Performistanbul’un 11 farklı ülkeden, 15 şehirden katılan 41 sanatçı ile, 73 performans üzerinden yansıttığı ‘Evde CANLI Kal’ üzerine, bu disipline dair sivil girişimin mimarlarıyla konuştuk. Sanatçı ve küratörler, “Bu proje ile, sanatçıların kendilerini serbestçe ifade edebilecekleri bir alana ne kadar aç kaldıklarını gördük. Bir ekrana sıkışmış olsalar dahi özgürlerdi! Dönemin yarattığı yoksunluk ve zorunluluklar, performans sanatı disiplininin önemini yeniden hissettirdi” mesajını veriyor.
Yılbaşından beri dünyaya beklenmedik çapta yön veren pandemi süreci ile kendi çözüm ve yaratıcılık biçimlerini bulmaya koyulan sanat dalları arasında, performans da var.
Bizler bir bakıma, nasıl hayatta kalabileceğimizi, birbirimizi nasıl doğru ve yalın biçimde algılayıp, anabileceğimizi, elimizde avucumuzda ne varsa bulduğumuz elektronik aygıtlar ve küresel iletişim, telekomünikasyon bağlantıları vasıtasıyla farkında olmadan tasvir etmeye, kendimizi gönüllü olarak tasarlayıp, gösterdiğimiz ‘dijital performans’larla yansıtmaya büyük özen gösteriyoruz. Bunda, içine tıkıldığımız fiziksel ve psikolojik alanların da etkisi büyük. Bu alanlarda kendimizi ne denli az gerçekleştirirsek, dijital dünyada da, kendi suretimize veya başka fantezilerin evrenlerine o denli bağımlı hale gelebiliyoruz.
Böylesi tedirgin ve bencil bir iklimde, Performistanbul’un ortaya koyduğu eleştirel ve araştırmacı çabayı da, insan denen muammayı anlamak ve tavırlarını sanat üzerinden tahlile girişebilmek şansı uğruna kesinlikle gözardı etmemek gerekiyor. Girişim, gerek çocuk ve yetişkinlere yönelik ‘Playing Up’ projeleri, gerek bu disiplinde ortaya konulan arşive gösterdikleri duyarlılıkla Performistanbul oluşumu, aslen dünyaya yayılmış durumda olan ‘Stay Live at Home’ / ‘Evde Canlı Kal’ isimli ev performanslarıyla dikkat çekiyor.
Proje dahilinde her sanatçı, canlı performans(lar)ını ‘online’ sunuyor ve beraberinde, dünyanın farklı bir bölgesinden, başka bir performans sanatçısını da aday gösteriyor. Gösterilen bu adaylıklarla, performans sanatçılarını da güvenli alanları içinde, tek bir çatı altında toplamak ve kolektif bir deneyim yaratmak mümkün olabiliyor.
Performistanbul çatısı altında halen, Aslı Dinç, Batu Bozoğlu, Dila Yumurtacı, Ebru Sargın L., Ata Doğruel, Ekin Bernay, Leman S.Darıcıoğlu, Mustafa Kemal Yurttaş, Selin Kocagöncü, Özlem Ünlü, Gülhatun Yıldırım gibi sanatçılar yer alıyor. Kurucu direktör ve Performans küratörü Simge Burhanoğlu, Birleşik Krallık Temsilcisi ve Asistan küratör Naz Balkaya ve Eş Direktör Azra İşmen girişimleri üzerinden sorularımızı yanıtladı.
Performistanbul imzası ve pandemi ile yeni bir dönemeçten geçen Stay LIVE at Home, - Evde CANLI Kal - Ev Performansları Serisi üzerine sanatçıların geri dönüşleri ve bu sanat dalının yaşadığı dönüşüme tepkileri hakkında anekdotlarınız neler, paylaşır mısınız?
