Eurovision, vizyon, misyon

Yine yalnızdık. Fakir ama gururluyduk. Yarışmadaki hokkabazlıklara pabuç bırakmamış, Avrupa(lı)'ya bir güzel dersini vermiş ve köşemize çekilmiştik. Eşsiz vizyonumuzu ortaya koymuştuk. Coşku yoktu, sevinç yoktu, haz yoktu, gülümseme yoktu. Aslında hepsinden yurdun her köşesinde, milyonlarca insanın yüzünde ve gönlünde bolca vardı da, sistematik olarak “yok” edilmeye çalışılıyordu. Günden güne artan şekilde başarılıyordu da. Ne de olsa bayılıyorduk o arabesk yalnızlığa ve birilerine cephe almaya.

Can Sertoğlu csertoglu@gazeteduvar.com.tr

Senenin bu mevsimi gelip de gönül yayları gevşeyince tatlı bir Eurovision heyecanı sarardı ülkemizi. İlk defa katılıp sonuncu olduğumuz 1975 senesinden beri, siyasi nedenlerle katılmadığımız 1976-77, katılıp sonra çekildiğimiz 1979 ve son 10 sene hariç her sene yaşadığımız bir heyecandı bu. Milletçe gönlümüzü ve ruhumuzu eylemekten ziyade bayrakların yarıştırıldığı uluslararası bir alanda rekabet etme ve kendimizi kanıtlama sahnesi olarak da pek makbuldü. Önceki yüzyılın son çeyreğinde bir-iki istisna hariç her sene, iki defa da “0” çekerek, aynı hüsranı yaşayıp, aynı zamanda ülkemizin kendinden başka dostu olmadığı söylemini tekrar etmekten de gizli bir haz duyduk; bu hüsran-haz bileşimine bağımlı olduk hatta.

Uluslararası futboldan sonra, başarılı bir sonuç geldiğinde milletçe kendimizden geçtiğimiz en büyük organizasyon olan Eurovision’da, ülkelerin anadilleri dışında başka dilde şarkıyla yarışması serbest bırakılınca, “her yol mübah” diyen ismiyle müsemma “Every Way That I Can” ile zafere ulaşarak 2003 senesinde Sertab Erener ile birinci olduk. Başımız göğe ermiş, herkese kanıtlamıştık bizim de bu işi yapabildiğimizi. İlginçtir, bu zaferimizden tam on sene sonra türlü gerekçelerle Türkiye’nin artık yarışmaya katılmayacağını açıklayan ulusal televizyonumuzun bugün her hücresine nüfuz etmiş zihniyetin hamilerinin çiçeği burnundaydı ve toplumla iktidar arasında cicim ayları yaşanıyordu. Birtakım müthiş ideologlar ve pek âkil kimselerce, iktidardaki bu muhafazakâr ama “özgürlükçü, ılımlı İslamcılar”, demokratikleşmemizde fersahlar atlatarak hem refah yolculuğumuzu hem de dünyaya açılma serüvenimizi mutlu sona ulaştıracaklardı. Eurovision’u bile kazanmıştık; Türkiye’nin önü açıktı ve artık kimse durduramazdı bu önlenemez yükselişi. Bugün, 20 yıl sonra; Eurovision’da yokuz, müzikteyse, sevgiyle yaşayanların yönettiği bir yer olsak aralarında medarıiftiharımız olacak Aynur Doğan gibi sanatçıların da bulunduğu isimlerin Kürtçe şarkıları yüzünden peş peşe konserleri yasaklanıyor, festivallerden atılıyorlar, dokuz köyden kovuluyorlar.

