Etiko-politik bir olanak olarak 'aşk'

Ömer Faruk Aşk ve Ereksiyon “Aşk”ı adlı bu yoğun denemesinde son derece cüretkâr bir işe girişiyor: Zamana hükmeden bir uzaklıktan yakına, aşka ve mekânı ev’e bakıyor. Badiou, Barthes, Bauman, Deleuze, Gorz, Haneke, Kovel, Morin, Paz ve Sponville gibi kendi ömürlerinin ötesinden düşünmeyi denemiş bilgeleri arkasına alarak Aşk ve ev üzerine söz alıyor.

Abone ol

Çetin Balanuye

Bir fesat birliğinin saldırısı altındayız!

Üstelik bu kez yalnızca kurban değil saldırgan da biziz!

Yaratılmasında her birimizin azımsanamaz katkısı olan zehirli temsil sistemleri aramızda büyümüş. İçeriden tüketiliyoruz. Fesat birliğini çoğaltacak yaşantılarımızla bu birlik tarafından kurulan, gelişen, dönüşen ve sürekli kendini yeniden üreten bir temsil sistemi içinde erimekteyiz.

Ömer Faruk, bu fesat birliğine karşı bir direniş örgütlemeye kalkıyor: Direnişin adı Aşk.*

Hesiodos mitolojisini anımsamakla başlayalım: “Hiçbir şey yokken Kaos vardı, ardından Gaia oldu... Ve üstündeki her şeyi birbirine yönelten Eros doğdu.” Büyüleyici bir ifadeden fazlası vardır bu sözlerde: Tastamam bir kozmoloji anlatısıdır.

En iyi bilgilerimiz bugün bile neden her şeyin olduğu gibi olmakta olduğu konusunda yeterli bir açıklamaya izin vermiyor. Şeyleri birbirlerine yönelten, onları birbirleriyle karşılaşmaya iten, polen uçuşmalarını andıran kıpır kıpır devinimin kendisini tanrılaştırmaktan başka çare mi var? Bu kıpır kıpır devinimin adına hiç çekinmeden “içkin arzu” (immanentdesire) demeyi âdet edindim. Kozmos tastamam içkin bir arzulayış düzlemi, bir flörtleşme, aşk koşuşturması, birleşme, bir olma, çoğalıp saçılma, yeniden birleşme ve “öteki”ne sürekli ilişme düzlemi değil de nedir?

Spinoza, içkin arzu dediğim bu cilveli tözde, yani kozmosta, bu tözün türlü biçimlerde değişim, dönüşüm ya da başkalaşımlarından başka hiçbir şeyin var olmadığını düşünüyordu. Her ne varsa, sürekli eylemeklik halinde olan bu tözde cereyan ediyor, şeyler ondan türüyor, onda karşılaşıyor, onda birleşiyor ve yine onda çözülüyordu. İçkin arzu, bu türeyiş-çözülüş-yeniden türeyiş döngüsündeki biricik devindiriciydi. Amor estvitaeessentia! (Aşk her şeyin özüdür.) Yine Spinoza’dan öğrendiğimize göre, içkin arzunun zorunlu bir gerektirmesiyle, bu tek tözden türeme her varlık da başlı başına bir “varlıkta kalma arzusu”, bir “conatus” ifadesidir. İçkin arzunun bu sevinçli gerektirmesiyle her varlık -gücü yettiğince- varlıkta kalmayı sürdürmek ister. “Konatik arzu” böylece içkin arzunun tikel varlıklar düzeyindeki kozmik bir ifadesidir.

Ne var ki, muhtemelen yalnızca insan, içkin arzu yasasıyla belirlenmiş bu “oluş”tan (becoming), konatik arzudan farklı olarak yeni bir arzulayış tavrı daha türetmiştir. “Öznel arzu” denebilecek bu üçüncü tür belki de yalnızca biz insanlara özgüdür; temsil edebilme becerimiz ve temsil etme yazgı ve yatkınlığımızın bir sonucu olan bu arzu ne yazık ki her zaman varlıkta kalma çabamızı destekler nitelikte değildir. Sömürgen ideolojilerin yerleşip serpildiği kuluçka ortamını da bu temsile yazgılı doğamızın besliyor oluşu ne hazindir! Bu hüzün Ömer Faruk’un metninde öfkeli bir fark edişe dönüşür: “Bize ait olduğunu sandığımız ama aslında toplumların, yönetimlerin, ideolojilerin el koyduğu bir gövde…” (a.g.e.). Fesat birliği bu kuluçka toprağını “temsil” üzerinde eşer, bizi öznel arzularımızla, tam da baş başa bırakmış göründüğü o sözde özgürlük içinde esir kampları ardına kadar dolar.

