Kutu gibi bir dairede otururlar.
Ne çamaşıra gidilir artık, ne cam silmeye;
Bulaşıksa kendi bulaşıkları.
Çocukları olur, nur topu gibi;
Elden düşme bir araba satın alınır.
Kızılay Bahçesi'ne gidilir sabahları;
Kumda oynasın diye küçük Yılmaz,
Kibar çocukları gibi.
Orhan Veli, “Altındağ”, 1947
1960 ve 70’li yıllarda konut konusunda etkili olmuş John F. C. Turner, İngilizce genel geçer kullanımda isim olarak ve basitçe “konut” anlamında kullanılan “housing” kelimesini bir fiil olarak düşünmek gerektiğini öne sürer. Türkçede aynı kelimeden türeterek elde etmesi zor olan bu nüansı “konut” yerine “iskân”a, bir başka deyişle nesne yerine sürece vurgu yapmak olarak Türkçeleştirebiliriz. Turner’ın fikirlerini geliştirdiği ortam İkinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle Üçüncü Dünyada ortaya çıkan yoğun kentleşme sürecidir. Kendisinin Peru’da gözlemlediği ve başka birçok ülkede de gecekondu ve benzeri formlarda ortaya çıkan enformel yerleşimler, Turner için konut sorunun kendisinden çok çözümünün ipuçlarını barındırmaktadır. Zira yukarıdan aşağı büyük ölçekli konut üretimine karşı insanların kendi evlerini yapmalarının teşvik edilmesi gerektiğini (“kendi evini yapana yardım”) savunmaktadır. Konutu bitmiş ve metalaşmış bir nesne yerine bir eylem ve bir süreç (inşa/ iskân) olarak kavramak gerektiğini bu yüzden ileri sürer.
Hükümetin geçtiğimiz günlerde ilan ettiği sosyal konut projesi, Turner’ın “süreç olarak iskân” fikrini bambaşka bir içerikle ele almak için verimli bir fırsat sunuyor. Zira, yaklaşık son yirmi yılda TOKİ’nin ürettiği konut çevrelerine baktığımızda salt nesne olarak konuttan değil, daha geniş bir süreç olarak iskândan bahsedilmesi gerekiyor. Burada söz konusu olan Turner’ın anladığı (ve savunduğu) anlamda kullanıcıların kendi evlerini inşa ederek kullanmaya başladıkları bir süreç değil. Buradaki süreç daha farklı ve daha kapsamlı bir iskân politikası olarak tartışılmayı hak ediyor. Ama önce yeni projeye bir bakalım.
Erdoğan’ın açıkladığı ve maliyeti 356 milyar TL olarak duyurulan projeye göre TOKİ 81 ilde 500.000 sosyal konut, 250.000 konut amaçlı arsa ve 50.000 işyeri üretecek. Projenin temelleri 2023 başında atılacak ve ilk etap konutlar iki yılda bitirilecek. Konut bedellerinin yüzde 10’u peşinat olarak ödenecek, kalanı ise yirmi yıl vadeye yayılacak. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Kurum’un açıkladığı rakamlara göre başvuru sayısı bir haftadan kısa bir sürede 3,5 milyonu aştı bile.
Projenin duyurulduğu tarihten bu yana uzmanlar, akademisyenler ve köşe yazarları, projenin çeşitli boyutlarını tartıştı. Her şeyden önce bu projenin bir seçim yatırımı olduğu açık. Bu açıdan da gerçekleşme olasılığından çok -başvuru sayısının da gösterdiği gibi- yarattığı etki (daha doğrusu umut) önemli. Eleştirilerin çoğu ekonomi odaklı: projenin öncelikle inşaat sektörünü canlandırmaya yönelik olduğu fakat tam da bugünkü kriz koşullarında projenin ilan edilen maliyetle üretilmesinin imkânsız olduğu vurgulanmakta. Özellikle projenin İstanbul ayağını oluşturacak 50.000 konutun Kanal İstanbul projesi ile örtüştüğü de geçtiğimiz günlerde ortaya çıkarılan ve çokça vurgulanan bir boyut.