Sertab ve dansçılarının son derece kuvvetli, kadınsı ve cesur sahne performansıyla icra edilen Türkiye simülasyonu birinci olup yarışmayı sonraki sene ülkemize getirince, bu sefer İstanbul’da düzenlenen organizasyonda millî Ska-Punk enstitümüz Athena ile “harbiden” (“For Real”) bir başka Türkiye simülasyonu sunduk. İlericilikte dudak uçuklatan bu iki seçim TRT’ye fazla hızlı gelmiş olacak ki 2005’te birdenbire “Rimi Rimi Ley” diyerek yerli ve millîye öyle bir tornistan yapıverdik ki kimse ne şarkıdan, ne de seslendiren Gülseren’den pek bir şey anlayabildi. Biz anlayamıyorsak elin Avrupalısı n’apacaktı ve geçen iki senedeki birinci ve dördüncülüklerden daha alışık olduğumuz bir yere, 13.’lüğe demirleyiverdik. Bunun üzerine TRT (ve kılavuzları) işi sıkı tutmaya karar vererek bundan böyle yarışmaya daha ağır toplar göndermeyi seçti. 2006’da Sibel Tüzün’ün yarı Türkçe yarı İngilizce şarkısı “Süper Star” selefinden ancak iki sıra yukarıya tırmanabildi ama 2007’de Kenan Doğulu, ismindeki “Şekerim” dışında tamamı İngilizce şarkısı “Shake It Up Şekerim” ile Athena’dan 3 sene sonra tekrar 4.’lük getirdi. Sonraki sene mor ve ötesi’ne ve “Deli”ye emanet edilen, benim de grubun menajeri olarak bir parçası olduğum ve 7.’likle sonuçlanan Eurovision 2008 sürecinin ardından TRT, sektör tabiriyle “kadın-pop”a dönüp, Hadise ve “Düm Tek Tek” ile Avrupa’ya yeniden göbek dansı, darbuka ve Türk lokumundan mürekkep hediyelik paketle arz-ı endam etmeyi seçti. Lakin bu paket birçok açıdan TRT içinde büyük hadiselere neden oldu ve kurumun Eurovision temsilcisi seçimleri “bazı kesimlerin hassasiyetleri”ne tosladı. Tövbekâr TRT, müteakip üç senede sadece erkeklerden oluşan iki grup (maNga, Yüksek Sadakat) ile bir solo sanatçıyı (Can Bonomo) görevlendirdi ve Avrupa’ya sırasıyla “We Could Be The Same”, “Live It Up”, “Love Me Back” diyerek barışçıl, enerjik, pozitif mesajlar verdikten sonra aniden bestesi iktidara, sözleri kurumun kendisine ait “We’re Gonna Ruin Your Game” (“Biz Bu Oyunu Bozarız”) adlı eserle Türkiye’nin yarışmadan çekildiğini açıkladı.

Yine yalnızdık. Fakir ama gururluyduk. Yarışmadaki hokkabazlıklara pabuç bırakmamış, Avrupa(lı)’ya bir güzel dersini vermiş ve köşemize çekilmiştik. Eşsiz vizyonumuzu ortaya koymuştuk. Coşku yoktu, sevinç yoktu, haz yoktu, gülümseme yoktu. Aslında hepsinden yurdun her köşesinde, milyonlarca insanın yüzünde ve gönlünde bolca vardı da, sistematik olarak “yok” edilmeye çalışılıyordu. Günden güne artan şekilde başarılıyordu da. Ne de olsa bayılıyorduk o arabesk yalnızlığa ve birilerine cephe almaya. O gün bugündür gelen resmi davete her sene aynı cevapları vererek katılmadığımız on yılı devirdik. O yüzden ülkemizde Eurovision süreci, eskiden olduğu gibi 5-6 ay değil, yalnızca yarışmanın yapıldığından son dakikada haberdar olunan hafta sonu takip ediliyor; o da işin içinde bayrak olmadığından tek tük müzik ve eğlence sektörü meraklıları tarafından.