Evlerimize dönmek zorunda kalmamız kendimize/içimize dönmemize sebep oldu. Fiziksel temasın eksikliği farklı biçimlerde temas etmeyi, iletişim kurmayı ve “bağlanmayı” gerektirdi. Biz de bu dönemde bir "ev”den diğerine gönderilen özel, samimi, bir çağrı/davet/dokunuşu hedefleyerek yola çıktık. Paylaşma hissinden, insanlarla her ne koşulda olursa olsun iletişimde ve ilişkide kalma arzusu ile başladığımız projeye sanatçılar hâlen başvurmaya devam ediyor.
En hassas kavramlardan, her şeyin doğuşunu simgeleyen “EV”, yani kendimiz, sonra da evde “CANLI” kalmak üzerine odaklandık. Aklımızdaki çıkış noktası yine birleştirmek ve iyileştirmek oldu. Performans sanatçılarına açık bir davet yayımladık; bu sayede kendilerini ifade etmek üzere mecra arayışındaki sanatçılara destek olup onları platformumuzda buluşturmayı hedefledik. Projenin, organik olarak yayılmasını ve devam etmesini sağlamak için her katılan sanatçı, başka bir sanatçıyı aday olarak göstererek akımın bir parçası olmaya davet ediyor. Böylece bir sanatçı zinciri oluşturmaya çalışıyoruz, sanatçılar da birbirlerine bağlanarak destek olarak ilerliyor. Her şeyden bağımsız bu ağı kurmak ve bu sürdürülebilir bağı ortaya çıkarmak bile ayrıca iyi hissettiriyor.
Dijital mecranın bir performans alanı olarak kabullenilmesi nereye kadar mümkün olabilir? Mutlaka bu konuyu aranızda müzakere de etmişsinizdir...
Dijital mecra ancak işin bir parçası ise ve içeriğiyle örtüşüyorsa bir “alan” olabilir. Fakat bedeni temel alan performansın doğasında temas etmek, bir araya gelmek ve tüm duyuları harekete geçirmek olduğundan, dijital bir alan veya ekranla sınırlanamaz. Aynı odadaki sıcaklığı, kokuyu, dokuyu hissedemediğiniz, diğer insanlarla beraber kolektif deneyimi o anda paylaşmadığınız, beraberce nefes alıp etkileşime geçemediğiniz ve açığa çıkan enerjiyi bölüşemediğiniz sürece kesinlikle bu disiplini sınırlamış olursunuz. Benzer şekilde teknik açıdan da pek mümkün olmuyor; temas edememenin fiziksel olarak bir araya gelememenin zorluklarını programın başından beri deneyimliyoruz. Platform kapsamında yaptığımız çalışmalarda sağlanan prodüksiyon ve teknik desteği sanatçıların evine gidip yapmamız mümkün olamadığı için, sanatçı kendi imkânlarını kullanmak zorunda kalıyor. Sanatçının elinde olmayan nedenlerden dolayı kaynaklanan, örneğin - internetin kesintiye uğraması veya yayının durdurulması/kaldırılması gibi - zorlayıcı durumlar, sanatçının konsantrasyonunu, performansa odaklanmasını etkileyebiliyor.
Liverpool’dan programa katılan sanatçı Pierce Starre’nin, Reflection (Düşünce) adlı performansında, 12 saat boyunca ayakta durarak camdan dışarı bakması gerekiyordu. 9’uncu saatte aniden kesilen yayınla ilgili, sanatçıdan bilgi almak için iletişim kurduğumuzda, sanatçının uzun süre hareketsiz ayakta durması sebebiyle kan dolaşımında bozukluk olduğunu ve hastaneye kaldırılmasına ramak kala performansını sona erdirmek zorunda kaldığını öğrendik. Sergilediğimiz cansız bir nesne olmadığından, özellikle fiziksel dayanıklılığın sınırlarını zorlayan işleri “uzaktan” takip etmek, sanatçının eşlikçisi olabilmek çok zor ki platform olarak bu çok önem verdiğimiz bir konu.