Çok sevdiğim şu örneği düşünelim: Viki, sevgili kedim, bir kez olsun ona işaret ettiğim yöne bakmaz. Parmağıma bakar. İşaret parmağıma diktiği gözlerini parmağımdan uzaklaştırıp parmağımla gösterdiğim şeye çevirmeyi hiç başaramadım. Parmağımın temsil ettiği, diyelim bir kuş, Viki’nin dikkat alanına giremez. Viki tastamam temsile direnme kararlılığı gösterir. Adeta “konatik arzu”suna duyduğu sarsılmaz güveni, temsil sistemine katılmayı kabul ederek bozmaya direnir. Viki’nin davranışını romantize etmeden düşündüğümüzde, temsilin bir taraftan kültür yaratıcı gücüne karşın, hiç akla gelmeyen pek çok sakıncayı da peşinden getirdiğini görürüz. Kuşkusuz; sanatlar, edebiyat, şiir ya da en genel ölçüyle kültür tam da bu temsil oyununun eseridir. Ne var ki, tüm kandırılmalarımız, zayıflıklarımız ya da yenilgilerimizin arkasında da aynı temsil oyunu vardır.

TEMSİL, TEMSİL EDİLENİ BOZAR!**

Öznel arzu, içkin arzudan türediği ve insanı konatik arzu gereği eylemeye yönlendirdiği halde, çoğu durumda öznenin bedenleri değil, bedenlerin temsillerini arzulamasına yol açar. Yanılsama temsilin zorunlu bir sonucudur. Anoreksik bir hastadır insan; arzuladığı bedenin temsili sahici bedenden öyle uzaklaşmıştır ki, aynada gördüğü muazzam zayıf düşmüş kendi gövdesini bile yeterince zayıf bulmaz ve beslenmeye direnir. Açlık ve zayıflıktan ölmek üzere olan anoreksikler aynadaki görüntülerini temsil katmanları altında çarpıtarak sahiden göremez hale gelirler. Onları iyileştirmenin tek yolu temsil katmanlarını biraz olsun azaltmaktan, kendi bedenleri hakkında gerçekçi bir algıya kavuşmalarını sağlamaya çalışmaktan geçer.

İşte Ömer Faruk’un metninde “aşk”, bu temsil sistemleri içine gizlenmiş türlü fenalıklara karşı bir direniş teması olarak çıkar karşımıza. Aşk, sırasıyla “konatik” arzu, ardından da içkin arzunun kozmik cümbüşüne tam bir sağlık, sevinç ve coşkuyla yeniden bağlanabilmenin anahtarı olarak sunulur. Romantik olanın, tastamam politik olanla birleşmesidir yazarın gönlündeki; aşkla direnmek asla bir araç değil, kendi içinde bir amaçtır: “Sahih bir Aşk’ı dert edinen kişinin bedeninin, zihninin ve duygularının kapatıldığını fark ve kabul etmesi, bu kapatılmanın dışına çıkmayı hedeflemesi beklenir ” (a.g.e.).

Oysa çağımız, aşkı öznel arzunun bolca yanılsamalı bir tuzağına çoktan dönüştürmüş, temsil katmanlarını ölesiye çoğaltmış, bizi aşkla var olmak çabasından hepten uzaklaştırmıştır. Bu bir fesat birliğinin tüm benliğimizi çepeçevre kuşatması değil de nedir? Ömer Faruk bunun adını koyar: “Varlığımızın her zerresine sinmiş olan devlet ve onun ideolojik aygıtlarının yarattığı tahribatı göz önünde bulundurmadan pürüzsüz bir Aşk yaşanamaz!” (a.g.e.)

Öyleyse, bu direnişin temel izleği bellidir: Aşk ve yanılsama bir arada düşünülmelidir. Bir beden başka bir bedenden “aşk” denecek biçimde etkilendiğinde, bu etkinin ne ölçüde karşı bedenden, ne ölçüde ise karşı bedenin temsilinden kaynaklandığını ayırt etmeye çalışmak “konatik” arzuya atılacak ilk adım, var kalma çabamıza katkıda bulunacak bir karşılaşma için kıymetli (bir anlamda “hayati”) bir deneyimdir. Ömer Faruk’un Sponville’i anımsayarak “agape” demesi bundandır: Aşk bir “agape”, bir boyunduruktan kurtulma kalkışmasıdır.

