Euro 2024: En gıcık takımlar, en renkli taraftarlar
Kimsenin evrensel bir insanlık ya da kıtasal bir Avrupalılık içinde erimeye niyeti yok; atalarından kalan her ne ise, geriye ne bırakılmışsa az biraz onlarla iç içe olma isteği ağır basıyor.
Futbol her yerden izlenir, ama mekanında olmak başka birşey. Bunun yaratmış olduğu heyecan ve merak da. Her zaman stada girmesen de stada yakın yerlerde bulunmak, o stada gidecek olanlarla karşılaşmak, konuşmalarına tanık olmak, şarkı söyleyişlerine, hareketlerine, şakalaşmalarına, gruplaşmalarına, ortak bir ruh içinde devinmelerine ve sizi içine alışlarına...
Almanya’da Frankfurt’ta dolanırken uzaktan futbolu izlemekle yakınında olmanın farklı olduğunu iyice duyumsadım. Yalnız başına televizyondan izlemekle bir grupla dışarıda, büyük ekranda izlemenin farklı olması gibi. Futbol takım oyunudur evet ve futbol grupla izlenir.
Her ne kadar maçlar farklı bölgelere dağıtılmış olsa da, herkes bu heyecandan payını almalı. Frankfurt’ta Avrupa’nın farklı yerlerinden gelenleri görmek mümkün. Benim gözüme en fazla çarpanlar İskoçlar… Belki de etek giydikleri içindir, ne de olsa alışık olduğumuz bir durum değil. Hoş eteklerinin de “erkekliği”, maskülenliği temsil ettiğini, kadınların giydiklerinden farklı olduğunu söylemek gerekir. Sadece tek tip olmalarından kaynaklı değil bu elbette, onun içinde dolanan bedenin gösterdiği imaj nedeniyle de böyle. Giyilen şey, içinde taşınan bedenin rengini alıyor, eteğin ya da herhangi bir eşyanın kendine ait bir varoluşu olmadığını yeniden anlamış bulunuyorum. İçerik ya da kimin-nasıl taşıdığı, taşınan şeyi belirliyor, kimlik katıyor.
Dikkati çeken bir diğer şey ister İskoç olsun, ister İspanyol ya da Avusturyalı farklı olduğunu göstermeye dair yoğun bir istek duyulması, bunun dışarıya yansıtılması ve dışarıdan bakan tarafından bilinmesi için harcanan çaba. Bunu ilk elden takımın forması sağlıyor ve elbette ülkenin bayrağı. Metroda, yolda bayraklara sarılıp yürüyenler az değil. Arabalara ve evlere bayrak asanlar varsa da bunlar azınlık ve Almanya’da halihazırda oturanları kapsıyor, kupa vesilesiyle gelenleri değil. Geldikleri yer ile, kendileri için hâlâ vatan olan yer ile kurdukları ilişkinin gösterimi. Öte yandan iki bayrağı, Almanya ve örneğin Arnavutluk bayrağını asanlar da var. İkili bir aidiyet duygusunun dışa vurumu belli ki. Bu ikili aidiyet nereye evrilir bir fikrim yok doğrusu. Üzerlerinde forma olmadan ve bayraktan ayrı bir biçimde düşünüldüğünde yapıp ettikleriyle birbirine iyice benzeyen, bira ellerinden düşmeyen (sadece ucuz olduğu için değildir muhtemelen) insanların farklı olduklarını hissetmeye ihtiyac duyması, bunu bir gösteriye dönüştürmek için tüm olanaklarını kullanmaları üzerinde durulmaya değer. Anlayacağımız, kimsenin evrensel bir insanlık içinde hadi bunu bir tarafa bırakalım, kıtasal bir Avrupalılık içinde erimeye niyeti yok; atalarından kalan her ne ise, geriye ne bırakılmışsa az biraz onlarla iç içe olma isteği ağır basıyor. Öte yandan farklılığı göstermeye dair olanakların azaldığını, o kadar da çeşitli olmadığını söylemek lazım; dil, milli marş, birkaç sembol ve simge. Olanaklar azaldığı ölçüde geçmişten kalan maskeler, şapkalar, giysiler yardıma çağrılıyor. Eşyalar, o ruha-ulusun ruhuna bürünebilmeyi kolaylaştırıyor muhtemelen.
Etnik aidiyet duygusu nerede biter, milliyetçilik nerede başlar bilmiyorum; ama aradaki ilişki o kadar da kalın değil. Avrupa kupası milliyetçiliğin kolay üstesinden gelinmeyecek bir şey olduğunu, farklı biçimlerde karşımıza çıkacağını da gösteriyor bir yönüyle. Birbirlerine omuzdan tutunarak kimi zaman sarılarak tek bir ağızdan milli marşların söylenmesi, zaman zaman gözyaşlarının buna eşlik etmesi kayda değer. Bu arada Almanya Milli Marşında “Vaterland” kavramının kullanıldığını söylemek isterim. Genellikle vatanın, toprağın ana ile yani kadın ile bir tutulduğu, ilişkilendirildiği düşünüldüğünde baba ile vatanın ilişkilendirilmesi ilginç bir durum. Almanlar bunun üzerine düşünmüştür herhalde.