Dolayısıyla bu dönemdeki dijital mecrayı ele alışımız, bir performans alanı olarak kabul etmek yerine devam etmek adına tek buluşma noktası oldu diyebiliriz. Bu durumu performansın doğal yapısına karşı bir tehdit unsuru olarak algılamak yerine, performans sanatının bedensel ve zihinsel gelişiminin her türlü zamanda ve mecrada sürdürülebilir oluşunu göstermeyi umduk. Bu nedenle performansın organik sürecini bozmadan çevrimiçine nasıl entegre ederek seyirciyle buluşturabileceğimize odaklandık. Durmak yerine kamera aracılığı ile “dokunmaya’” devam etmeyi seçtik. Geçmişte de bazı performanslarımızı canlı yayın üzerinden seyirciye açmış, dijitalin entegre edildiği performanslar gerçekleştirmiştik bu alan bizim için yeni bir “dil” olmadı. Ancak tabii ki fiziksel alana dönmeyi sabırsızlıkla bekliyoruz!
15 ayrı şehre yayılan etkinlik, üretilen yapıtlar ve metinler üzerinden bu şehirlerin hikâyelerinin biricikliğine ne ölçüde etki etti?
Her ne kadar tüm dünyada benzer deneyimleri yaşıyor olsak da bu sorunun hayatlarımızdaki yansımaları çok farklı oldu. Genel olarak yapılan işlere bakıldığında, sanatçıların ürettikleri işlerin ister istemez bağlı oldukları coğrafyanın gündemi, estetiği ve ona ilişkin konuları açıkça yansıttığını görüyoruz.
Her sanatçı, içinde bulunduğu durumu aynalayan bir iş sundu. Örneğin; Norveçli sanatçı Nina Claire, ülkesinin az etkilenen ülkelerden biri olması sebebiyle en çok ihtiyaç duyduğu insan temasının kısıtlanması ve izolasyonun insan psikolojisindeki etkileri ile yarattığı hissiyattan yola çıkan bir performans kurguladı. The Love Between US (Aramızdaki Sevgi) adlı çalışmasında, sevdiklerine mektuplar yazarken çeşitli duygu dalgalanmalarının fiziksel etkisini anlamak adına her mektup arasında tansiyonunu ölçüyordu.
İranlı sanatçı Alireza Amin Mozafari, içinde bulunduğu coğrafyanın sosyopolitik içeriğinden yola çıkarak Lip Reading (Dudak Okuma) adlı performansı gerçekleştirdi. İnsan hakları üzerine yazılmış bir metni Türkçe, Farsça ve İngilizce 3 ayrı dilde okumaya çalışan sanatçı konuşmaya çalıştıkça, arkasında duran kişi tarafından ağzına durmaksızın plastik eldivenler tıkıştırılıyordu. Tüm dünyayı hasta eden salgının ortaya çıkardığı eşitsizliğe dikkat çekerek bu süreçte direnen ve dayanışmaya çağıran topluluklarla, bireylere saygı gösterisinde bulunuyordu.
Seanslar, saatler, gözetlenme hissi veren görsel çerçeveler, bu detaylara karşı sizlerin dramatik savunması veya kavramsal direnci ne şekilde oldu ?
Performans sanatı ile günlük yaşam / eylem arasında ince ve bulanık bir çizgi var. Sosyal medya platformlarından canlı yayın yapılması, sanatçıların evlerinden yayın gerçekleştirerek yine evlerinde olan izleyicilere “bağlanmaları”, performans süreç ve saatlerinin “kurumsal” sınırların dışına çıkması sanıyoruz ki bu belirsizliği daha da arttırdı.
Performans sanatı disiplinin vazgeçilmez üç ögesi olan mekân, zaman ve kendisini konumlandırdığı kavramsal çerçeve platformumuzun gerçekleştirdiği bütün işlerde tanımlanıyor. Yine aynı formata sadık kalarak bu programı kurguladık; mekân/alan olarak sanatçının seçtiği dijital platform, zaman olarak - bize kurumlardan çok daha fazla özgürlük tanıyan - dijital alandaki canlı yayın süresini temel aldık, işlerin kavramsal çerçevesini de çoğunlukla birlikte tartışarak oluşturduk. Özellikle uzun soluklu performanslarda, sanatçının kendi evinden ve hesabından gerçekleştirdiği samimi sunum, sanatçıyla seyircinin yaşantısının birbirine geçmesi ve performansların günlük hayatın bir parçası hâline gelmesine sebep oldu.