Kişiye yarayan aşklar gibi, yaramayan sözde aşklar da vardır. Kişiye yarayan aşk, kişinin öznel arzusunun yöneldiği bir bedenin kendi conatus’unu güçlendirmesidir. Bu zorunludur ama yeterli değildir. Eğer -ve ancak- bu durum iki beden için karşılıklıysa böylece bu bedenler içkin arzuyla uyumlu bir esenliğe kavuşacaktır. Mevlana ne diyordu: “Benim seninle olan bağlılığımın derin anlamı işte burada / Çünkü seninle benim aramda ne ben var ne sen…” Kara sevdanın içine düşeni yiyip bitirmesi bu türden bir uyumun olmadığını gösterir. Ancak, birlikte ve mutlu yaşlandığını içtenlikle ifade eden, bunu dışa vuran, dahası dışarıdakilerce de böyle gözlemlenen çiftlerin kendine yarayan bedenlerle karşılaştığını, dahası iki bedenin sürekli dönüşümüne karşın bedenler arasındaki karşılıklı olumlu etkileşimin sürdüğünü düşünmek doğru olur. Bu tür bir aşkı olanaklı kılan birleşmede evreni gülümsetecek bütün erdemler, fesat birliğini ise zayıflatacak direncin tüm kudreti mevcuttur.

KİŞİYE YARAMAYAN AŞKLAR

Aşk ve Ereksiyon Aşk'ı, Ömer Faruk, 263 syf., Altıkırkbeş Basın Yayın, 2019.

Kişiye yaramayan aşklar kara sevdayı da içeren ama bundan fazlasını ifade eden bir çeşitlilik gösterir. Bunların birkaçını örnekleyelim:

1. Kültürel temsilin yol açtığı yanılgılar: “Âşık olduğumu sanmıştım, ne kadar da aptalmışım... / Âşık olduğumda tuttuğunu koparan genç bir mühendisti, sonra bu işleri bıraktı, gitti çiftçi oldu... Her şey bitti.” Bu türden gündelik, kolay, magazinvari yakınmaların çokluğu gerçekte aşktan uzaklaşmanın birer ifadesi gibi okunabilir. Kültürel temsilin kuşatması altında öznel arzularını belli kültürel yönlendirmelerle “cazip” nesnelere kelepçeleyen insanlar, adına aşk dedikleri yanılsamanın nefesi yettiği kadar bir arada kalabilmeyi başarmakta, ardından “öteki”ne tahammül edemez bir bıkkınlık, soğuma ya da nefret deneyimlemektedir.

Hafız’ın Divan’ında geçen o muazzam beytin yüzyıllar önceden söylediği gibi: “Saki, dolaştır haydi kadehi, sun / Aşk kolay göründü ilkin, sonra çıktı çok sorun”. (Farsça orijinal: “Elâ yâeyyühe’s-sâkîedirke’sen ve nâvilhâ Ki aşk âsannümûd evvel ve lîüftâdmüşkilhâ”) Başlangıçta aşkın pek kolay oluşu, zamanla müşküller çıkar olmasının günümüz temposundaki dışavurumu, üzerine düşünülemez olmuş bir yanılsama aleyhinde günübirlik söylenmeden öteye gidemeyiştir.

2. Platonik temsilin yol açtığı yanılgılar: “Benim bedenime değil, ruhuma âşık olacak birini arıyorum...” Bugün özellikle romantik ideallerin yarattığı temsil dünyasının içinde fazla kaybolmuş bireylerde görülen bir yanılgı türüdür. Bu kişiler aşkın ancak bedenlerin karşılaşmasından türeyebileceğini fark edemez, bunun yerine karşılaşmaları önceden kafalarında tasarladıkları birtakım şartlara uydurmaya çalışırlar. Bu kişiler için beden bilge değil, yanıltıcıdır. Kafaları büyümüş, bedenleri küçülmüştür. Gerçekte sicili bedene göre çok daha bozuk olan zihinsel temsillere bel bağlarlar. Genelde bir âşık bulamadıkları gibi, sıradan bir partner de bulamazlar; cinsellik yaşamlarında yok gibidir, öznel arzuları bastırılmıştır, dolayısıyla “konatik” arzuya çıkan kapı da kapalıdır.

3. Mastürbatif temsilin yolaçtığı yanılgılar: Öznel arzunun ejakülasyona yöneldiği durumlarda yardım alınan bedenlerin etkisinde aşk arama yanılgısıdır. Kişi cinsel boşalmanın hemen ardından konatik anlamda zayıfladığını fark eder: “Post coitum omne animal triste/Çiftleşmeden sonra her hayvan kederlidir.”

Ömer Faruk’un metninde aşkla sahici ilişkisini yitirmiş, bunun yerine bedeniyle diğer bedenler arasına ideolojik, kültürel ve dilsel temsil katmanları koymuş çağdaş bireyin bu en mahrem trajedisinin köklerine de inilir: Mahrem mükemmelleşmemizin biricik alanları olması gereken “ev”lerimizle başlar tutsaklık. İçinde nasıl yaşanılacağına ilişkin sözde özgür bırakıldığımız hücreler başta televizyon olmak üzere tüm iletişim kanalları aracılığıyla tek tipleştirildiğimiz kamplara dönüşür. Artık “evde” olmanın, evrenle bir ve bir arada olmanın her birimize yarayacak yollarına ilişkin “düşünüş” ortamı olmakla herhangi bir ilişkisi kalmamıştır. Evlerimiz, yaşamı sevinçle çeşitleyip çoğaltacak, her birimiz gibi farklı, özgün ve yeni “var olma” çabaları için huzurlu mola yerleri değil, sisteme ayak uyduramama korku ve kaygısıyla, büyük bir tedirginlik içinde, birbirini tekrar eden günleri tüketip “vuslata” (ölüme) ermek üzere sığındığımız kodeslere dönüşmüştür.