Sadece ekonomik açıdan -yani maliyetler ve finansal erişilebilirlik açısından- bile bakılsa birkaç basit veri, bu projenin dar gelirlileri konut sahibi yapmaya imkân vermeyeceğini göstermeye yetecektir. Her şeyden önce şunu söylemek gerek: Cumhuriyet dönemi boyunca sosyal konut üretimi konusunda yapılan girişimlerin hiçbirine en yoksul kesimler tarafından erişilememiştir. İkinci olarak, yalnız İstanbul’da, İBB verilerine göre 1,5 milyonun üzerinde, en iyimser hesaplamalara göre bile 600-700 bin civarında boş konut bulunmakta. Bunun anlamı son iki yıldır iyice kronikleşen barınma krizinin arz yetersizliği ile ilgisi olmadığıdır.
Burada yazının başında alıntıladığım Orhan Veli dizelerine, onun ifadesiyle “kutu gibi bir daireye” dönebiliriz. Ev sahipliği bir yandan çok baskın bir arzudur, bir yandan da yoksullar açısından erişilmesi ancak enformel biçimde mümkündür. Bu imkân giderek daraldığı için de Türkiye’de ev sahipliği oranı 2006’dan 2018’e genel olarak yüzde 60’tan yüzde 59’a, yoksul kesim için ise yüzde 59’dan yüzde 52’ye düşmüştür. Bu rakamlar, 1 milyondan fazla konut ürettiğiyle övünen TOKİ’nin sosyal konut sağlamakta ne ölçüde başarılı olduğunu göstermeye yetmeli. TOKİ’nin ürettiği konutlar yoksullara ulaşmadı, çünkü Türkiye’de konut arzı tamamen piyasa mantığı ile sağlanmakta. Ve böyle bir ortamda, yani kiralık konutun üretilmediği, kira kontrolü vb. piyasa düzenleyici mekanizmalardan ısrarla uzak durulduğu, bir kamu kurumu olan TOKİ’nin bile imalat sürecinde kamu yararı/ zararı yerine müteahhitlerin faydasını öncelediği koşullarda erişilebilir sosyal konut üretmek mümkün değildir.
Bunun ötesinde, konut sadece konut değildir. Bir yaşam çevresi olarak konut, sosyal ve kültürel yeniden üretimin de mekânıdır. İşte bu yüzden de AKP dönemi TOKİ’sinin yirmi yıllık performansına kapsamlı bir iskân politikası olarak bakmak gerekiyor: Bir süreç olarak iskân. Bu süreç, yukarıda değindiğim arzunun -kentte tutunacak bir güvence ve hatta mümkün olursa sosyal statüyü artıracak bir yatırım olarak ev sahipliğinin- sömürülmesi üzerine inşa olunur. Özellikle kent yoksullarının yeniden iskânı -namıdiğer kentsel dönüşüm- söz konusu olduğunda bu sömürü rıza yanında zorun da gündeme geldiği bir mekanizmadır. Bu mekanizma "ev sahibi adayını" bir özne olarak ikiye böler: Hem evin sahibi hem TOKİ’nin kiracısı olan bu özne, evin tamamlanmasına kadar evin dışında, tamamlanıp içine girildikten sonra da borçların ödenmesine kadar evin (daha doğrusu bir “TOKİ sitesinin”) içinde, kendisine dayatılan bir yaşam çerçevesine (sadece fiziksel bir çevreye değil, sosyokültürel bir çerçeveye) hapsolur. AKP dönemi kentleşmesinin en önemli boyutlarından biri olan bu sosyal mekânı ve maddileştirdiği iskân sürecini tartışmaya bir sonraki yazıda devam edeceğim.