Japonya’dan katılan Duncan Hume, Three Rooms (Üç Oda) üçlemesinde banyosunu, mutfağını ve son olarak da salonunu (Tatami odası) performans alanlarına dönüştürürken evinin farklı bölümlerini izleyiciye açtı. Sanatçımız Batu Bozoğlu, beraber iyileşme üzerinden kurguladığı 77 gün devam eden performansı Project Survive (Proje: Dayan) kapsamında izleyicilerin bir form doldurarak sanatçıyla paylaştıkları ritüele dönüştürdüğü 20 ayrı eylemi, her gün istenilen sayı ve saatte gerçekleştirdi.
Kimi performans örneklerinde Birim Erol veya sanatçıların zaman ve mekânı bir fırça ve tuval gibi kullandıkları görülüyor. Buna yorum yapmak ister misiniz ?
Performans sanatı, sahne sanatlarının dışında yer alan ve görsel sanatların içinde var olan bir pratiktir. Beden sanatı olarak da adlandırılan performans sanatı, geleneksel tuval ve fırça gibi malzemelerle alışıldık/akademik ifade biçimlerini reddederek, sonuçtan ziyade sürece odaklanan sanatçının bedeni malzeme olarak seçmesiyle ortaya çıkar. Birim Erol da performansında, doğaçlama üretim sürecini izleyiciye açarak sanatsal pratiğine performatif bir öge kazandırdı. Her ne kadar çağdaş sanat pratiklerinin farklı dışavurum uygulamaları olsa da hepsi düşünce ve araştırma odaklı deneyimler dizisinden doğar. Performans sanatı da görsel sanat pratiğini baz alarak gündelik, politik ve sosyal beden hareketlerini uzun soluklu tekrar eden zamana ait bir dil üzerinden keşfe çıkıyor. Hareketin devinimi üzerinden farklı duygular yaşatan ve beklenmedik olayların keşfini filizlendiren bu pratik belirli bir zaman, mekân ve kişi odaklı bir anlatıya dönüşüyor.
Giulia Mattera'nın “Nasıl bireysel oynanır?” sorusunu sorduğu Neoteny isimli performansı hakkında daha ayrıntılı yorum yapabilir misiniz? Günümüzde tüm yetişkinler, birbirlerine karşı yetişkinlik oyunu mu oynuyorlar? Bireysel ve kolektif oyun kültürünü ele alan sanatçı, bir hafta boyunca her gün farklı bir oyun oynamayı tasarlıyor. "Nasıl bireysel oynanır?", "Yetişkin oyunu nedir?", "Ve neden oyun oynamak yetişkinlik döneminde çoğunlukla bir kenara bırakılır?" sorularını soruyor…
Oyun ve çocuk teması da birçok kez performanslara konu oldu. Sanıyoruz ki “ev”de kalmak, kendimize dönmek bizi iç dünyamızda ve geçmişe doğru bir yolculuğa çıkardı. Giulia Mattera bir yetişkin detaycılığı ve hassasiyetiyle 7 farklı çocuk oyununu yeniden ele alırken, bizi hem çocukluğumuza döndürüyor hem eğlenme kavramıyla boş zamanlarımızı nasıl değerlendirdiğimizi sorgulatıyor. Çocukluk döneminde oynanan tüm oyunlar aslında çocuğu gerçek dünya ile buluşturur ve çocuklar hayatı oyun ile öğrenirler. Çocuk, sürekli hayal kurar, dokunur, tanır, soru sorar ve üretir. Aslında bu durum, bir sanatsal üretimden çok da farklı değildir. Yetişkinlik döneminde, hayatın gerçekleri ve sorumluluklardan dolayı insanın kendi kendine kaldığı, hayal kurduğu ve ürettiği vakit azalır. Belki de bu pandemi dönemi, bu zamanı bize açarak üretmeye ve kendimizi/etrafımızı yeniden keşfetme fırsatı tanıdı.
