde, bağlantıda oldukları veya yakın ilişkide bulundukları kişiler. Ancak bu yan karakterler sadece bir ‘piyon’ görevi görmüyorlar, içlerinde belli bir insani yön ve özellik de taşıyorlar. Örneğin Rebecca’nın eski arkadaşı ve ortağı James ondan çok daha ahlaklı, idealist bir bilim insanı, Rebecca’nın sözünden çıkmayan koruması ve şoförü Connor belli bir vicdani sınırı olan bir adam ve onunla şirketin başında olan Damien ise ‘The One’nın daha çok ticari yönüne odaklanmış hırslı bir iş insanı…
Bütün bu ‘topluluğun’ dışında kalan, Rebecca’nın ‘ruh eşi’ Mathias ise belki de hikâyenin en masum karakteri… Öyle ki derin bir aşkla bağlı olduğu Rebecca bulaşmış olduğu ‘dertlerden’ onu ne kadar uzak tutmak istese de dışarıda kalmak istemeyen Mathias’ın biraz naif ve dürüst tavrı işleri daha da karıştırıyor.
Bu noktada şunu da belirtmemiz de yarar var: Rebecca aslında kolayca nefret edebileceğimiz bir karakter. Ciddi ve soğuk görünümünün altında insanları kendi ‘ağına’ düşürmekten kaçınmayan, elinin altındaki bütün olanakları direnenleri susturmak için kullanan ve işinde başarılı olmak için her yolun ‘mübah’ olduğu düşünen bir kadın… Bütün bu ‘kötücül’ ama güçlü imajının kırılma noktası ise onun da kendi ‘ruh eşini’ bulmasıyla başlıyor. Adeta yeni bir aşıyı keşfeden bir bilim insanının bu aşıyı herkesten önce kendisinde denemesi gibi ‘The One’ projesini ilk kez kendinde deneyen Rebecca, başta bir merak olarak başlayan bu süreçte belki de kendisinin de beklemediği düzeyde bir mutluluk ve huzur buluyor...
BEN DE KULLANICIYIM!
"The One"nın senaryosunda en dikkat çeken noktalardan biri, bu ‘eşleştirme’ programından neredeyse hiçbir yan karakterin kurtulamaması oluyor. Gecelerini bir eskort kadınıyla geçirmeyi tercih eden ‘The One’nın patronu Damien ve işinden başka hiçbir şey düşünmeyen koruma Connor dışında herkes bu ‘ruh eşini’ bulma olayına bulaşıyor. Hatta en baştan Rebecca ile ciddi bir mücadeleye girişen, zamanla onun en büyük düşmanı haline gelen, diğer başkarakter Kate bile ‘ruh eşini’ İspanya’da yaşayan Sophia adında genç bir kadında buluyor. Bu aslında diziye ilginç bir açılım getirecekken, birden filmin zayıf yönünün altını çiziyor: Kate karakterinin peşinde olduğu kişinin icat ettiği bir şeyi kendi çıkarları için kullanması onu ‘gri’ bir bölgeye sürebilecekken, daha çok dizinin polisiye yanının işine yarıyor. Başka bir deyişle Kate karakteri kendisinin yaptığı ‘beklenmedik’ tercihi sorgulamıyor, daha çok Rebecca’nın bunu yaparken işlediği suçlara odaklanıyor. Rebecca’nın da bunu icat ederken bir suç işlediğini çok önceden tahmin ettiğimizi hesaba katarsak, dizi basit bir ipucu bulma ve takip yapımına indirgeniyor.
Bütün bu karakterlerin biraz dışında duran ancak zamanla Rebecca ile bağlantıya geçen gazeteci Marc ise belki de bu, sevdiği kadınla ‘sevmesi gereken’ kadın arasında kalmayı derinden hisseden tek kişi oluyor. Aslında başkarakterlerden beklediğimiz bu ‘arada kalma’ durumu bu yan karakter tarafından canlandırılıyor. Hatta sanki yönetmen esas odak noktasını, her tarafından suç olayına bulaşmış ana karakterlerinden kurtarıp nispeten daha ‘temiz’ bir karakterle oluşturmaya çalışıyor.
HOŞ AMA SUNİ GÖRÜNTÜLER
Dizinin asıl hedefinin ‘yanından geçmesi’ ara sıra gözümüze çarpan sekansların dokusunda da kendini gösteriyor. Her ne kadar teknik açıdan kusursuz olsa da, birçok duygusal veya gerilimli sahne ortalama Amerikan dizilerinin pek ötesine geçemiyor. Kate ve iş arkadaşlarının ipucu toplama ve tanıkları sorgulama sekansları herhangi bir Amerikan polisiye dizisinden ‘ödünç alınmış’ gibi duruyor. Aynı şekilde Rebecca’nın gerçek aşkını bulduğu Mathias ile geçirdiği sekanslar hoş olsa da biraz ‘tatil reklamı’ gibi kokuyor.
Bu arada şunu da belirtelim: Bizce birkaç bölüm süren mini dizilerin en önemli yanlarından biri bütün hikâyenin dizi bittiğinde toparlanması ve dolayısıyla bölümler arasında organik olduğu kadar devamını sabırsızlıkla bekleyeceğimiz bir temponun kurulmasıdır. Burada ise sanki her bölüm kendi içinde sonlanıyor ve devam bölümleri yeni kapılar açmaya çalışıyor. Bu yaklaşım hikâyeyi zenginleştirmek için kullanılmış olabilir ama bizce bir mini-dizi formatına pek uymuyor.
Sonuçta "The One" biraz ‘barutu ıslanmış’ bir tabanca izlenimi veriyor. İddialı ve çok derin sosyal konulara değinebilecekken bütün bunları bir gönül ilişkileri yumağına ve entrika örgüsüne ‘boğan’, biraz potansiyelini kullanamayan bir yapım… Tabii ki izlenebilir ama geriye ne kalır? Tartışılır…