Burada Türkiye’nin Eurovision serüvenine kısa bir ara verip bu yarışmanın nasıl bir şey olduğundan bahsetmeye çalışacağım. Her şeyden önce, Eurovision Şarkı Yarışması devasa bir canlı yayın televizyon olayı ve bu alanda dünyanın sayılı organizasyonlarından. Karakteristik olarak zaman zaman adeta zevksizliği (“kitsch”) yücelten, zaman zaman yeteneksiz, abartılı, harcıalem veya düpedüz parodi yapan katılımcılarıyla özdeşleşse de yalnızca standart televizyon yayınlarında izleyici sayısının 200 milyonu geçtiği (internet izlemelerinin bu sayıyı çok daha yukarı taşıdığı aşikâr) büyük bir gösteri programı. 2008 yılında mor ve ötesi’yle birlikte bizzat sürecin içinde bulunarak A’dan Z’ye her tarafını görme ve gözlemleme şansı bulduğum, perde arkasında tüm yaratıcı, teknik ve bürokratik unsurlarını deneyimlediğim, çok etkilendiğim ve çok şey öğrendiğim muazzam bir organizasyon ve prodüksiyon zirvesi. Bunların ayrıntılarını ve iç yüzüyle ilgili paylaşmak istediklerimi sanırım başka bir yazıda aktaracağım.

Eurovision Şarkı Yarışması’nın yaratıcısı ve sahibi, İkinci Dünya Savaşı sonrası sınır ötesi yayıncılık anlayışıyla Avrupa ülkelerini yeniden entegre etme amacıyla 1950’de kurulan Avrupa Yayın Birliği (EBU). Birliğin üyesi ülkelerin ulusal yayıncıları da kendi ülkelerinin yarışmaya katılımına dair tüm süreçlerden mesuller; örneğin Türkiye adına TRT, Birleşik Krallık adına BBC, İtalya adına RAI. EBU’nun kurucu üyelerinden ve birliğe en yüksek geliri getiren beş ülke Birleşik Krallık, İtalya, Almanya, Fransa, İspanya (“The Big Five”) her yarışmaya doğrudan katılabiliyor. Yarışma, 1956’dan beri, pandemi nedeniyle 2020 hariç, aralıksız olarak her sene, bugüne kadar 66 defa gerçekleşti. Gelişen teknolojiyle prodüksiyon ve yayın kalitesi gibi katılımcı ülke sayısının da yıllar içerisinde arttığı, 1974’te efsanevî ABBA’nın İsveç adına yarışmayı kazanıp dünyanın en büyük gruplarından biri haline gelmesiyle saygınlığı boyut değiştiren, genelde sanatçı tarafında amatörlerin yarıştığı ama diğer alanlarda en üst düzey profesyonellerin çalıştığı bir etkinlik. Çoğunluğu amatör olsa da, bir kısmı bir zamanlar amatör sonra şöhretli, bir kısmı da halihazırda profesyonel olan bir sürü önemli isim geçti yıllar içerisinde bu yarışmadan. Örneğin sahneye çıkanlardan arasında İsveç’i yarışmanın müzmin ağır toplarından biri haline getiren ABBA, Celine Dion, Toto Cutugno, Patricia Kaas, Cliff Richard, Bonnie Tyler gibi dev isimler varken, söz-beste-aranjman-prodiksiyon alanlarındaysa Timbaland, Andrew Lloyd Webber, Serge Gainsbourg, Diane Warren gibi isimlere rastlıyoruz. Kısacası, Eurovision şarkıları ve performanslarıyla ucuz ve amiyane bir temaşa gibi görünse de son derece üst düzey ve büyük bir organizasyon.