Türkiye'de performans sanatının var olabilmesi için, tıpkı demokratik hak ve özgürlüklerde olduğu gibi, kamusal alana ihtiyaç bulunmuyor mu? Bu etkinlik biraz da bu ihtiyacın dışavurumu değil mi ?
Bu önemli soru için teşekkürler! Bu proje ile sanatçıların kendilerini serbestçe ifade edebilecekleri bir alana ne kadar aç kaldıklarını gördük. Bir ekrana sıkışmış olsalar dahi özgürlerdi! Dönemin yarattığı yoksunluk ve zorunluluklar performans sanatı disiplininin önemini yeniden hissettirdi.
Performans sanatının hem Türkiye’de kamusal özgürlüğünün kısıtlı olmasının hem de dünya çapında yaşadığı kısır döngü, bizim de zorlu ve meşakkatli bir yolda yürümemize sebep oluyor. Dünyada performans pratiğini sahiplenen çokça sanatçı olsa da bu pratiği demokratik bir katmanda destekleyen kurum ve ekonomik yapılar yok denecek kadar az sayıda.
Performans sanatı, her ne kadar gündelik beden hareketliliğine bağlı bir pratik olsa da henüz büyük kitlelere ulaşabilir bir konumda değil. Bu alandaki bilgi ve ilgi yoksunluğu ile global bir krizin içine sürüklenmiş olmamız bu projeyi küresel alana taşıma ihtiyacını doğurdu. Toplum ile performans sanatı arasındaki mesafeyi kapatmayı hedefleyen ve ekonomik kaynakları kısıtlı olsa da, bu alanda aktif olarak çalışan bir kurum olarak, sürdürülebilirlik sıkıntısı içerisindeyiz. Bu süreçte de sanatçılara bir çatı sunarak bir araya gelmeyi diledik. Hem bizim onlara ulaşmamız hem de sanatçıların birbirlerine ulaşması dijital bir ortaklaşacılığın doğmasına sebep oldu. Bu birleşmenin platformumuz üzerinden ilerlemesinin yanı sıra kamusal bir program oluşturmayı ve katılımcıların organik bir ağ kurmasıyla projenin dünyaya yayılmasını arzuladık.
Özlem Ünlü'nün "Kolektif Sipariş" isimli projesi, pandemi ile birlikte yükselişe geçen ekran marketleri ve tüketim çılgınlığını da aklıma getirdi. Günümüz ilişkilerinin giderek azalan anlam ve ömrü ile bu yükseliş arasında bir ilişki kuruyor musunuz ?
Çevrimiçi bir enflasyon yaşandı fakat Özlem Ünlü’nün performansı tüketimden ziyade bir ortaklaşa üretim çılgınlığıydı. Performansta amaçladığı ve süreçte deneyimlediği şey bambaşka. Performans, ortaklaşacılık kavramı üzerinden kolektif üretimi ortaya çıkaran sürece odaklanıyor. Aksine sanat piyasasının tüketim politikaları odaklı ilerlemesine cevaben ortak bir üretim üzerinden eleştirel yaklaşımını sunuyor. "Kolektif Sipariş", sadece sipariş edilen imgeleri sergilemektense sanatçının üretim süreci boyunca sipariş veren ile bir bağ kurmasını ve resim yaparak imgelerle kaydedilen bir bilinçdışı envanteri oluşmasını sağladı. Yaşadığımız izolasyon günlerinde, kapitalist tüketimin hızını resmetmektense bu imgeleri pozitif bir iletişim aracı olarak kullanarak, aramızdaki ilişkileri yabancılaştıran ögeleri nasıl kolektif bir şekilde sekteye uğratabileceğimizin yollarını araştırdı.
