Ülkemizi Arap dünyasının en azından bir kısmından farklı kılan pek çok özellik var, bunlardan biri de Türkiye demografisinin çoğulcu ve dini anlayış bakımından zengin toplumsal yapısıdır. Arap coğrafyasıyla karşılaştırıldığında monolitik olmayan çoğulcu bir etnik yapıya sahip bir toplum olduğumuz için ne kadar şükretsek az.
Bahreyn’den Mağrib’e kadar Arapça konuşan halkların yaşadığı devasa bölge, aslında Arap diyerek geçiştiremeyeceğimiz bir halklar coğrafyasını oluşturuyor. Hicaz bölgesi dışında saf Araplık söz konusu olamazken, Mısır’dan daha Batı’ya gidildiğinde Arap etnisitesine rastlamak oldukça zor. Arap dünyası, tarihsel olarak fethettiği yerlerdeki çeşitliliği bir şekilde yönetebilmiş ve bu durumu kendi lehine dönüştürebilmeyi başarmış. Ancak günümüzde dini, mezhebi ve etnisite bakımından zenginliğini yitiren mevcut monoblok yapı, bırakın kalkınma ve gelişmeyi toplumsal barışın dahi önündeki en büyük engellerden biri haline gelirken, etnik ve mezhebi çoğulculuğu yönetemeyen, bunu toplumsal bir avantaja dönüştüremeyen ülkelerde ise büyük bir yıkıma yol açabiliyor.
Örneğin Arap dünyasında Türkiye’ye benzeyen etnik, dini ve mezhebi çeşitlilik, sadece Irak ve Suriye’de mevcut. Geri kalan bölgeleri Maşrık ve Mağrip diye ikiye ayırırsak mezhebi olarak Maşrık ağırlıklı olarak Şafii ve Arap, Mağrip ise Maliki ve Berberi’dir. Bu açıdan bakıldığında Anadolu toprakları, Şafiiliği, mayası Horasan erenleri tarafından atılmış bir Hanefilikle dengelerken farklı dini yorumları dışlamayan bir çoğulculuk ve zenginliğin vatanı haline gelmiştir. Son dönemlerde ise Türkiye Cumhuriyeti moderniteye Arap dünyasından daha hızlı bir şekilde intibak edebilme adına, toplumsal tabanda heterodoks dini yapıların pratiğinden aldığı cesaretle Osmanlı’nın egemen din anlayışını değiştirmeyi mümkün kılacak adımlar attı. Ancak Türkiye Cumhuriyeti kurucularının birbiriyle çelişkili pratiğinin bir uzantısı olarak jakoben laiklik, devletle toplum arasına mesafe koyarak bir dezavantaj yaratırken gelecekte Arap ve İslam dünyasının başına bela olacak selefiliğin ve dini taassubun önüne güçlü bir set çekerek bir açıdan da avantaj sağlamış oldu.
Selefilik demişken burada biraz durmakta fayda var. Selefilik İslam dünyasında ilk dönemlerde aslında Cemaleddin Afgani ile ve Muhammet Abduh’un temsil ettiği modern ve devrimci İslam anlayışının temsil ettiği bir isimlendirmeydi ve öze dönüş gibi bir anlam taşıyordu. 70’li yılların ortalarına gelindiğinde ise durum değişti. Belki de bu çizginin varlığını unutturma amacına matuf olarak elinde tuttuğu devasa parasal güçle sahaya giren Suudi Vehhabiliği, selefilik olarak adlandırılmaya başlandı. Selefi-Vehhabi anlayışın, Hanefiliğin resmi yorumunun hâkim olduğu Osmanlı’da olumlu ya da olumsuz yönleriyle Hüseyin Kazım Kadri dışında Osmanlı entelektüelleri arasında pek fazla tartışılmadığını da ifade etmek gerekir. Bu biraz da kendi yorumunu diğer bütün yorumlardan yetkin gören Hanefiliğin resmi kibrinden hem de onun artık tek başına “asrın idrakine İslam’ı söyletme” yetisini yitirmiş olmasından kaynaklanıyordu.
Vehhabiliğin bir türevi olan Selefiliğe gelince, bu din yorumunun Suudi petro dolarlarıyla evlilik yapması, Müslüman dünyasının başına en büyük bela olarak yeter de artardı bile. İşte bu evliliktir ki, IŞİD gibi gayrimeşru bir çocuğun dünyaya gelişine yol açmış, bu örgütün güya Sykes-Picot sınırlarını kaldıracağım derken aslında Arap ve Müslüman coğrafyanın sınırlarını kanla çizmesine neden olmuştu. Alevileri, Kürtleri, Ezidileri yok ederek İslam dünyasını homojenleştirmeye çalışan bu anlayışın yarattığı toplumsal tahribat, geçtiğimiz günlerde Ezidi bir kadının kendisine cinsel saldırıda bulunan IŞİD’liyle yüzleşmesinde de görüldüğü gibi büyük yaralara yol açmıştır.
Elbette bazı Türk-İslam sentezcileri gibi meseleyi sadece Horasan erenleri, Türk Hanefiliği ya da Matüridiliğiyle açıklamak, Anadolu’nun etnik ve mezhebi çeşitliliğini tek bir nedene indirgemek mümkün değil. Ancak bu tür bir dini anlayışın Anadolu topraklarına hem tarihsel olarak hem de modern dönemde son derece olumlu getirilerinin olduğunu, bu anlayışın farklılığa ve çeşitliliğe önem veren karakteristiğinin toplumsal yapımıza kattıklarını unutmamak gerekiyor. Buna karşın toplumsal yapıda değil belki ama siyaset ve devlet düzeyinde Hanefiliğin tıpkı diğer selefi eğilimli ve hadis/rivayet temelli mezhepler gibi oldukça katı bir şekilde uygulanması, kökeni Ahmet Yesevi’ye kadar giden ve toplumda geniş kabul gören bu makul din yorumunun alan hâkimiyetini daralttığı da bir gerçek. Buradan hareketle Hanefiliği ya da Maturidiliği toplumsal bir reçete olarak sunanlara sormak gerekir: Hangi Hanefilik ya da Maturidilik? Devletin resmi mezhebi olan Hanefilik mi yoksa Yeseviliğin ve Bektaşiliğin de altyapısını oluşturan, toplumsal fay hatlarını ustaca tespit ederek buna gerekli hassasiyetle yaklaşan, dine ritüel merkezli değil, adalet ve özgürlük temelinde yorumlayan bir Hanefilik ve Maturidilik mi?
Özellikle modern dönemlerde gerek diyanette gerekse dini sosyolojide Hanefiliğin ezici bir pratik olarak toplumun önüne konmasına itiraz eden Kürt ve Alevi etnisiteye gelince, bu ülke hem geleneksel dini anlayışın dayatmalarına direnen bu kesime hem de modernist Müslümanlara çok şey borçludur. Şayet Arap dünyasındaki gibi homojen bir dini anlayış hem toplumda hem de devlette hakim olsaydı, vay halimize. Allah korusun, IŞİD ve el Kaide’ye merkez karargâhı olarak ev sahipliği ve akıl hocalığı bile yapabilirdi bu topraklar. Okuyucularımız bu iki örgütü araçsallaştıran devlet aklından değil, sosyolojiden bahsettiğimi anlamışlardır umarım.