Takımların çoğu renkli olsa da, örneğin Almanya takımında 5 esmer hemen gözünüze çarpıyor, bu renkliliğin dışında kalan da yok değil, bunlardan biri de İtalya. İspanya-İtalya maçında sahada olan İtalyan futbolcularının tamamı beyazdı. Galiba İtalya’ya göçmenler hiç uğramıyor, ya da şöyle bir uğrayıp soluğu Kuzey Avrupa’da (Almanya, Belçika, Hollanda gibi) alıyorlar. İtalya’da kalan, yerleşen, futbol oynayan yok sanki. Avrupa takımları esmerleşirken onların bu denli beyaz kalması politik yönelimlerinin bir sonucu da olabilir. Politik tercihleri giderek sağa kayan İtalyanlar da, futbolları da buna paralel bir biçimde sıkıcılaşmış, ne yazık ki hiç bir çekicilikleri kalmamış.
Maçlar nasıl gidiyor:
- Kendi kalesine atılan goller. 5 maç izledim hepsinde de goller kendi kalelerine gitti. Almanya-İskoçya, Avusturya-Fransa, İskoçya-İsviçre, İspanya-İtalya ve Türkiye-Portekiz. Almanya İskoçya hariç kendi kalelerine gol atanlar ya yenildi ya berabere kaldı. Ama hiç de yenilgiyi hak etmediler duygusu yaratmadan, İspanya-İtalya maçında olduğu gibi. İspanya kazanmayı sonuna kadar hak etti. Son vuruşlarda başarısızdılar, neyseki İtalyanlar da bunu gördü ve yüce adalet tecelli etti. İtalya o denli savunma yaptı ki ister istemez kalenin dibinde yapılan bu mücadele gol ile sonuçlanacaktı. Türkiye’nin, Samet’in attığı gol hepsinden ayrı değerlendirilmeyi hak ediyor, kendi kalecisine çalım mı atacaktı ne? Haksızlık etmeyelim Avusturyalı Wöber’in kendi kalesine attığı kafa golü de fena değildi.
- En gıcık oyun Çekya. Portekiz maçında tüm stratejilerini ofsayta düşürmek üzerinden kurguladılar, başarılı oldular mı? Evet. Seyircide neredeyse nefret uyandırarak başarılı oldular. Yenilgiden kurtuldular mı, hayır. 2-1 yenildiler. Ve muhtemelen kendi tarafları dışında buna üzülen olmadı. Bir takım oyunuyla nefret nesnesine dönüşmemeli.
- En kötü takım, elbette İtalya. Belki ilk 16’ya kalacak ama bitik ve yitik bir İtalya izledik. Son dönemlerde İtalyan futbolunun kötü olduğunu biliyorduk zaten ama bu kadarı da fazla.
- Arnavutluk güzel oynuyor, ilk 16’ya kalması mucizeye bağlı; İspanya’yı yenmelerine ve İtalya’nın yenilgisine ama olsun. Enver Hocanın öğrencisi Edi Mara’ya sevgilerimizi iletiyoruz.
- En iyi oynayan takımlar İspanya, Almanya, her ne kadar yenilgi ile başlasa da Belçika ve İsviçre. Almanya iyi takım, İsviçre’den beraberliği zor kopardı, ama olacak böyle şeyler. Eskiden olduğu gibi sadece kanatları kullanmıyor, orta sahada oynuyor, pas yapıyor, çalım atıyor. Takıma esneklik ve kıvraklık gelmiş.
- Hanelerine 2 gol yazılan ama kendi oyuncularının gol atamadığı takım hangisi? Cevap İskoçya. Başkaları onlar adına fileyi havalandırıyor.
- En ilginç grup E grubu: Romanya, Belçika, Slovakya ve Ukrayna. Son maçlara giderken hepsinin çeyrek finale yükselme şansı var.
- Ermiş insan Ronalda. 40 yaşında ve hâlâ oynuyor. Pas veriyor, kendisi atacağına başkası atsın diyor, yol gösteriyor, ama oynuyor. Pepe’yi de yanına almış. O da 40’nı devirdi galiba.
- Son olarak, futbolcuların fizik gücü ve kondisyonu çok iyi. Hırsla-şevkle mücadele ediyorlar. 90 dakika boyunca yorulmadan koşturuyorlar, Türkiye hariç. Herhalde en az koşan takım. Geçmişteki gibi tüm kalabalıkların içinden sıyrılan yıldızlar pek yok. İyi futbolcular var ama yıldız yok. Futbol bir takım oyunu, ama şuan olanı aşırı takım oyunu olarak tanımlamak da mümkün.