Yalnızca performans sanatı için konuşmuyorum, bugün birçok kültür sanat girişimi kendini ekrana transfer etmekle meşgul. Dolayısıyla teknik olarak, aynı anda bu kadar şeye tanık olmak zorunda bırakılmak, aynı zamanda çok büyük bir akıl, yürek ve beden emeğinin de ziyan edilmesine (tıpkı TV zaplama hastalığımız gibi) neden olmuyor mu?
Her şeyin sınırlandırıldığı, durduğu, ertelendiği bir dönemde kalkanımız ile hareket edip aklımızı yüreğimizi bedenimizi korumaya çalışıyoruz. Normal şartlarda bu soruyu farklı anlamlandırabilir ve cevaplayabilirdik ancak bu dönemde, çevrimiçi olmak bir seçenek olarak ele alınmadı; tek başımıza olmadığımızı hissetmek için sığındığımız bir kaçış alanı ve bir ihtiyaç oldu. Dolayısıyla çevrimiçi olarak gerçekleştirilen performanslar bu pandemi felaketinin bir çıktısı. Belki de gelecekteki yeni bir dilin habercisi. Bunun da farkında olarak, bu süreci gerçekleştirilen performanslar üzerinden olabildiğince belgelemeye çalışarak, bu zamanın izlerini arşivlemek için elimizden geleni yapıyoruz. Bu bağlamda sosyolojik ve antropolojik açıdan da yine önemli bir veri oluşuyor elimizde.
Bağış Kampanyası girişiminiz hakkında bilgi alabilir miyiz?
Geçtiğimiz yıl hayata geçirdiğimiz, Türkiye’nin performans sanatına odaklı ilk kütüphanesi olan Performistanbul Canlı Sanat Araştırma Alanı (PCSAA) için hem maddi kaynak sağlamak hem de sanatçı, küratör, araştırmacı ve kurumlardan bağış arşiv almak için yaptığımız bir açık çağrı. PCSAA, Canlı Sanat alanındaki öncü araştırma kurumlarından Londra’daki Live Art Development Agency (LADA) model alınarak oluşturuldu. Türkiye ve uluslararası coğrafyada performans sanatına odaklı, ücretsiz erişime açık, her alandan araştırmacılar için oluşturulmuş PCSAA’nın hedefi, kütüphanesinde 7000 adet kaynağı bir araya getirmek. İşte tam bu noktada da bağış çağrısı devreye giriyor.
Destekler, maddi bağış ve arşiv bağışı olarak iki farklı yöntem ile gerçekleşiyor. Maddi destek için bağışlar Performans Sanatını Geliştirme Derneği’nin hesabına gönderilebiliyor. Arşiv bağışı için, sanatçı, küratör, yazar, araştırmacı ve kurumlar, performans sanatı konulu arşiv, çalışma ve kaynaklarını (dökümantasyonlar, kalıntılar, kitaplar, tezler vb. hem dijital hem yazılı kopyalar dahil) PCSAA’ya bağışlayabiliyorlar. Daha fazla bilgi için, info@performistanbul.org mail adresinden bize ulaşabilirsiniz.
Proje ileriye nasıl bakıyor?
Bugüne kadar Evde CANLI Kal - Ev Performansı Serisi kapsamında, 11 farklı ülkeden, 15 şehirden katılan 41 sanatçı ile 73 performans gerçekleştirdik. Tüm performansların kaydını aldık, böylece performanslara yansıyan sosyal, politik ve psikolojik olarak toplumun içinde bulunduğu koşul / durumun da arşivi tutulmuş oldu.
Elimizde biriken data son derece değerli; farklı coğrafyalardan performans sanatçılarının kendi pratikleri üzerinden bulunduğumuz döneme ve travmaya nasıl bir cevap oluşturdukları üzerine bilgiler mevcut. Bunların üzerine daha kapsamlı araştırmalar, çalışmalar gerçekleştirmek için, fonlara başvuruyoruz. Sanatçılara yönelttiğimiz sorular ile, analizler yapıyoruz, sanatçıları da bir araya getirerek birbirleri arasındaki etkileşimleri anlamaya çalışıyoruz. Belki tüm bunlarla performans sanatı üzerinden bu dönemin bir tarihi okuması yapılabilir.