Geçtiğimiz hafta sonu, geçen sene Måneskin* adlı teatral rock grubuyla yarışmayı kazanan İtalya’nın ev sahipliğinde Torino kentinde gerçekleşen 2022 Eurovision Şarkı Yarışması’nın finali vardı. Yarışma bu sene kimseyi şaşırtmayan ve teamüle uygun, sembolik bir kazanan çıkardı: Ukrayna. Üstelik yarışmanın gediklisi Rusya da diskalifiye edildi. Kazanan performansın gecenin sonunda tekrarlanma geleneğinin ardından dört saatlik yayının son karesinde sahnede Ukraynalı Kalush Orchestra varken Ukrayna bayrağıyla aynı renkleri taşıyan bir İsveç bayrağının sallanması manidardı. Bizimse bu şarkı yarışmasında olmadığımız 10. seneydi. Hatırlayacağınız gibi, yarışmanın ve oylama sürecinin fazlaca siyasi güdümlerle gerçekleştiğini, adil bir sistemi olmadığını beyan ve bahane ederek 2013 senesinde yarışmaya katılmayacağımızı açıklamış, yarışmanın sahibi ve düzenleyen kurum olan Avrupa Yayın Birliği’ni (EBU) de protesto ederek çekilmiştik. İlk defa tüm katılımcı ülkelerde uygulanması zorunlu hale gelen ve 2003’te yarışmayı kazanmamıza zemin hazırlayan halk oylaması “televoting” sürecini 10 sene sonra tarafsız ve adil olmadığı gerekçesiyle protesto ederek çekip gitmek ne kadar “biz”e özgü bir davranışsa, bu protestomuzu ve yokluğumuzu pek umursamadan, eksikliğimizi hissetmeden yarışmaya devam etmek de “onlar”a özgüydü herhalde. İsveç’in Malmö şehrinde 18 Mayıs 2013’teki finalden 10 gün sonra Gezi protestoları başlamış, Türkiye’nin Eurovision’suz ve başka birçok şeysiz müstakbel 10 yılına giriliyordu. Aradan geçen o 10 yılda EBU tarafından her sene gelen resmi davete aynı gerekçelerle ret cevabı verdik. Bu sene de finallerde biz yoktuk, ama herkes vardı. Ukrayna etrafında barış ve sevgi mesajlarıyla birleşen, aralarında Avustralya ve San Marino’nun dahi olduğu toplam 40 ülke vardı. İnsanlar birlikteydiler ve eğleniyorlardı. Coşku, sevinç, haz, gülümseme vardı. Biz yalnızdık ve somurtuyorduk. Elinden ve dilinden ötürü şarkıcıları, şarkıları yasaklıyor, festivallerden kovuyor, havada parmaklar sallıyor ve birbirimize dersler veriyorduk. Sonra komedyenler köpürdü, diziler yarıştırıldı. Taraflar tutuldu, cepheleşildi ve yine öfkelendik. Zehra Çelenk’in bu hengameye mesafeli ve serinkanlı bakan yazısı konuyla ilgili hislerime tercüman olmuş.

Bu garip ama tüketen sarmalı millî bünyemiz kendi kendine üretiyor sanki. Bir tür otoimmün rahatsızlığı sonucu kendine, kendi hücrelerine saldıran, yaratıcı değerlerini, kültürel hazinelerin yok etmeye programlı bir metabolizma adeta. Kanımca bunu önlemenin yollarından biri daha fazla gülümseyebileceğimiz hatıralar uğruna daha fazla çalışmak ve üretmek, yani yaratmak. Yok edildikçe, azaldıkça yenilerini, daha fazlasını yapmak. Bu fikri de birkaç aylık bir aradan sonra tekrar yazıya dönen Metin Solmaz yeni yazısında ayrıntılarıyla işlemiş.

Toplumumuzun enerjisi, dinamizmi, gençliği, sevgisi zıt yönden baskılayan tüm köhneliğe, karamsarlığa, karanlığa ve sevgisizliğe galip çıkacak kadar özel ve büyük. Bu başarılırsa, bunun böyle olmadığına inandırmak ve yıldırmak için var güçleriyle her yolu deneyenler, hikâyenin finaline doğru her şeyi yok etmek üzere bütün heybetiyle ve muzaffer edasıyla beliren ama son düzlükte bas bas bağırırken alt edilerek, birdenbire azalarak biten bölüm sonu canavarına dönüşebilirler.

(*) Måneskin 23 Temmuz 2022 tarihinde İstanbul Maçka Küçükçiftlik Park’ta konser verecek. Ön grup olarak ülkemizden The Ringo Jets yer alıyor.

Tüm yazılarını göster