Ömer Faruk, zorunlu çalışmadan kalan zamanları geçirdiğimiz bu türden hücre evlerde oyalanan bedenlerin, sıklıkla deneyimleyecekleri karşılaşmaların asla “aşk” olamayacağını, aşk yanılsamalarının perdelediği “birlikte tükeniş” talimleri olacağını üzülerek teslim eder.

Yazarımız karamsar tespitlerle bizi karanlıkta bırakmayı yeğlemez. Sezgimizi tetikleyerek tüm çıkış pratikleri için ilham vermekten de geri durmaz: Eros, philia ve agape... Bu kavramlarla anlatılan gerçekte aşkın üç hali değil, “bir” olmayı başaran iki gövdenin aşk halidir; bu yeni gövde yalnızca daha güçlü değil, daha iyi ve daha da güzeldir.

Çağdaş filozoflardan Michael Boylan, İyi, Doğru ve Güzel adlı kitabında şöyle der: “Aşk, ‘iyi’ olmanın duygusal-etkileşimsel tetikleyicisidir. Burada ‘iyi’ye ilişkin duygusal-etkileşimsel boyut rasyonel olanın zavallı küçük kardeşi değildir; iyi eylemin tastamam kılavuzu olma kapasitesine sahiptir” (Boylan, M. 2008).

Anımsatmakta yarar olabilir: Burada sözü edilen “iyi” kavramı çağdaş yanılsamalarımızla tanınamaz hale gelmiş bir “iyi” değildir. MacIntyre’in vurguladığı türden, Sokrates öncesi kahramanlık günlerindeki anlamına geri döndürülmek istenen türde bir “iyi”dir anlatılan. Bu eski ve görkemli kullanımda “iyi biri” denilen kişi, salt ötekine merhamet gösteren vicdanlı birinden ibaret değildir. Toplumunun en yiğit savaşçısı sayılan Aşil, kavramın tam hakkını verecek biçimde, “iyi”dir; yani var olmayı ve var kalmayı tam bir ustalıkla başaran, güçlü, adil, cesur ve sağlıklı bir ölümlüdür.***

İşte “aşk” bu çeşit bir “iyi”nin iki sıradan ölümlüden türeyebilmesinin zorunlu bir koşuludur. Devletlerin, baskıcı ideolojilerin, başkalarından çalınan hayatlarla kendi yaşama vakitlerini çoğaltan sahtekâr tacirlerin asla sahici bir aşktan yana olamayışları da bundandır. Temsile yazgı doğamızın bu fesat birliği tarafından ağızda salyayla alkışlanması ve bedenlerin aşkla “bir”leşmesini engelleyecek her çeşit panayırının önümüze serilmesinde açığa çıkan iştah da bundandır.

Aşk ve Ereksiyon “Aşk”ı adlı bu cesur çalışma, tüm bu tespitlere karşın, cesur ve umutlu bir kalkışmanın tüm ipuçlarını da içinde barındırmaktadır. Bunun için metnin okunma koşulları hakkında yazarın sezdirdiklerine içtenlikle kulak kabartmakta fayda var: Corvus kırmızı şarabı ve diğerleri... Metne eşlik etmesi istenen samimiyet ve içgörü için yalnızca alçakgönüllü birer metafor olarak üstlerine düşen görevi meşkle gerçekleştirirler.

* Aşk ve Ereksiyon “Aşk”ı, Ömer Faruk, Deneme, 263 sayfa, Altıkırkbeş Yayın

**Henry Bergson'un tüm felsefi programında, Gilles Deleuze'ün de hatırı sayılı miktarda eserinde temsile dayalı bu türden yanılsamaların izinin sürüldüğünü söylemek yanlış olmaz.

***Burada sözü edilen tartışma için, bkz: Alesdair MacIntyre (2007). After Virtue, University of Notre Dame Press; 3 rd edition.

REFERANSLAR

– Boylan, M. (2008). Thegood, the true, and the beautiful, New York: Continuum International Publishing Group.

– Kanar, M. (2011). Hâfız Divanı, Cilt 1, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

– MacIntyre, A. (2007). AfterVirtue, University of Notre Dame Press; 3 rd edition.