Toz zerresinden bile küçük bir canlı organizmanın bütün hayat
bilgimizi, alışkanlıklarımızı, yaşamımızın bilindik akışını alt üst
ettiği şu günlerin zihnimde yarattığı çağrışımları sizlerle
paylaşayım istedim bugün. İşe gitmek zorunda olmayan risk grubu
içindeki çoğumuz gibi ben de evdeyim. Evde kalanlardanım yani.
Ailemin ben dahil her bir ferdi, farklı nedenlerle risk grubu
içinde tanımlanıyor. O yüzden ailecek evdeyiz.
Evden çıkamamak, evi kavrayış tarzımızı da silkeleyip dağıtıyor.
Ev güvenli; ev rahat; ev sıcak; ev yuva… İçine doğduğumuz, içinde
doyduğumuz, her sırrımızı dört duvarı içine gömdüğümüz, bize ait
olan, hem de olmayan, salt bir mekan olmaktan öteye geçen, katman
katman anlam yüklü ev… İlk bakışta, dışarıyı daha da tekinsiz
kılan, evin “yuva”, evin sığınak olma halini güçlü biçimde
vurguluyor bu korona hapsi. Virüsün kol gezdiği tehlikeli dışarısı
karşısında virüsten korunağımız evimiz. Bu ikiliğin anlamını
pekiştiren şeylerden birisi, evin kendimiz olabildiğimiz biricik
mekan olması. En doğal hallerimize, evlerimizin içinde bürünüyoruz.
Oysa dışarısı, türlü türlü sosyalleşmenin, yabancı olanla, farklı
olanla karşılaşmaların yeri. Heyecan verici olduğu kadar, bizi
baskılayan, zorunluluklarıyla birlikte gelen sosyalleşmeleri
dışarıda deneyimliyoruz. Evi güvenli kılan şeylerden biri, tanıdık
olanı, aşina olduğumuz her şeyi temsil ediyor olması. Evin
doğallığı karşısında dışarısının yapaylığı; evin aşinalığı
karşısında dışarısının yabancılığı; evin rahatlığı karşısında
dışarısının sosyalleşme baskısı…
Bütün bu basit ikilikler ima ettiklerinden daha karmaşık olmasa,
eve sığınanların evden asla çıkmak istemedikleri bir yaşam imgesine
ikna olabilirdik. Ancak ne yazık ki bu dünyadaki her şey gibi
dilimizde kurduğumuz, pratikte inandığımız bu ikilikler de pek çok
farklı karşıtlığın müdahalesiyle saflığını yitiriyor. Tam da
içerisiyle dışarısı arasındaki sınırların bu müdahaleye açıklıkla
kristalleşememesi, geçirgenliği, bulanıklığı sayesinde yuva olarak
ev imgesi pekişir. Ev ile dışarısı arasındaki gidiş gelişlerimiz,
mekanların birbirleriyle sürekliliği kadar farklarını da kurar.
Deneyimler iç içe geçer.
Oysa “evde kal” gibi bir komutla birlikte, içerisiyle
dışarısının birbirlerinden katı biçimde ayrıştırılması talep
ediliyor. Sınırların geçirgenliğinin askıya alınması bekleniyor.
İkilikler keskinleşmelidir ki evde kalabilelim. Oysa tam da bu
nedenle ev olumlu yüklemlerinden sıyrılmaya başlıyor bence. Evde
kalmak, virüsün bize reva gördüğü bir hapis cezasına eşdeğer hale
geliyor. Sonuçta, ev hapishane oluyor bizim için. Evi ne kadar
severseniz sevin, eviniz yuva da olsa dört duvarın kısıtları çok
daha açık hale geliyor evde kalmak bir zorunluluk olduğunda.
Ev güvenli olsa da özgürlük adına bize vaat ettikleri çok
sınırlı örneğin. Ev içinde üzerinizde pijamalarınızla yayılarak
oturma özgürlüğünüz olabilir, ama dört duvarla sınırlı bir mekan,
pek çok arzunuzu gerçekleştirebilmenizin önünde gerçek bir engel
haline gelebilir. Ufka bakma arzunuz mesela… Kalabalık bir kentte
yaşadığınızda camdan görüp göreceğiniz ne ise onunla yetinmek
zorunda kalırsınız. Şanslıysanız, önünüzü kapayan bir beton yığını
yoksa, belki birkaç ağaç, azıcık toprak, üç beş çiçek (o da
çoğunlukla saksıda) görebilirsiniz. Ama işte o kadar. Elbette çok
zenginseniz, manzaranızı özelleştirme gücünüz olabilir. Sadece
kendiniz için değil, başkaları için de görülecek olanın niteliğini
belirleyebilme gücü bu tabii. Evde yalnız değilseniz, yakın
ilişkilerin dayattığı normlarla arzularınız arasında bir denge
kurmak zorundasınız. Bu dengeyi kuramadığınızda ev sizi kabul
etmez. Ev size dar gelir. Bu dengeyi kurmak, şiddete razı olmak
anlamına geliyorsa hele, o zaman ev değil dışarısı güvenlidir. Ev
işkence evi olur. Ev artık yuva değildir.
Şu korona günlerinde zihnim dönüp dönüp evden kaçarak şiddet
çemberinden kurtulmak isteyen kadınlara, çocuklara takılıyor.
Kendilerini içinde buldukları bu katmerlenmiş kabus benim de
kabusum oluyor. Ev üzerine düşünürken kaçılamayacak bir uğrak
bu.
Türlü türlü “ev” var. Hiçbiri bizimkine benzemiyor. Hepsi “yuva”
değil. Hepsi sığınak değil. Evde hayat var demek kolay da ev
denilen o mekanda yaşanılan nasıl bir hayat? Yalıtılmış
yalnızlıklardan kuşatılmış yalnızlıklara, huzurlu kendine
dönüşlerden huzursuz beraberliklere türlü türlü “ev hali”…
Zihnimi işgal eden korona imgelerinden biri de sokakların
ıssızlığı… Arada zorunlu ihtiyaçlar için çıktığımda, kimseciklerin
olmadığı sokakların tuhaf esintisi içimi ürpertiyor doğrusu. Birine
rastladığımda, karşılıklı kaçamak, ürkek bakışlardan tedirgin
oluyorum. Birbirimize korona virüsü kılığında göründüğümüze eminim.
Hatta kendi kendimizden virüsün vücut bulmuş haliymişiz gibi nefret
ettiğimiz, virüs-beni kolonyalara boğarak yok etme arzumuzu
dizginleyemediğimiz bir çılgınlık anına dair hayaller üşüşüyor
aklıma. Normalleri sevmem aslında. Yine de bu akıldışı hale karşı
direnebileceğim normalleri tercih ederim.
Hele Türkiye, hele de Türkiye… Zaten sinir krizinin
eşiğindeydik, şimdiyse tarifsiz bir çıldırmanın, zıvanadan
çıkmışlığın, kontrollüymüş gibi görünen çığrından çıkmışlığın tam
içindeyiz. Artık gelecek hayal edemiyorum. Belirsizlik,
belirlenebilir olanın imkanını da verir. Oysa bu yaşadığımıza kaos
bile diyemiyorum. Gezegenin insan denen canlı türünün yıkıcılığına
karşı kendi korumaya aldığını düşünmeden edemiyorum. Yarattığımız
kaosun tozu dumanı gözümüze kaçtı. Artık görmüyoruz…